Özgürlük Sorumluluktur
Özgürlük tek kelimeyle sorumluluktur. Sorumluluğun olmadığı yerde baskın bir doğanın diğerlerine tahakkümü, baskısı veya onları yok etme teşebbüsüyle karşı karşıya geliriz. Ve unutmayalım, özgürlük de nihayet bir kapasite ve gelişmişlik meselesidir.
Kişi her ne zaman “mutlak bir bakış” açısına kavuştuğunu zannederse, işte o zaman yanılmıştır. “O yüzden” der Nietzsche, (bu durumda) “sık sık herhangi bir hürmete ya da düşmanlığa ya da bilimselliğe ya da yüzeyselliğe ya da aptallığa sığınırım”. Çünkü insan ihtiyaç duyduğunu bulamadığı yerde ya onu yapay olarak elde eder veya sahtesini yaparak uydurur.
“Ama benim kür yapmak ve kendimi yeniden oluşturmak için sürekli, yeniden gereksindiğim en acil şey tek başına görecek kadar tek başına olmadığıma inanmaktı, görülende ve arzulananda akrabalık ve eşitlik olduğuna dair büyülü bir sanı… Belki de bu açıdan bir hayli ‘yapaylık’ içinde olduğum, bir hayli ince kalpazanlık yaptığım ileri sürülebilirdi”.
Bu, insan türünün tabiatla ilişkisi gibi bir şeydir aslında. Bir yanda verili, doğal bir tabiat ve çevre, diğer yanda o çevreye uyum sağlamaya çalışan insan türü. Başlangıçta tabiat insan varlığına üstün gelir ve onu ele geçirirken, bilhassa günümüzde olduğu gibi insan tabiatı ele geçirir veya ele geçirdiğini sanır.
Biz de öyleyizdir ve “bireyselleşme” süreci bu ikilemde oluşur. Bir yanda verili, koşullanmış insan varlığı olan doğamız, diğer yanda ona rağmen onu yeniden şekillendirmeye çalışan gayritabii diğer yanımız, irademiz. Aslında istenç ve irade sandığımız şey bile büyük ölçüde doğamız veya ondan bir parçadır.
O yüzden Kant’ın en temel problematiği insan özgürlüğüyle doğal eğilimler ve düzenlilikler arasındaki uçurum olmuştur. Bir yanda insanın özgür olma isteği, diğer yanda ise onun sıkı sıkıya bağlı olduğu ve çoğu kez adını bir türlü koyamadığı doğal nedensellikler. Burada adını bir türlü koyamadığı doğal nedensellikler derken, bunların dile tercüme edilmesindeki zorluklar veya imkânsızlıkları kastediyorum.
En Sıkı Bağlar
Doğal olan, en doğal olan veya bize öyle gelen ayrılmaz parçamız; o bile oluşturulmuş, koşullanmıştır. Özgür olmak, o en doğal gelen yanımıza bir başkaldırı, “artık duramam buralarda” türünden bir başka doğaya yönelmedir. Doğa dediğimiz, onsuz olmaz dediğimiz parçamız bile sürgit aynı kalmaz, o bile değişir ve yerini başka bir şeye terk eder.
Bu bazen kişiyi, “burada yaşamaktansa ölmek yeğdir” dediği bir ayrıma götürür. Ve artık “bizim burası” onun doğal bir parçası olmaktan çıkar ve başka bir yer onun doğal bir parçası, “bizim burası” olmaya başlar. Burada bile kişiyi sonsuz bir devinim halinde diyalektik bir ilişki sarar sarmalar. Bunların bir kısmı tıpkı yer hareketleri ve oradaki tabakalar gibi yerin altına girerken, bir kısmı tıpkı Himalayalar gibi yer üstüne ve en zirveye çıkabilir. Tabii bütün bunlar aniden değil ağır ağır ve kendi ritminde ilerler.
