Populizm Trump ile Gelmedi, Onunla da Gitmez

Trump’ın gitmesi, sıradan insanların sadece kendisi için çalışan siyasetçilere, küresel zevklere sahip elitlere ya da işlerini ellerinden aldığını düşünen göçmenlere karşı öfkesini dindirdi mi? Bilakis, hayır. Üstelik, eğer Demokratlar bizim bildiğimiz gibi davranırlarsa, kendilerine oy veren diğer öfkelileri de kolaylıkla karşılarına alabilirler.

populizm trump ile gelmedi

3 Kasım 2020 tarihinde yapılan ABD Başkanlık seçimlerini Demokrat Joe Biden’ın kazanması ve dünya kamuoyu tarafından pek de sevilmeyen “Reality Show Yıldızı” Donald Trump’ın kaybetmesi, tabir yerindeyse küresel bir öforiye yol açtı. Biden’ın başkanlığı döneminde ABD’nin uluslararası itibarını yeniden kazanması; “USA First!” diyen bir tek taraflı bir politika geliştirme döneminin sona erip yeni çoktaraflılığa bırakması; Trump’ın neredeyse imha ettiği diplomatik kurumların yeniden inşası uluslararası ilişkiler alanındaki beklentiler arasında.

 

Yeni başkan döneminde COVID-19 salgınıyla daha etkin mücadele edileceği, hükümetin aşının geliştirilmesi ve herkesin tedavilere kolayca erişimi konusunda daha aktif rol oynayacağı ve bir an önce salgının sona erip “normal” hayata dönüleceği umuluyor. Büyük ölçüde salgın nedeniyle yerle bir olmuş olan ABD ekonomisinin de Biden döneminde yeniden canlanacağı, 10 milyona varan işsiz sayısının “yeniden açılma” ile azalacağı ve ekonomik büyümenin sağlanacağı yönünde de öngörüler var.

 

ABD’nin diğer önemli sorunları olan ekonomik eşitsizlik, yoksulluk, ırkçılık ve bir anlamda küresel bir sorun olan iklim değişikliğiyle ilgili adımların da salgın ve işsizlikle mücadeleyi takiben çözüleceğine dair bir umut var.

 

Biden’ın seçim kampanyasında sık sık bu konulara değindiğini hatırlarsak, doğru olabilir. Tabii seçilmiş politikacılarının sözlerini tutmakta pek sadık olmadıklarını hatırlayalım, bu konuda düzenli ölçüm yapan PolitiFact sitesine göre Trump kampanyasında verdiği sözlerinin sadece %25’ini tutmuş, Obama’da bu oran %47 ve Trudeau’da %62. Biden’ın sözlerinin ne kadarını tutacağını zaman gösterecek.

 

Biden Başkanlığı’nın ülkemiz için ne tür sonuçları olacağı detaylı olarak tartışıldı. Genel olarak “reelpolitik” perspektifinden bakmaya çalışıp ABD’nin Türkiye’ye ihtiyacını vurgulayanların yanı sıra, Biden’ın Ortadoğu politikaları ile insan hakları ve demokrasi konusundaki olası tutumunun Türkiye’nin işini zorlaştıracağını söyleyenler de bulunuyor.  Olumlu ya da olumsuz, Biden döneminde ABD-Türkiye ilişkilerinin “daha öngörülebilir” olacağını vurgulayıp, geçelim.

 

[İlgili Okuma: Amerika’nın Joe Biden Tercihi Nasıl Okunmalı?]

 

Daha geniş perspektiften baktığımızda, Biden’ın seçilmesinin en önemli küresel sonuçlarından birinin küresel popülist dalganın sona ermesinin ipuçlarını verdiğini düşünenler olduğunu görüyoruz. Biden’ın seçilmesiyle Johnson, Orban ve Bolsonaro gibi popülist liderlerin de önümüzdeki dönemde seçim kaybedeceklerine inanan yorumcular bulunuyor.

