Övünülen Eşitsizlik Fotoğrafı ve Seçimler
Yapısal çözümlerden ziyade günü kurtaracak çözümlerle yürütülen bu istikrarsız dönem, belli gruplar için büyüme sağlıyor. Diğer taraf için yapılan girişimler daha yapıldığı anda enflasyon karşısında erirken; şanslı azınlığın büyüme fotoğrafıyla avunması sağlanıyor. Uzmanlar ise siyasetçilerin eşitsizlikle mücadeleye odaklanmasının ancak seçmenin bu konuda özendirici davranmasıyla mümkün olacağını belirtiyor.
Tarihi henüz netleşmeyen ama iktidar ve muhalefetin ‘tarihi, kader anı’ olarak tariflediği seçimlere ekonomik krizin damgasını vuracağı ağırlık kazanıyor. Yapılan tüm anketler halkın çoğunluğunun ilk sorun olarak ekonomiyi gördüğü ve yaşanan krizden çok ağır bir şekilde etkilendiğini gösteriyor. Bazı gazeteciler, krizden çıkış yolunda muhalefetin henüz güven vermediğini, sorunları yine ‘iktidar çözer’ algısı olduğunu yazsa da; anketlerdeki oy verme bölümlerinde böyle olmadığını görüyoruz.
Seçmen Her Zaman Rasyonel Davranır mı?
Geçmiş deneyimlerimiz ‘Boş tencerenin yıkamayacağı iktidar yoktur’ sözünü haklı çıkardı çoğu zaman. Ancak dünya deneyimlerinde böyle olmadığını, özellikle de sağ ve popülist iktidarlarda ekonomik krizlerin ‘yabancı-göçmen karşıtlığı, siyasi kutuplaşma’ gibi kültürel ve kimlik temelindeki tartışmalarla görünmez kılındığını görüyoruz. Bryan Caplan, ABD’den hareketle seçmenin rasyonel davranmadığını, özellikle de ekonomiyle ilgili konularda önyargı ve bilgisizlikle hem kendinin hem de ülkesinin aleyhine kararlar aldığını savunur Rasyonel Seçmen Miti kitabında. Sağlam bir ekonomi politikasının önündeki en büyük engelin güç odaklarının özel çıkarları ya da lobiler değil, manipüle edilen ve önyargıları olan seçmenler olduğunu savunan Caplan, kitlelerin bu şekilde harekete geçirilebileceği sistemlerin ne kadar demokratik olabileceğini de tartışmaya açıyor.
Kutuplaşmanın ve kutuplaşma politikalarının ne kadar belirleyici olduğunu birçok yazıda dile getirdim. Kutuplaşma, seçmenin gözünde ekonomik krizden hemen sonra gelen diğer sorun olan adalet krizinin normalleştirilmesini sağladı ve halen sağlıyor. Ancak aynı durumun ekonomik kriz için yeterli olmayacağı görülüyor. O yüzden de kriz kerhen kabul edilse de; piyasalarda devam eden hareketlilik gösterilerek, algıların yön değiştirmesi hedefleniyor. ‘Kriz var diyorsun ama AVM’ler dolu’. ‘Ama’dan sonrasını çeşitlendirmek mümkün; tatildeki yoğunluk, uçaklardaki doluluk, köprülerin, yolların doluluğu… Cumhurbaşkanı da konuyla ilgili bir soruya şu cevabı verdi: “Ekonomik olarak battık diyenler var ya; köprülerden arabalar, tırlar geçmeye devam ediyor; herkesin altında arabası var, yani vatandaşın ben araçları ile olsun piyasadaki alışveriş noktasındaki hareketliliğine bakıyorum gayet iyi bir konumda.”
