Popülizm Çağında Toplumu Yeniden Kurmak

“Kurgu” ile “olgu” arasındaki gerilim artmış, refah seviyesinde ciddi bir gerileme, gelir dağılımında had safhada bozulmalar, gizlenemez hale gelmiş yolsuzluklar, artan baskılar ve sair olumsuz gelişmelerle söylemler arasındaki mesafe büyümüşse, tarih ve kültürün kendisi de dâhil her şeyi temellük etme, ele geçirme ve iktidarı tahkim etme süreci kendi doğal sınırlarına ulaşmış demektir.

Popülizm Çağında Toplumu Yeniden Kurmak

“İktidar iktidarsız kişilerin de başına vurur”[1]

Elias Canetti

 

İnsanda bilişsel yeteneklerin düzenlenmesi ve kalıplanması diğer herhangi bir canlıdan çok daha derinlere iner. Bu, dil öncesi, henüz daha çocukken, insanın dikkatini bir referans kişiyle birlikte aynı hedef ve objeye yönlendirebilme yeteneğiyle ilgili özel bir durumdan kaynaklanır. Bunun anlamı; kişinin, bakışlarını başka bir referans kişi ya da kuramla birlikte kendisine de yöneltebilmesi, kendini o “deneyim” üzerinden tanımlama ve yapılandırması demektir. İşte bazılarının bilinçdışı da dediği bu ikinci egoya, alter ego denir.

 

Pekâlâ, bu alter egonun demokrasi ve kişinin kendini başkası üzerinden üretmesi, inşa etmesiyle ne gibi bir ilişkisi olabilir? Sosyal bir varlık olan insanın bu tarz bir ilişki içinde olması tabiidir. İnsan toplumsal bir öznedir ve her şey burada, bu zeminde başlar. Bu, kişinin kendini sadece kendi kendisiyle değil, sosyalleşme süreçlerinin toplamıyla kurması, düzenlemesi demektir.

 

Öznel deneyimlerin özneler arası sınanması üzerinden sosyal ve doğal çevreyi nesnelleştiren bu süreç sadece burada kalmaz. Bir sonraki aşamada aynı süreç, kişiyi kuran ilişkiler ağı ve sosyal ve fiziki çevreye atıfta bulunarak bu ikisini de yeniden yaratır. Bu demektir ki sosyal ve doğal çevre olarak nesnelleştirilen şeyler; bizatihi gerçekliğin kendisi değil, bir dizi deneyim ve nihayetinde sosyal mutabakatla ulaşılan kavramsal çerçevelerdir. Bu, bir bakıma Kant’ın ikili ayrımına da uygun bir tanımlamadır.

 

Yaşanmış Anılar

 

İnsan ve insan eseri her şeyde söz konusu doğal nesnellikler yanında bir de “yaşanmış süreçlerin anısı” vardır. Bunların her biri, hatta ilksel olanları bile “birer içsel doğruluk veya “yanlışlık öğesi olarak” [2] davranışları belirleyebilir. Bunların ilksel olanları arketipler ve semboller halinde bilinçdışının derinliklerinde uykuya dalmış gibi gözükse de perde gerisinde görünmeyen sahne yönetmeni gibi ve sözsüz olarak “düşüncenin olasılık ve zorunluluklarını düzenleme” sürecine katılır.

 

Etkileri beyin mitolojisinin doğal (hücreler, atomlar, titreşimler vs.) ve kültürel (imgeler ve simgeler) sınırları içinde aranabilecek bu alan, bilinçdışı; farkında olalım ya da olmayalım her an hayatımızın içindedir.

 

Bunun dışında bilinçli alanın halleri vardır. Bunların bir kısmı bilinç düzeyine çıkan ve “dil dışında gerçek hiçbir varlığı olmayan” bazı kabul ve gerçekliklerdir. Bunlardan bazıları sadece görenek ve alışkanlık halindeki bağlamından kopartılmış içeriklerdir. Genellikle sosyal şizofreninin yaşandığı toplumlarda görünen bu tür dilsel yarılmalar, bilhassa popülizmin hâkim olduğu ülkelerde politik ayrışmaların da nedeni olabilir.

 

Bazı yerlerde gruplardan biri büyük ölçüde kamuoyunu belirleme tekelini ele geçirebilir ve sadece kişilik değil, diğer bütün kolektif kimlikleri buna kurban eder. Artık yeni Tanrı “millî irade” patenti altında “çoğunluğun kendisi” olur. Bu durumda düşünce onun emrine verilir, her şey onun tarafından koşullandırılır. “Yeni bir Tanrı; ama büyük devrimlerin habercilerinin düşündüğü anlamda, yani varolan adaletsizliğe karşı direnen bir güç olarak değil, uyumsuz olan her şeye karşı direnen bir güç olarak…” (Horkheimer, 2016: 78).

 

Büyük Uyum

 

Her şeyin büyük uyuma -buna siz millî birlik ve beraberlik de diyebilirsiniz- kurban edildiği bu gibi durumlarda, demokrasi ve anayasal özgürlükler ve bunların ahlaki içeriği dâhil her şey bu büyük uyuma kurban edilir.

 

Bu sefer de hayatımızın seyri bu “büyük uyum” etrafında şekillenmeye başlar. Bilhassa propaganda araçlarının had safhaya ulaştığı modern devirlerde buna devasa medya aygıtları ve onların seremonileri eşlik eder.

 

Tarihsel süreç içindeki her şey, kurgu gereği bu bütünün parçası olur. O kadar ki her türlü gaile, ihanet ve engele rağmen doğal mecrasında kendiliğinden oluşmuş bir şeymiş gibi sunulan mevcut durum, epik bir ambalaj içinde yeniden yaratılır. Bütün bunlar film ve sinema endüstrisi, iletişim ve algı tekniklerinin imkânları ve devasa medya gücüyle yürütülür.

