Popülizmin Temeli Lider Kültü

Muhalefet Erdoğan’ın gitmesiyle bütün sorunların çözüleceğini söylüyor. ‘Erdoğan giderse her şey çok iyi olacak’ diyor. Ama bundan sonra ortaya çıkacak olan kurumsuzlaşmış, kuralsızlaşmış idari yapı ne olacak?  Sistem nasıl yeniden yapılandırılacak, kimlerle bu yapılacak? Çok büyük bir soru işareti bu ve muhalefetin bunun üzerine düşünmesi lazım.

ahmet insel

Son yıllarda liberal demokrasilerin krizine ve maruz kaldığı meydan okumalara yönelik yoğun bir tartışma var. Akademi, medya ve siyaset popülizmden otoriterizme farklı birçok başlık altında, küresel düzlemde yaygınlaşan milliyetçilik, kutuplaşma ve güçlü lidere yönelme eğilimlerini anlamaya çalışıyor. Bu tartışmalarda da Türkiye’ye de sıklıkla referans veriliyor.


Bu literatürü yakından takip eden ve birkaç ay önce ortak yazar olarak Fransızca yayınladığı “Otoriter Nasyonal Kapitalizm: Demokrasi için bir Tehdit” kitabıyla aktif olarak katkıda bulunan Ahmet İnsel ile kapsamlı bir söyleşi gerçekleştirdik. İnsel ile otoriter siyasal eğilimlere yönelişin yapısal dinamiklerini, dünyadaki farklı otoriter modelleri, popülizm tartışmalarını ve Türkiye’nin bu tartışmalardaki yerini konuştuk.

 

Son yıllarda, liberal demokrasiler güç kaybediyor. Birçok ülkede liberal-demokratik aktör ve kurumlar zayıflarken, popülist liderler ve aşırı sağ partiler ise güçleniyor. Bu eğilimi besleyen siyasal, ekonomik ve kültürel dinamikler neler? Toplumlar neden popüler-otoriter liderler ve programlar etrafında toplanıyor?

 

Liberal demokrasinin macerası 200 yıllık bir macera. Onun son döneminde liberal demokrasiler kendilerini çok fazla liberalizmin özel bir versiyonu olan neo-liberal politikalara, bu politikaların yön verdiği yeniden yapılandırmalara teslim ettiler. Bu neo-liberal yapılandırma -çok kısa özetlersem- toplumun bütün alanlarını piyasa ekonomisi modeli etrafında örgütlemek hedefine dayalıdır.

 

Piyasa ekonomisini kurmak ya da güçlendirmek değil, toplumun tüm alanını piyasa ekonomisine dönüştürmek amacı taşır. Hatta buna ‘piyasa toplumu’ adını da verir. Piyasa toplumu, toplumun bütün alanlarını -evlilik müessesi dahil- bir al-ver ilişkisi üzerine ve bireyler üzerine kuracak bir anlayıştır. Piyasa toplumu aynı zamanda küresel liberalizmin ve devletin bazı kesimleri, zayıf kesimleri, korunaksız kesimlerini koruma amaçlı politikalarını, duvarlarını kaldırmasına ve küresel bir piyasa toplumu hedefine yönelinmesine de yol açtı. Hatırlatayım, 1. Erdoğan Hükümeti programında Türkiye’de “piyasa toplumu” kurulması hedefi yer alıyordu. Sonra sessizce bu tabir kaldırıldı ama amaç gündemde kaldı.

 

Bütünüyle başarılı olmadı ama bunun yarattığı dinamik, toplumların içinde ciddi bir ikilem yarattı. O da şu: küresel neo-liberalizm, küresel finans-kapitalistin de ağırlıklı olmasıyla beraber malların fiyatlarının düşmesini sağlıyor. Tüketiciler memnun, çünkü üretim en ucuz iş gücünün olduğu yerlere gidiyor. Tüketici memnun ama üretici konumundakiler işlerini kaybediyorlar. Dolayısıyla refah seviyesi ve sosyal konumda düşme yaşanıyor, özellikle orta gelişmiş veya gelişmiş ülkelerde.