Optik Kırılma Etkisi
İktisat uzmanı yazar Mahfi Eğilmez geçtiğimiz günlerde yazdığı bir yazıda, rekor düzeydeki kur artışı ve enflasyona rağmen piyasadaki canlılığın sebeplerini, ‘öne çekilmiş talep, negatif faiz nedeniyle paradan kaçış, servet, talep, kayıt dışı harcama, kamu israfı etkisi’ gibi teknik sınıflandırmalarla çok anlaşılır bir şekilde kaleme almıştı. Yazının ‘optik kırılma etkisi’ bölümü özellikle çok çarpıcı; “Ulusal paranın hem iç hem de dış değerinde ortaya çıkan büyük kayıplar başlı başına kriz sayılır. Buna karşılık yukarıda değindiğimiz çeşitli etkiler altında piyasada ortaya çıkan talep ve harcama canlılığı, kurdaki yükselişe ve büyük ölçüde onun yarattığı enflasyon artışına karşılık ekonominin canlı kalmasına ve nüfusun gelir açısından iyi durumdaki kesiminin bu durumu kriz olarak görmemesine yol açıyor. İşin ilginci nüfusun gelir açısından kötü durumdaki kesiminde bulunan insanların bir bölümü, kendi durumlarına bakmak yerine iyi durumdaki kesimin yaşamına bakarak ortada bir kriz olmadığı kanısına varıyor (optik kırılma etkisi.)”
İşte sürekli işaret edilen ‘piyasa yoğunluğu’ ve büyük projeler, yerli otomobil; adalet krizini kendi başına gelmeden görmeyen seçmenin, krizden etkilenmeyen hatta krizden güçlenerek çıkan küçük bir kesimin hayatları üzerinden yaşadıklarını normalleştirebileceği tezine dayanıyor. Küresel eşitsizlik için “Dünyanın en zengin 60 kişisinin mal varlığı 3,6 milyar insana denk ise burada bir sorun var demektir. 1 milyara yakın insan aç olarak yatağa girerse bir tarafta şatafat varsa burada bir sorun var demektir” cümlelerini kurabilen Cumhurbaşkanı Erdoğan, ülkede her geçen gün derinleşen eşitsizliği ‘Silüet baktığın yere göre değişir’ mottosuyla “Herkesin arabası var, yollar, köprüler, AVM’ler dolu’ ile geçiştiriyor.
‘Türkiye’nin kötü yönetildiği, 20 milyon insanın açlığa terkedildiği, insanımızın yoksulluğu, ayrımcılığı, adaletsizliği, eşitsizliği hak etmediği’ vurgusuyla yolan çıkan, yani hedefinde yoksulluk, yasaklar ve yolsuzluk olan bir iktidar anlayışı bugün; gelir adaletsizliği başta olmak üzere eşitsizlikleri normal gördüğünü hissettiren cevaplarla ‘kader seçimine’ gitmeye çalışıyor. Evet gösterilen fotoğraf doğru, bir yanda yüksek rakımlı tepelerde fotoğrafları olunca otomatikman çakarlı araçları, yatları, Uzakdoğu sahillerinden fotoğrafı olanlar; kamunun imkânlarıyla krizi hissetmeyenler, döviz kuru koruma paketleriyle servetleri korunanlar, büyük ihalelerle büyük köprüler yollar yaparak zenginleşenler var. Eksik olan, o köprülerden geçemeyecek olan, temel gıda maddelerine erişimde bile hesap yapmak zorunda kalanlar. En kötüsü de devletin ilgili bakanının övünerek paylaştığı sosyal yardıma muhtaç olan milyonlar…
Eşitsizlikle Mücadele
Bir dönem fırsat ve adalet eşitliği yaratsa da artık adalet ve refah açısından eşitsizlik oluşturan bir sistem var. Pandemiden beri derinleşen bu eşitsizliği çözmek yerine serveti, gücü olanların devamlılığı için çalışılıyor. Yapısal çözümlerden ziyade günü kurtaracak çözümlerle yürütülen bu istikrarsız dönem, sadece belli gruplar için büyüme sağlıyor. Diğer taraf için yapılan girişimler daha yapıldığı anda enflasyon karşısında erirken; şanslı azınlığın büyüme fotoğrafıyla avunması sağlanıyor. İstenen seçmen davranışı; bu şartlarda yıllarca çalışsa da alamayacağı yerli otomobilin yapılıyor olmasıyla avunma…
Uzmanlar, siyasetçilerin eşitsizlikle mücadeleye odaklanmasının ancak seçmenin bu konuda özendirici davranmasıyla mümkün olacağını belirtiyor. Yani seçmenin kendisine dayatılan kutuplaşma ve algı mühendisliklerinden sıyrılıp; kendi aleyhine işleyen vergi sistemi, gelir adaleti, sermaye aktarımına onay vermekten vazgeçmesi gerekiyor.