 

Özellikle de uluslararası alanda Trump’ın desteğinden ve sempatisinden yararlanıp iktidarını pekiştiren Orta Avrupalı liderlerinin işlerinin daha zor olduğuna dair bir kanı da yaygınlaşıyor. Bu görüşe göre Biden, “liberal olmayan” liderlerin yerel politikalarına karşı daha hoşgörüsüz olacak. En azından Biden’ın “ötekine oy vermek istemeyenlerden” bir koalisyon kurma stratejisinin, kutuplaşma üzerine inşa edilmiş popülist lider iktidarlarına karşı bir oyun planı olarak kullanılabileceği düşünülüyor. İktidarı düşürmeye odaklı bir minimum kazanan koalisyonun popülizme karşı bir çare olacağına inananlar var.

 

Amerikan İstisnacılığı İş Başında

 

Elinden geldiğince dünya ve yurt meselelerine karşılaştırmalı bakmaya çalışanların önünde önemli bir engel var: Amerikan istisnacılığı… ABD’nin kendisine özgü tarihsel, coğrafi ve siyasal koşulları nedeniyle dünyanın geri kalan kısmından çok farklı olduğunu, dolayısıyla karşılaştırılamayacağını savunan bu görüş nedeniyle şöyle bir durumla karşı karşıyayız: Herhangi bir şey ABD’de olmadan olmuş sayılmıyor; ABD’de olan bir şeyin dünyanın geri kalanında olacağı düşünülüyor.

 

Popülizm, 2016’da Trump ABD başkanı seçilene kadar bir avuç akademik insanın ilgi alanıyken; ABD’de bir popülistin iktidara gelmesiyle Google aramalarında bile niceliksel bir sıçrama yaşandı. Google Scholar’da 1990-2015 arasında toplam 91 bin giriş varken, 2016-2020 arasında bu rakam 50 bin oldu.

 

Cambridge Sözlüğü’nün 2017’de Popülizm kelimesini yılın kelimesi seçmesi bu artan ilginin doğrudan bir sonucu ve “havalı olmadan önce de ben popülizm çalışırdım” tavrını sergileyenleri pek mutlu etmiyor. Bu akıl yürütmeyi takip edecek olursak, Trump’ın ABD’de kaybetmesinin bir “anti-popülist” dalgayı tetikleyeceğini düşünenleri anlamak mümkün, çünkü “ABD’de olan, her yerde olur!”.

 

Bu genellemenin çok da yanlış olduğunu söyleyemeyiz, başta demokrasi olmak üzere bir çok kurum önce ABD’de doğdu ve oradan dünyaya yayıldı. ABD’nin siyasi hayattaki bu öncü rolünü yadsımak yanlış olur, çünkü Tocqueville’in de belirttiği üzere Amerikan demokrasisi ve onun pratikleri bir prototip oluşturuyor.

Bültenimize Üye Olabilirsiniz

Buna seçim kampanyalarını, kamuoyu araştırmalarını, mikro-hedeflemeyi, münazaraları ve diğer bütün pratikleri örnek olarak gösterebiliriz, hatta ABD tipi başkanlık sisteminin de yeni kurulan ulus-devletler arasında moda olduğunu da biliyoruz, aynı etkin sonucu üretmese de. Ancak popülizmin yenilmesi konusunda ABD’nin bir örnek teşkil etmesinin pek mümkün olduğunu söyleyemeyiz.

 

Popülizmin Trump ile sona ermemesinin sebebi, tarihsel olarak önce vuku bulması ile ilgili değil. Trump kadar “stereotipik” bir karakterin mağlubiyeti bir salgına dönüşebilirdi, küreselleşmiş dünyada siyasi modalar da tiktok videoları kadar hızlı yayılıyor. Trump’ın “son popülistlerin ilki” olmamasının sebebi, popülizmin doğmasına yol açan faktörlerin hala var olması. Tıpkı Marksizm’de olduğu gibi, nasıl Marx’ın sorduğu soruların yanıtları verilmeden Marksizm sona ermezse; popülizmin sorduğu sorular da yanıtlanmadan popülizm bitmez.