İnsan varlığı ve ürettikleri de öyledir. Orada da batıp çıkan uygarlıklar gibi kültürler de batıp çıkar ve istencimizin yönü sürekli değiştir. Bu değişimden hiçbir şey kaçamaz, hatta ahlak ve erdem bile. Hepsi bu döngünün emrine girer. Görkem ve utkunun her şey olduğu bir değerleri seti, zamanla mahviyet ve tevazu ile yer değiştirir.
O bile aynı kalmaz ve arkadan gelen birileri mevcut ahlakın girdiği diyalektik ilişkinin ortaya çıkardığı beklenmeyen sonu tamir etmek veya tümden ortadan kaldırarak yenisini kurmak için yepyeni bir değerler seti kurabilir. İşte bu hamleler ve kurucu adımlardır ki, bunlara tek kelimeyle “özgürlük” yolundaki büyük adımlar diyebiliriz.
Büyük Devrim Çağları böyledir. Büyük dinlerin önderleri böyledir. Bunların hepsi de artık yapı, doğa haline gelmiş ve fosilleşmiş davranış kalıplarını kırarak yeni bir çağın başlangıç tarihini başlatabilir. Bu, varlığı sil baştan yeniden tanımlama ve her şeyin hiyerarşisini sil baştan düzenlemedir.
O yüzden bütün peygamberler put kırıcıdır. Hepsi de işe putları kırarak başlar. Büyük devrimler de öyledir. Putlar da sıkı sıkıya bağlı olduğumuz o oluşturulmuş doğa, onsuz olmayacağını sandığımız şeylerdir.
Özgürlük, Özgürlük, Özgürlük
Özgürlük işte böyle anlarda ortaya çıkar ve çoğu kez patlama halinde vuku bulur. O ne muhteşem infilaktır ki, önüne ne gelirse yıkar ve yeni bir çağın kapılarını açar. Fakat bunlar bile bir anda olmaz. O da her şey gibi birikir ve zamanını bekler. Mevsimsiz çiçek açmaz. Böylece doğa, başka bir doğa; istenç, başka bir istenç olur.
Bu şu demektir: Her değer verme yeni bir perspektiftir. Ah şu insan denen varlığın o ıstıraplı ve sonsuz yolculuğu. Hani dün uğruna savaş verdiğin şeye ne oldu? Nerede o yere göğe sığdıramadığın Beyaz Atlı Prens, nerede o Mehlika Sultan! Hepsi birer hayal miydi o görüngülerin? Ya şimdi vurgun oldukların, onlara ne demeli! Onlar için sağı solu kırıp dökmelerin, bunlar da tıpkı o eski sevdalar gibi birer serap olabilir mi, ne dersin buna?
Tam da burada “özgürlük” veya hümanizma denilen şeyin pek de sağlam, oturmuş bir şey olmadığı ortaya çıkıverir. Oysa her şey doğal eğilimler diye onun üzerine kurulmamış mıydı? Ne oldu, sağlam ve suret-i katiyede değişmez dediğimiz o doğa nereye gitti? O da bir serap, bir hayal miydi, yoksa o da başka bir perspektiften bizim ürettiğimiz yeni bir görüntü, bir değer miydi?
O da bir değerdi ve o da oluşturulmuş, sonradan üretilmiş bir doğaydı. Özgürlük dediğimiz şeyle doğa dediğimiz şey arasında ince bir çizgi vardı ve bazen bu çizgi bile kaybolacak, görünmez olacak kadar inceliyor, sanki de yok oluyordu. İrade işte bu yüzden “cüz’î”, çok cüz’î bir şeydi. Özgürlük de öyleydi ve her şeye, kim ne derse desin her şeye hâkim olan sadece yazgıydı.
Bazıları yazgıyı bu kadar öne çıkarmamı yadırgıyor olabilir ama kim ne derse desin böyledir bu. İçinde Tanrı vergisi insan doğasının ürettiği sonsuz kadar eğilim, kültür, birikim, başat nedensellik dizgeleri ve bunlara bağlı veya bunlardan bağımsız sayısız değişkenin devrede olduğu bir kazan, sürekli kaynayan muazzam bir eriyiğin içindeki kimyasal bir bulamaçtı karşı karşıya kaldığımız; sayısı, ısısı ve diğer her şeyi belirli bir deney tüpü değil.