 

Diğer taraftan bu orta sınıfın bir kesiminin, işçi sınıfının, gelişmiş ülkelerdeki işçi sınıfının bu güç, konum ve mali imkanlarını, sosyal haklarını kısmen kaybetmesi, özellikle 2. Dünya Savaşı sonrasında getirilen sosyal devlet kurumlarının yavaş yavaş etkisinin daraltılması, hatta gündemden kaldırılması, özellikle emek piyasasının düzensizleştirilmesi, kuralsızlaştırılması dolayısıyla insanların büyük sermaye güçleri karşısında eskiden az veya çok kendilerini koruyabildikleri dayanışma örgütlerinin zayıflaması, sendikaların zayıflaması, bütün bunlar bu kesimde çok ciddi bir konum kaybı ve gelecek endişesi yarattı.

 

Liberal demokrasiler eşitsizlik yarattı. Eşitsizlikler de az buz basit eşitsizlikler değil. Örnek vereyim, ABD’de 1950’lerde büyük şirketlerdeki ücret skalasında; ortalama ücret ile en yüksek ortalama ücret arasındaki oran 1’e 10, 1’e 20 iken 50 sene sonra bu1’e 200’e, 300’e çıktı. Daha genel olarak ABD’de 1980’de nüfusun en zengin %1’i ulusal gelirin %11’ini elde ederken, 2015’de %20’sini elde etmeye başladı. Nüfusun %50’sinin ulusal gelirden aldığı pay aynı zaman diliminde %21’den %13’e düştü. Toplum içinde daha büyük ve nüfusun çok küçük bir kesimi özellikle mülk sahibi kesimi ve finans kesimi; finans merkezli yatırımlarını ön plana çıkartan, ya aileden kaldığı için miras yoluyla ya da belli fırsatları ustaca değerlendirerek ya da devletin desteklediği güçler, devletin desteğini himayesini alarak, korumacı himayesini alarak belli çevreler güçlendiler, iktisadi güç yoğunlaşmasına yol açtılar.

 

Liberal kapitalizmde olmaması gereken “ahbap-çavuş kapitalizmi” ortaya çıktı. Bunu Türkiye örneğinde ele alacağız. Türkiye’ye özgü değil, ABD’de de kısmen Latin Amerika’da, Afrika ve Asya’da çok sık görmeye başladığımız bir şey haline geldi. Özel mülkiyet var, devlet kapitalizmi değil ama bu özel mülkiyetteki iş insanları sermaye sahipleri, devletin iktidar mevkiindekilerle doğrudan bağlantılı ve karşılıklı çıkar ilişkisi içindeler. O iktidar güçleri iş insanlarını desteklemek üzere fırsat yaratmakla kalmıyor aynı şekilde oradan besleniyorlar. Güç olarak, mali olarak besleniyorlar.

 

Ahbap-çavuş kapitalizmi neo-liberal ekonomi içinde çok hızla yayıldı. Neo-liberal ekonomi şeffaflık, hesap verilebilirlik, yönetişim ve tam rekabet ilkelerini öne sürerken, aslında fiilen bunların tam tersi yöndeki gelişmeleri kapitalizmin olağan gelişmeleri olarak tanımladı.

 

Burada akılda kalan en önemli şey, bu neo-liberal kapitalizmin varsayımı. O da şu; insanlar zenginleşmeli çünkü o zenginlikler yukarıdan aşağı damlayarak daha yoksul kesimlere de inecektir. Yukarıdan aşağı serpme etkisi olacaktır. Bunu açık şekilde Margaret Thatcher savundu, bir dizi sağ liberal ekonomist savundu. Türkiye’de aynı şekilde Adalet ve Kalkınma Partisi’nde de savunanlar olduğu gibi Özal’ın da ilk çıkışında 85’lerde; “ben insanın zengin olanını severim” derken kafasında yatan fikir de buydu. Yukarıdan belli insanları zenginleştirelim onlar da paralarını harcadıkça onun etrafında, altında iş imkanları yaratılacaktır, istihdam yaratılacaktır, o zenginlik aşağı doğru dağılacaktır. Ancak o zenginlik aşağı yeteri kadar dağılmıyor; elbette dağılıyor biraz ama yukarıda çok büyük bir birikim sağlayarak dağılıyor. Bu da ülkeler içinde eşitsizliği son derece hızlı biçimde artırdı ve tepki yaratmaya başladı.

