Özgür İradenin Uğramadığı Bir Toplum
İçinde bulunduğumuz, hakikatin önemini yitirdiği post-truth çağında, kapalı grup bireylerinin -yani mahallelinin- kendi dışındaki gerçeklikleri kabul etmeme eğilimi, ahlaki değerlerin sözde dava uğruna esnekleştirildiği ve katı bir fıkıh anlayışına dayalı popülist, yerel bir ideolojik din anlayışını bizlere dayatmaktadır.
Deniz Kuvvetleri’nden emekli bir doktor arkadaşımın sosyal medya paylaşımını görünce şoke oldum ve çaresizlik hissettim. Paylaşım, 700 bin takipçili ve İslamcı olarak nitelendirilen ultra popülist bir gazeteciye aitti. Bu kişi, Harp Okulları mezuniyet töreninde 300 subayın kılıç çakma eylemini, uluslararası bir komplonun parçası olarak nitelendiriyor ve “Mavi Vatan” tezini kullanarak bu olayı ülkemizin Libya gibi deniz sahalarındaki etkinlik gücünü zayıflatma girişimi olarak sunuyordu. Aynı gazeteci, beş yıl önce bir yakınımın benim de içinde bulunduğum taziyesinde Kemal Kılıçdaroğlu’nun varlığını, İngiltere MI6, Birleşik Arap Emirlikleri ve Abdullah Gül’ün bir komplosu olarak kendince ifşa ediyordu.
Kavala meselesi malum söz konusu kesim için bir Sorosçuluk meselesidir. Anayasa Mahkemesi kararları ise bu kesimce hukuki değil, siyasi olarak görülür. Yakın bir dostum, Lozan’da belgesel çektiğimi bildiği halde, bana Lozan’ın gizli maddelerini anlatmaya çalışıyordu. Bu tür irrasyonel ve trajikomik örnekler, ilgili geniş gurup kimliğine ait bireylerde saymakla bitmez. Bu yaklaşımları, bu kapalı grupta, eğitim, sınıf veya parti fark etmeksizin, milyonlarca insandan simetrik olarak görmek mümkündür. Bu gruba ait bireylerin olsa olsa tek ortak yönleri, devlet televizyonu veya belirli yanlı kanalları izlemeleridir.
Geniş Grup Kimliği
Psikanalist Vamık Volkan’ın “Geniş Grup Kimliği” kavramı tam olarak bunu açıklıyor. Volkan, bu kimliği tanımlarken, Erikson’un insanın hayatta kalabilmek için gösterdiği irrasyonel öldürme güdüsüne sıkça atıfta bulunur. Volkan, Kıbrıs, Bosna ve Gürcistan deneyimlerinde bu türden mağdur gruplara sıkça atıf yapmaktadır. Beka, yani hayatta var olabilme kaygısı, bu geniş grup kimliğinin davranışlarının temel motivasyonudur.
Bu yazıda öncelikle, komplo teorilerini geçmişten günümüze önemli bir referans kaynağı olarak gören ve özgür iradeyi önemsemeyen zihniyeti ele alacağız. Muhafazakâr kesimde komplo teorileri kadar “kör güven” de olayları tanımlama noktasında belirleyicidir. Bu iki faktör, hakikat önünde sağlıklı bir farkındalığın önündeki en büyük engellerdendir.
Bu gruplarda birey, sağlıklı düşünme yetisine kavuşamamakta, grup kimliği bireyi kabile siyaseti, kutuplaşma, taraflı bilgi işleme ve lidere kör güven gibi bilişsel kısayollara mahkûm etmektedir. Türkiye ve İslam dünyasında düşünce tembelliğinin temelinde nedensellik ve özgür iradenin kullanılmaması yatmaktadır. Sebep-sonuç ilişkisi ve özgür irade kullanımı, bizi baş edemeyeceğimizi düşündüğümüz sonuçlarla yüzleşme kaygısına iter. Bu kaygı, bilişsel kısa yollar ve rasyonelleştirme gibi mekanizmalarla aşılmaya çalışılır.
Buradaki temel güvensizlik, ötekinin de hakikatin kaynağı olabileceğini görmemekten doğar. Osmanlı tarihi ve reform çabaları ne yazık ki bu yanlışın içindeydi. Bu nedenle reformlar Batı’daki hakikati anlama değil kör bir taklit sürecine dönüştü. Mezhepler ve tarikatlar arasında da bu güvensizlik karşılıklı olarak tarihimizde hep vardı.
Teolojik Özgüven Sorunu
İslam dünyasında tüm insanlık dediğimizde, hatırı sayılır ötekiler de bu geniş insanlık ailesi içinde mevcuttur. Cuma hutbelerinde sadece ümmet ve devlet dualara dahil edilir; tüm insanlık için camilerimizde namaz sonrası toplu bir dua ritüeli henüz görebilmiş değilim. Oysa Katolik ve Protestan öğretilerinde tüm insanlık sıkça vurgulanır. İngiltere’de Anglikan Kilisesi mensuplarının, karşılık beklemeksizin bizim ilahiyatçılara yıllarca burs verdiğini bilmekteyim. Ayrıca Bilgi Üniversitesi’nde 28 Şubat katsayı mağduru İmam Hatip Lisesi mezunu gençlerin yönetimdeki üstat seviyesindeki malum loca üyelerinin burslarıyla karşılıksız okuduklarına da şahidim. Türkiye’de ise bir zengin dindar hacı abi esnafın, mahalle baskısı nedeniyle Hıristiyan veya deist bir gence burs vermesi neredeyse imkânsızdır. Bu da mahalledeki teolojik bir özgüven sorununu işaret eder. Bu özgüven sorunu ayrıca öteki ve farklılıklardaki hikmeti ve güzelliği görmek yerine bu dünyaya yönelik kaygıyı da artırmaktadır. Bunun da sonuçları siyaset ve sosyolojide bugünkü şekliyle tecelli etmektedir.
Peygamberimizin (a.s.) Yahudi cenazelerine gösterdiği saygı ve veda hutbesini tüm insanlığa hitaben okuması hep dikkatimi çekmiştir. Aynı şekilde, Hanefi mezhebinin kurucusu Ebu Hanife’nin de tüm insanlığı muhatap alan risaleleri bulunmaktadır. Kâtip Çelebi, Esad Erbili ve Said Nursi de hakeza. Ne yazık ki bu anlayış geniş grup kimliği tarafından içselleştirilememiştir. İçinde bulunduğumuz, hakikatin önemini yitirdiği post-truth çağında, kapalı grup bireylerinin -yani mahallelinin- kendi dışındaki gerçeklikleri kabul etmeme eğilimi, ahlaki değerlerin sözde dava uğruna esnekleştirildiği ve katı bir fıkıh anlayışına dayalı popülist, yerel bir ideolojik din anlayışını bizlere dayatmaktadır.
Kendi yankı odası dışında bir gerçekliğin varlığını görmemenin doğal sonuçları bunlar. Halbuki öteki dışarıda değil içimizde duruyor. Ancak ondaki hakikati görebilmek ve içselleştirebilmek irademizi özgür kılabilecek, bizleri komplo dahil bilişsel kısa yollardan kurtarabilecektir.