Adına özgürlük dediğimiz dille üretilen nedensellik dizgeleri, deney tüpü içindeki varsayım ve tasarımlar; yapıp ettiklerimiz de bu varsayıma göre kendimizi ve doğayı test etme, deneme teşebbüsleriydi. Bilim dediğimiz şey de buydu. Belli varsayım ve modeller içinde tabiat ve içindekileri deneme tecrübeleri.
Özgürlük de buydu, doğaya tasarruf etme yetkesi.
Ya Sorumluluk
Özgürlük buydu bu olmasına ama doğaya tasarruf etme yetkesi de sonsuz bir yetke ve yetki değildi. Hem yeteneklerimiz hem de yetkimiz sınırlıydı. Ahlak işte burada başlayıp burada bitiyordu. Ahlakın pratiği de tıpkı “pratik aklın eleştirisi” gibi, soyut olarak anlaşıldığı gibi değildi, o da devir ve çağa göre farklı şekillere girebilirdi. Tıpkı dinin tek, şeriatların çeşitli olması gibi ahlak da tek olabilirdi ama pratiğe aktarılma şekil ve araçları farklılaşabilirdi.
Burada anahtar kavram sorumluluktu. Tanrı’ya, kendimize, diğer insanlara ve doğaya karşı sorumluluk! Sorumluluğun olmadığı yerde tiranlık başlardı. Hem de en ilkel çağların tiranlığından daha ilkel ve daha acımasız bir tiranlık. Hele bu günümüzde olduğu gibi gücün kendinde temerküz ettiği devlet aygıtının en gelişmiş silahlarıyla donanmış bir tiranın elinde olursa, o zaman tiranlığın boyutları da o derece inanılmaz olurdu.
Böyle dönemlerde sorumluluğun da keyfî ve bireysel olandan çıkartılarak anayasal ve kurumsal olan bir şekle dönüştürülmesi, bunun da öngörülebilir ve rasyonel bir zemine çekilmesi gerekebilir ki çağdaş demokrasilerin alamet-i farikası budur.
Bizim demokrasi tarihimiz de o ilk “Kanun-i Esasi” tartışmalarından günümüze sürekli olarak bunun mücadelesi, keyfiliğin sona erdirilmesinin mücadelesi olarak geçmiştir. Bugün de ana davamız budur. Sorumluluğun tahkim edilmesi ve sağlam kazığa bağlanması, bütün mücadele budur. Özgürlüğün bedeli bazı anlarda değil, tarihin her devrinde pahalı olmuştur ve olmaya da devam edecektir. Özgürlük, öyle sanıldığı gibi dileyenin dilediğini yapması değil, bütün perspektiflere saygıyı güvenceye almakla yaşayabilir.
Özgürlük tek kelimeyle sorumluluktur. Sorumluluğun olmadığı yerde baskın bir doğanın diğerlerine tahakkümü, baskısı veya onları yok etme teşebbüsüyle karşı karşıya geliriz. Ve unutmayalım, özgürlük de nihayet bir kapasite ve gelişmişlik meselesidir. O da çıplak elle değil, sermaye mallarıyla yapılır.
İçeriden ruhun gelişmiş malzemeleri, dışarıdan da gelişmiş kurumsal araçlarla yapılabilen bir işlem, ameliyedir özgürlük. O da “bizim burası” sandığımızla “öteki” sandığımız şeylere karşı aynı mesafede durabildiğimiz ya da aradaki mesafeyi asgariye indirebildiğimiz ölçüde mümkündür. Bu da nihayetinde bir kapasite ve gelişmişlik seviyesiyle ancak mümkün olabilir: Gelişmişlik seviyesi, yani gelişmiş araçlarla. Bu farkı kapatabildiğimiz kadar özgür, kapatamadığımız kadar da bağımlı ya da esaret içindeyiz.