 

Tepkinin önemli boyutlarından bir tanesi elitlere karşı olan tepkiydi. Elitler okumuş ya da zenginler olabilirler. Tuzu kurular olabilirler. Çeşitli ülkelere göre değişebilir ve bir himaye, bir gücün etrafında, kendisini koruyacak bir gücün etrafında sarılma ihtiyacı olarak da gündeme geldi tepki liberal demokrasilere. Çünkü bu liberal demokrasiler, siyasi liberalizmin gereklerini de yerine getirmemeye başlamışlardı. Buna oluşan tepkiyi de popülizm dalgası olarak veya otoriter rejimlere karşı, otoriter güce karşı, güçlü insana karşı toplumda bir çekim yarattı diyebiliriz. Kendi iradesini bir güce teslim etme ve onun himayesinde, koruması altına sığınma fikri. Baba koruyucu fikri. Reisin peşine takılma fikri. Bütün bunlar sadece Türkiye’de değil bir dizi ülkede, Filipinler’de, Macaristan’da, Güney Amerika’da gördüğümüz eğilimler.

 

Yeni kitabınızda yükselen bu siyasi dalgayı, “Otoriter Nasyonal Kapitalizm” olarak adlandırıyorsunuz, bu isimlendirme ile Hitler ve Mussolini’nin “nasyonal sosyalizm”ine bir nazire mi yapıyorsunuz?

 

Kısmen. Çünkü 20. yüzyılda otoriterizm; faşizm veya Nazizm, işçi sınıfının yükselen mücadelesine tepki olarak gelişmişti. İşçilerin sosyalizm-komünizm beklentilerini engellemek, onları otoriter bir kapitalizme kanalize edebilmek için yükselen hareketlerdi. Avrupa’da faşizmin ilk modeli olan İtalya’da faşizmin kurucusu Mussolini, faşist partiyi kurmadan 10 yıl önce Sosyalist Parti’nin önde gelenlerindendi. Uzun dönem boyunca faşist parti, 1919 sonrası işçi sınıfı içinde çok ciddi biçimde insan devşirdi. Almanya’yı ele alalım Nazi Partisi adı Nasyonal Sosyalist İşçi Partisiydi. İşçi-emekçi mücadelelerinin 1920’ler ortamında Almanya’da bir sosyalist- komünist iktidara yol açma tehlikesine karşı kendini güçlendirmiş bir hareketti Nazizm. 60-70’lerin MHP’si gibi. MHP de “komünizmle mücadele” fikrinden beslenen bir hareketti. Yükselen bir sosyalist mücadele karşısında kendisini toplumun muhafazakâr devlet değerlerini korumaya aday, koruyucu gücü olarak tanımlayan hareketler bunlar.

 

 

21. yüzyılda böyle bir sosyalizm-komünizm tehdidi olmadığı için otoriter kapitalist yönetimlerin, kapitalizmi sonuna kadar kullanarak, alternatif bir kapitalizm arayışı gündeme getirmeden, kapitalizmin üretken olma kapasitesini kullanarak, piyasa ekonomisi kuralları içinde ama toplumun milliyetçi değerlerini kışkırtarak kendisine bir dayanak sağlamasından bahsedilebilir. Bu milliyetçi, kimlikçi değerler etnik olabilir, dini olabilir, bölgesel olabilir. Örneğin Hindistan’da şu anda iktidar olan yönetim aşırı bir Hindu milliyetçiliğine dayalı veyahut Çin’de Komünist Partisi, adı komünist ama fiilen milliyetçiliğe dayalı. Bir tek parti diktatörlüğüne dayalı.