 

Popülizmin Yanıtsız Soruları

 

Popülizmin hangi şartlar altında doğduğunu ve serpilip yaygınlaştığını hatırlamamız gerek. Popülizmi tarif etmek üzere toplanan sosyal bilimcilerin kararı “popülizm tarif edilemez” olmuş, bu işe girmeyelim. Ama Shakespeare’in de dediği gibi, “Adın ne değeri var? Şu gülün adı değişse bile, kokmaz mı aynı güzellikte?” Popülizmin bin çeşidini nasıl tarif edersek edelim sorduğu sorularda ortaklaştığı bir gerçek.

 

Popülizm, krizlerin evladı… Ne zaman bir siyasal ya da iktisadi kriz olsa ve ülkenin müesses nizamı bu krizi çözmekte başarısız kalsa; bu krizleri farklı bir yöntemle, genelde de “saf ve temiz” halkın bağrına dönerek çözeceğini iddia eden popülist liderler/hareketler ortaya çıkıyor. 

 

Çok farklı gelişmelerin birbiriyle etkileşiminden doğan krizlerin iktidar sahiplerini başarısız kılması kaçınılmaz, başarısızlıklarını halka izah etmekte de zorlanırlar haliyle… İşte, krizin yarattığı sorunlar çözül(e)mediği zaman ellerinde sihirli değnekleriyle büyücüler ya da kılıçlarıyla İskenderler gelir ve düğümü tek hamlede keserler… Ya da kestikleri izlenimini yaratırlar.

 

Eğer şansları yaver gitmezse, kesmeleri mümkün olmadığından; çözümü bir müsebbip, bir günah keçisi aramakta bulurlar. Başa gelen kötü şeylerin bir sorumlusu olmalıdır -çünkü insanlık hali olarak başımıza gelen kötü şeylerin sorumlusu başkalarıdır- onlar da büyük olasılıkla “saf ve temiz”, idealleştirilmiş halkın dışında kalanlar; yani ötekilerdir.

 

Kimleri ekleyebiliriz bu ötekilere? Adı üzerinde popülist bir politikacı için elitler -müesses nizam olarak okuyabilirsiniz- bunların başında gelir. Siyasetçiler, gazeteciler, generaller, sanayiciler ve benzeri iktidar sahipleri günah keçilerinin başında gelir. Yaşam tarzları nedeniyle halkına yabancılaşmış, halkının iyiliği yerine kendi menfaatlerinin peşine düşen bu elitler, hedefe ilk konulanlar olur.

 

Bunları, harici düşmanlar ve onların dahili işbirlikçileri izler; yaşam tarzı, ideolojisi, eğitimi ya da oturduğu mahalle itibariyle, bunlar da halkına yabancı unsurlardır. Sonra sıra bizimle yaşama şanssızlığını taşıyan azınlıklara gelir, onlar zaten kan itibariyle “öteki” olduklarından, hedef tahtasına koymak zor olmaz. Bütün bu süreçte liderin ağzında her şeyi halkına vermek bulunsa da; sonuçta gidenlerin yerini başka bir elit alır, ancak liderin ve ekibinin halktan biri olma iddiası asla sona ermez.

 

Sadece siyasette değil; evde, apartman yönetiminde, spor kulüplerinde ya da sınıflarda, insanın ve güç için mücadelenin olduğu her yerde bu izleği rahatlıkla görürsünüz; popülist tarz kolaylıkla başvurulacak ilk enstrüman olarak görülür.

 

Eski popülizmleri geride bırakalım, günümüz popülizminin neden beslendiğine bir bakalım. Üzerinden yeterince zaman geçtiği için neredeyse emin olarak biliyoruz ki popülizmin son dalgasının en önemli sebebi 2008 Finansal Krizi… Yaz aylarında ABD’de başlayan ve bütün dünyayı saran bu finansal kriz çok kısa zamanda ekonomik krize evrildi. Bir iddiaya göre bankacılık sistemi kuruluşundan bu yana ürettiği bütün katma değeri birkaç ay içerisinde berhava etti, insanlar işsiz ve evsiz kaldılar. Aradan geçen 10 yıla baktığımızda başta ABD olmak üzere bazı ülkelerin ekonomik açıdan büyümeyi ve işsizliği azaltmayı başardığını görüyoruz; ancak krizin yarattığı eşitsizliklerin ve kırılganlıkların çözülmesinde bir arpa boyu yol alınmamış.