 

Her şeyin toplumsal bir laboratuvar malzemesine dönüştürüldüğü böylesi bir ortamda, tarihin kendisi ve ulus da dâhil her şey bu muhayyel kurgu üzerinde yeniden tanımlanır. Ülkedeki ekonomik başarısızlık ve sosyal adaletsizlik gibi her ne varsa, bunların tamamı bu büyük başarının doğal maliyeti olarak gösterilir.

 

Devletin bekası, iç ve dış tehdit türünden sayısız argüman bilinç ve bilinçdışının bütün imkânlarıyla toplum üzerine boca edilir. Bütün bunlarla kişi ve toplum davranışları yeniden kurulmak istenir. Yukarıdan beri adını koymaya çalıştığımız “alter ego” işte bu bağlamda, ideolojik ve kurgusal bağlamda yeniden oluşturulmak istenir.

 

Sona Doğru

 

Bu tür durumlarda tarihsel ve güncel olarak yaşanmış ve yaşanan bütün bir olan, olanlar serisi yeniden temellük edilir, ele geçirilir ve bir iktidar enstrümanı olarak kullanma yoluna gidilir. Bu gibi durumlarda vakıanın kendisiyle (hayat) kurgu çatışmaya başlar.

 

Hayat dediğimiz, anayasayla güvenceye alınmış bütün bir kişisel ve toplumsal haklar, patent, lisans, telif ve mülkiyet hakları, toplantı ve gösteri hakları gibi temel haklarla ekonomik refahın adil biçimde bölüşülmesi, refah seviyesinin artırılması, yolsuzlukların asgari seviyeye indirilmesi, adil yargılama hakkı ve yargıç güvencesinin sağlanması gibi her gelişmiş demokraside rastlayabileceğimiz şeylerdir.

 

Şayet, hayat bunların tam karşı bir eksende, negatif bir yerde konumlanmaya başlamış ve “kurgu” ile “olgu” arasındaki gerilim artmış, refah seviyesinde ciddi bir gerileme, gelir dağılımında had safhada bozulmalar, gizlenemez hale gelmiş yolsuzluklar, artan baskılar ve sair olumsuz gelişmelerle söylemler arasındaki mesafe büyümüşse, tarih ve kültürün kendisi de dâhil her şeyi temellük etme, ele geçirme ve iktidarı tahkim etme süreci kendi doğal sınırlarına ulaşmış demektir.

 

Bu sefer de devreye başka enstrümanlar sokulur. Bu defa hakikatin kendisi ve doğuştan gelen temel hak ve özgürlükler tekrar be tekrar tersinden ve yeniden üretilerek küresel bir saldırı, büyük uyum olarak sunulan muhayyel kurgu da dışarıdan gelen küresel dalgalara karşı millî direnişin sembolü olarak sunulmaya başlanır.

 

Dahası, “ulus” da yurttaşlık bilincine varmış özgür yurttaşların anayasal güvenceyle eşitlendiği kurucu bir özne olmaktan çıkartılarak, arkaik bir illüzyonla “büyük uyumun” nesnesi haline getirilmek istenir.

 

Fakat bir defa vazo kırılmış, toplum olanla olması istenen arasında bölünmüş ve bütün değer dizgesi toz haline gelmiştir. Bu, dilin bozulması demektir. Bu tür durumlarda her şey büyük bir çöküntü içindedir. M.Ö. 431’den sonra çürüme sürecine giren Hellas böyledir.

 

“Kelimelerin alışılmış anlamları çarpıtılıyor, kelimeleri kullananların davranışlarını örtüyordu. Kaygısızca sorumsuzluk, kahramanca sadakat sayılıyordu. İhtiyatlı bir çekimserlikse yüce bir adın maskesi arkasına gizlenmiş korkaklık olmuştu. Ilımlılık yüreksizlik, akıl politikası ise bir laissez faire politikası gibi işlem görüyordu. Cezbeye tutulmuş bir fanatizmdi halkın davranış ülküsü, insafsız entrikaysa meşru bir korunma yöntemiydi.

 

Bütün bunların nedeni yırtıcı, rekabetçi itkilerden doğan iktidar hırsıydı. Bunlar, çatışmaya yol açan itkilerdir ki çatışmadan da ihtiras doğar. Hellas’ın bütün ülkelerinde parti önderleri sesi kulağa hoş gelen tantanalı laflar icat ettiler ve yalnız lafla hizmet ettikleri kamu çıkarından kendilerine pay alabilmek için ya kitleler için politik eşitliğin ya da ılımlı tutuculuğun savunucusu kesildiler.

 

Kötü bir iş yapacakları zaman, adlarının ahlaksıza çıkmaması için, olanı yanlış tanıtmaktaki yeteneklerine güveniyorlardı”[3]  

 

Yukarıdaki ifadeler bugüne ait değil, 2.553 yıl önceki bir devrin hikâyesi, oradaki ahlaki yozlaşmanın tasviri. Böylesi bir devre, sadece politik bir değişimle değil, köklü bir restorasyonla ancak içinden çıkılabilecek toplumsal bir mutabakatı icbar eder; aksi, toplumsal bir çözülme, çöküş demektir.

_

[1] Canetti, Elias, (2014), İnsanın Taşrası, (çev.) Ahmet Cemal, Sel Yayıncılık, İstanbul, s. 49.

[2] Horkheimer, Max (2016), Akıl Tutulması, (çev.) Orhan Koçak, Metis Yayınları, İstanbul, s. 104.

[3] Toynbee, A. (1978) Tarih Bilinci-I, Bateş Yayınları, İstanbul, s. 250-251.

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.