 

Otoriter nasyonal kapitalizm; 21 yüzyılda kapitalizmin organizasyon ve üretim kapasitesini kullanarak kitleleri belli bir refah seviyesine çıkartmayı vaat ediyor. Bunu Çin’de, bazı Güneydoğu Asya ülkelerinde olduğu gibi gerçekleştiriyor da. 2000’lerde Türkiye’de bir ölçüde olduğu gibi. Ama milliyetçi-kimlikçi ideolojiyi kendi iktidarının güç dayanağı haline getirip, aynı zamanda toplum içinde de ücret taleplerini baskılamak, sendikal hakları kısıtlamak, uluslararası ekonomi içerisinde de kendi ekonomisine bir tür rekabet avantajı sağlamak için de kullanıyorlar. Çin bunu açık şekilde yaptı.

 

Milliyetçi eğilimler küreselleşme tepkisi mi?

 

Tabi. Bu milliyetçi eğilimler o güçlerin, devlet iktidarını elinde tutan güçlerin uluslararası kuralları değil güç dengelerine dayalı ikili ilişkileri tercih etmesine yol açıyor. Uluslararası kurallar herkes için geçerlidir. Halbuki ikili ilişkilerde güç dengeleri daha öne çıkar. O devlet başkanı bu devlet başkanıyla masaya oturup pazarlık edecek. Halbuki normal olarak demokratik kurallar herkes için tüm dünya için geçerli kurallar olmalıdır.

 

Bu çerçevede demokratik ilke ve kuralların kendi ülkeleri için geçerli olmadığını, kendi ülkelerinin yerli ve milli değerleri esas alacağını iddia ediyorlar. Örneğin “Asya değerleri”ni öne sürüyorlar. Malezya’da Mahathir 1990’larda bunu savunmaya başladı. Singapur, otoriter nasyonal kapitalizmin en erken örneğidir, 21. yüzyıla geçmeden önce. Diğeri 90’ların Malezya’daki Mahathir yönetimidir. Singapur devlet başkanı Lee ile Mahathir’in 1998’de yazdıkları Asya Değerleri kitabında, uluslararası değerlerin değil, kendi ülkelerinin değerlerinin geçerli olması gerektiğini ileri sürerler. Kitaplarında otoriteye baş eğmek, otoriteyi kabul etmek, uyum, temizlik, çalışkanlık gibi nitelemelerin önemine dikkat çekerler.  Hatta Amartya Sen, Nobel ödüllü Hindistan asıllı iktisatçı, Asya değerleri adı altında sunulan değerlerin otoriter yönetimin toplumu boyunduruk altına almasının kılıfı olduğunu belirtir.

 

Yerli ve millilik adı altında, otoriter yönetim adı altında, yerli ve milli içerik de iktidar tarafından tanımlanıyor. “Asya değerleri” de iktidar tarafından tanımlanıyor. Evrensel bir insan hakları ilkesine tabi olmadan, kendisinin belirlediği ilkeleri, istediği gibi değiştirebileceği ilkeleri öne çıkartan ve bunları yerli değerler olarak sunan bir anlayış otoriterliğin ana meşruiyet tabanını oluşturuyor.

 

NEO-LİBERALİZM KENDİNE KARŞI HER TÜRLÜ TALEBİ POPÜLİZM OLARAK DAMGALADI

 

Bu konuya devam ederiz ama daha fazla ilerlemeden, genellikle bu çerçevede atıfta bulunulan “popülizm” tanımlaması ile ilgili kanaatinizi de almak istiyorum.

 

Popülizm çok genel bir kavram. Popülizm çok geniş bir yelpazeye dayanıyor. Muhalefetteki popülizm ayrı, iktidardaki popülizm ayrı. Popülizm kavramının kullanılması konusunda çekincelerim var. Popülizm kavramı, uzunca bir dönem, neo-liberal düşüncenin, halkın neo-liberal politikalara karşı kendi haklarını koruması; örneğin asgari ücretin artırılması, sendikal hakların korunması veya güçlendirilmesi, köylülere yapılan taban fiyatlarının makul seviyeye yükseltilmesi, uluslararası rekabet altında ezilmemelerinin sağlanması gibi talepleri popülizm olarak tanımlayarak mahkûm etmeye çalıştı. Bunlar aynı zamanda toplumsal kesimlerin doğal, meşru talepleri aslında. Neo-liberalizm popülizmi, neo-liberal politikalara ters düşen her türlü talep, öneri veya uygulamayı, gerçekleşmesi mümkün olmayan ucuz demagojik, politikalar olarak damgalayıp, kötülemek için kullandı. Ben bu kavramın çok dikkatle ve temkinli biçimde kullanılması taraftarıyım.