 

ABD’de Obama yönetimi ekonomik büyümeyi sağlasa da; politika tercihlerini her zaman bankacılar ve finansçılardan yana kullandı, sıradan halka ise sadece vaatler kaldı. Avrupa Birliği bu sınavdan başarısızlıkla çıktı, başta Yunanistan olmak üzere Güney Avrupa ülkeleri %40’lara varan işsizlik oranlarıyla mücadele ediyorlar. Kürenin geri kalanı da daha iyi bir durumda değil, yaşam standartlarındaki düşüşü bir kenara bıraktım, geleceğe dair umutlarını yitirmiş durumdalar.

 

İşte bu koşulların doğurduğu hınç ve öfke duygusu, popülist politikacıları iktidara taşıyan temel faktör oldu. Trump’ın 2016’da “Pas Kuşağı” adı verilen ve bugün hepimizin yerlerini ezberlediği eyaletlerden çok yüksek oy alması, ona seçimi getirdi. Çünkü o bölgelerde kurulu fabrikalarda yaşamlarını harcamış beyaz seçmenler, 2008 sonrasında fabrikaların kapanıp işsiz kaldıklarını, ipoteklerini ödeyemediklerini görmüşlerdi; Obama yönetimiyse elindeki fonları bankaları kurtarmaya akıtmaktaydı.

 

[İlgili Okuma: Trump Kaybetti, ABD 2016’ya Döndü!]

 

Üstelik yıllarca sahip oldukları “beyaz adamın üstünlüğü” inancı, siyahi bir Başkan ve yakın çevresi tarafından alt üst edilmekteydi. Bunun sonucunda oy verme günü geldiğinde kendileriyle hiçbir ortak yönü olmayan bir “Limuzin Demokratı” yerine, milyarder de olsa onların gönlünü okşamayı bilen Trump’ı seçtiler.

 

Son dört yılda Trump bu öfkeli ve etrafında olup bitenlere tiksinti duyan seçmenler için bir şey yaptı mı? Hayır. Her ne kadar Şubat 2020’ye kadar ABD ekonomisi sürekli büyüme gösterip, işsizliği azaltmış olsa da; o seçmenlerin yaşamları çok değişmedi, çünkü küreselleşme denen çağda onların sahip oldukları değerleri yeniden inşa edecek güç kimsede bulunmuyordu. Yine öfkelilerdi, ancak bu kez Beyaz Saray’da en az onlar kadar öfkeli, kendilerine benzeyen bir başkan vardı ve Çin’den başlayıp Kanada’ya kadar herkesi hiddet yağmuruna tutuyordu.

 

Eğer salgın olmasaydı, yine seçim günü geldiğinde gidip Trump’a oy verirlerdi -ki verdiler muhtemelen-, Biden’ın onlara vaat ettiği herhangi bir şey yoktu çünkü. Tek fark, bu kez Trump’ın da sürekli aşağılayarak, ötekileştirerek ve hedef göstererek öfkelendirdiği insanlar vardı, okumuş beyazlar, kadınlar, okumuş siyah kadınlar; neredeyse tulum çeker gibi bütün bu segmentlerden Biden’a oy yağdı ve Trump, Beyaz Saray’ı terk etmek zorunda kaldı.

 

Trump’ın gitmesi, sıradan insanların sadece kendisi için çalışan siyasetçilere, küresel zevklere sahip elitlere ya da işlerini ellerinden aldığını düşünen göçmenlere karşı öfkesini dindirdi mi? Bilakis, hayır. Üstelik, eğer Demokratlar bizim bildiğimiz gibi davranırlarsa, kendilerine oy veren diğer öfkelileri de kolaylıkla karşılarına alabilirler.

 

Ünlü ekonomist Daron Acemoğlu “Trump Son Amerikalı Popülist Olmayacak” adlı yazısında küreselleşmenin ve teknoloji devlerinin gelişmesinin düşük eğitimli seçmenin gelirini hiç olmadığı kadar düşürdüğüne işaret ediyor ve sadece gelir dağılımını düzeltmeye çalışmanın yetmeyeceğini, küreselleşme ve dijital teknolojilerin bu “kaybedenler” için de olanaklar sağlayacak şekilde düzenlenmesi gerektiğini savunuyor.