 

Hem bu dediğiniz nokta var hem de çoğu zaman yersiz ve özensiz kullanıldığı için her şeyi kapsayan, bu nedenle hiçbir şeyi tam olarak açıklamayan bir işlev yükleniyor. Bir kavrama fazla atıfta bulunulduğunda kavram içeriğini de kaybediyor. Popülizm kavramının farklılıkları eşitleyen, silen, somut durumları göz ardı eden bir yanı da var sanki. İçeriği boşalan, açıklama niteliği zayıflayan bir kavram.

 

Tabi. Popülizmi daraltmamız lazım. Popülizm kavramının çıkışında 19. yüzyıl sonunda ABD’deki “Halk Partisi” vardır. Ondan evvel Rusya’daki “narodnik hareketi” vardır. Çok farklı hareketler bunlar. ABD’de Popülist Parti, demokrat parti içinde eridi. 20. yüzyılın ana popülizmi dediğimiz ana modeli Peronizm’dir, Arjantin’de. O da farklı. Hem diktatörlüktür hem otoriterizmdir, hem işçi sınıfının harekete geçirilmesidir. Çok büyük ölçüde korporatisttir.  Dolayısıyla başka bir anlamı vardır popülizmin. İktidara darbeyle gelir. Bazen seçimle de gelebilir.  Halk kitlelerinin de iktisadi olarak bir ölçüde seviyesini yükseltir. Arjantin’de, Brezilya’da olduğu gibi. Sendikalar güçlüdür ama tamamen devletin elindedir. Muhalefete pek izin verilmez. Seçimler plebisit gibi çalışır genellikle. Bu popülizm başka popülizm.

 

21. yüzyılda popülizm diye kullanılan kelime çok geniş bir çerçeveye sahip. Sol popülizmi kapsıyor, Chavez’in popülizmi ile diktatöryal sol popülizm ile Victor Orban’ın muhafazakâr dinci popülizmi arasındaki bazı benzerlikler kadar, büyük farklar da var. Macaristan’la aynı sepete koyunca ‘diktatörlük’ diyorsunuz ama ötesine gidemiyorsunuz. O yüzden popülizm kavramı çok kullandığım bir kavram değil ama popülizmin bazı açılardan anlamlı olduğunu düşünüyorum. O da nedir; lider kültü. Şöyle bir popülizm yok: lider yok halk var, o başka bir şey. Popülizm dediğimiz şey tamamen lider kültüne bağlı, birinci özelliği bu.

 

İkinci özelliği toplumu ‘biz’ ve ‘onlar’ diye ayırması. ‘Biz’ milleti ifade ediyor ama toplumun bir kısmını dışlıyor. ‘Onlar’ iç düşman oluyorlar. Çeşitli biçimleri olabilir. ‘Onlar’, etnik, dini, mezhepsel bir yarılmayı ifade edebilir. Elitleri, okumuşları ifade edebilir.  Her ülkenin coğrafya ve tarihine göre değişebilir. AB üyeliğini savunanlar da ‘onlar’ olabilir; Doğu Avrupa’da bugün bazı AB üyesi ülkede olduğu gibi AB’nin savunduğu kültürel değerlere olan karşıtlığı ifade edebilir. ‘Biz’ ve ‘onlar’; biz ve düşmanlar, iç düşmanlar. Ve şefin bütünüyle kendi milleti ile bütünleştiği, her şeyi ile onu temsil ettiği bir yapı bu. Millet iradesinin de aslında kalmadığı; millet iradesi denilen şeyin şefin iradesine dönüştüğü; tam bir diktatörlük olmasa da, çünkü bir rekabet var az veya çok, ama son derece kısıtlı bir siyasal rekabetin olduğu rejimler bunlar. Otoriter nasyonal kapitalizm de; Çin’de olduğu gibi tek parti diktatörlüğü de yürürlükte olabilir. Çin otoriter nasyonal kapitalizmin en gelişmiş, en uç fakat taklit edilmesi en zor örneğidir.