 

Dani Rodrik, Trump’ın oy sayısını dört yıl öncesine göre arttırdığına dikkat çekerek “daha eğitimli ve metropollerde yaşayan seçkinlerin partileri konumuna gelen” sol partilerin, geleneksel oy tabanı olan orta ve alt sınıftaki seçmenlere arkasını dönmeye başladığını vurguluyor ve “kültürel” elitler kendileriyle aynı safta olmayanları küçümsemenin cazibesine kolayca kapılabiliyorlar.

 

Rodrik, eğer Trump’a oy veren 70 milyon seçmene empati duyulup küreselleşmeden kaynaklanan kayıpları giderilmezse, 2024’ün şimdiden kaybedilmiş sayılması gerektiğini savunuyor.

 

Farklı Bir Akıl Geliştirmek Gerek

 

Görüldüğü üzere Biden’ın seçilmesinin yarattığı öforiyi herkes paylaşmıyor, bu duygusal kutuplaşma bile durumun vehametine işaret edebilir. Tipik bir Demokrat Partili siyasetçi olan 78 yaşındaki Biden’ın istenilen empatiyi gösterip göstermeyeceğini zaman içerisinde öğreneceğiz, belki de bu duyguları ve anlayışı beslediğini ifade etmek Kamala Harris’e kalacak; bununla birlikte popülizm ateşi harlı olmasa da yanmaya devam edecek, herhangi bir kriz ya da skandal bu ateşin Beyaz Saray’ı bu kez hem sağdan hem soldan sarmasını kolaylıkla sağlayabilecek.

 

Küresel popülizme gelince, “popülist otoriter” liderler diye yaftalanıp ideal bir siyaset tasvirinin ötekisi olarak “ötekileştirilenlere” ne olacak? Onların iktidara gelmelerini sağlayan sorular da yerinde duruyor. AB ya da diğer ulusötesi kurumların bu halklara herhangi bir faydasının dokunmadığını salgın günlerinde hep beraber gördük.

 

Salgının tetiklemesi muhtemel ekonomik krizler öfkeli seçmenleri daha da kızdırmaktan başka hiçbir işe yaramayacak, çünkü yöneticilerinin bu büyüklükte bir krizi atlatmalarına sağlayacak silahları ellerinde yok, her ülke Almanya kadar şanslı değil. Salgının bir sonraki dalgasının yaratacağı yıkımı ülkelerin tek başlarına nasıl karşılayabileceğini bilmiyoruz, tek bildiğimiz salgın sırasında popülist liderlerin demokrasiden kolaylıkla taviz verebildikleri.

 

Uluslararası ortamsa ne yazık ki dayanışmayı değil, rekabeti teşvik ediyor, birbiri ardına keşfedilen aşıların “önce beyaz insanı” kurtarmak için kullanılacağı, dünyanın geri kalanının kendi başının çaresine bakmak zorunda kalacağı görülüyor.

 

Ekonominin sarsılacağı, salgının daha büyük acılara yol açıp insanlarda umutsuzluğa yol açacağı açıkça görülürken; rüzgara karşı bir yolculuğa çıkıp dayanışma ve anlayışı savunacak bir uluslararası iklim yaratılabilir mi? Sadece kazanılan ekmekte değil, insanların gördükleri davranışta da bir adalet hakim kılınabilir mi? Bütün bunları itibarını kaybetmiş Birleşmiş Milletler, IMF, Dünya Bankası, Dünya Sağlık Örgütü ve Avrupa Birliği gibi kurumlarla yapmak mümkün olur mu?

 

İrade gösterse dahi Biden bunları tek başına yapabilecek kadar güçlü değil ne yazık ki. İrade gösterebilir mi, kafasını Demokratlara 2024 seçimlerini kazandırma çabasından öteye götürebilir mi, bilmiyoruz. Bunu başarabilmek için kendi evinden öteye odaklanmış bir akıl gerekiyor, onun da varlığı şüpheli.

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.