 

TÜRKİYE MELEZ BİR OTORİTER NASYONAL KAPİTALİZM

 

Bu tür tartışmalarda atıfta bulunulan birçok ülke var. Çin ve Rusya’nın yanısıra Trump Amerika’sından Latin Amerika ve Doğu Avrupa’daki bazı ülkelere, Afrika ve Ortadoğu’daki bazı rejimlere de atıfta bulunuluyor. Bütün bu farklı örnekleri göz önüne alarak, sizin “nasyonal otoriter kapitalizm” ile atıfta bulunduğunuz ülkeleri tasnif etmek mümkün mü?

 

Üç gruba ayırabiliriz. Birincisi Çin. Çin otoriter nasyonal kapitalizmin en ileri örneği, her bakımdan. Birincisi, Çin tam bir kapitalist ekonomi. Komünist Parti diktatörlüğü var ama ABD kadar kapitalist. İkincisi milliyetçi. Uygur Türklerine yapılanı görüyoruz. İç Moğolistan’da yapılanları görüyoruz, Tibet işgali, Hong Kong’ta verilip tutulmayan sözler, Tayvan’ın bağımsızlığının kabul edilmemesi. Milliyetçi, hatta bir dini temele de, Konfüçyüs temelli ideolojiye de sahip. Üçüncüsü tam bir tek parti diktatörlüğü. ÇKP her alana hâkim, o kadar ki; Çin’de özel şirketlerde parti komiseri var. Bütün üniversitelerin yöneticileri var, rektör ve dekan var, bir de parti komiseri var. Her şey parti komiseri onayından geçmek zorunda. ÇKP aynı zamanda bir parti-devlet. Devletleşmiş parti de denebilir. Tabi ki Çin büyük bir toplum, 1,3 milyar nüfuslu bir toplum, çok büyük bir ekonomik gücü var. Dünya üzerinde hegemonik güç olma potansiyeline sahip bir örnek. Bütün bu özellikleri yan yana getirebilecek başka bir ülke yok nasyonal kapitalizm içinde.

 

Çin’in bu hali bir cazibe noktası, kutbu olarak da gündeme geliyor. Çünkü diktatörlük var ama son otuz yılda refah artışının en yüksek olduğu ülke olarak bir cezbetme durumu da var. Otoriter beklentileri taşıyanlara da bir örnek teşkil edebiliyor.

 

 

İkinci grup otoriter nasyonal kapitalist rejimler ranta dayalı, rantın dağıtılmasına dayalı olan ülkelerden oluşuyor. En önemlisi Rusya. Rusya otoriter bir nasyonal kapitalizm. Tek parti diktatörlüğü yok, çok parti var ama iktidardaki gücün emrinde olan partinin hegemonik yapısı yasayla, yargıyla, polis gücüyle, öldürerek, susturarak sağlanıyor. Çok büyük bir yüzölçümüne sahip bir ülke. Nüfusu yüzölçümüne oranla düşük. Nüfusu Çin’in 10’da 1’i. Aslında fakir bir ülke. Sadece petrol zenginliği var. O koskoca ülke, 150 milyonluk ülkenin GSMH’sı İtalya’nın 4’te 3’ü kadar. Çin gibi değil. Çin 2030’da dünyanın en büyük GSMH’sına sahip ülkesi olacak. ABD’yi de geçecek normal koşullarda. Rusya öyle değil, iktisadi gücü zayıf.

 

Askeri gücü var, petrol ve gaz zenginliği var. Çok ciddi bir devlet gücü, esas itibarıyla da istihbarat ve güvenlik güçlerine dayalı bir devlet gücü var. Putin aslında istihbarat ve güvenlik güçlerinin zirvesinde oturan kişi. Devletin değil, istihbarat ve güvenlik güçlerinin zirvesinde oturan kişi.  Bir güvenlik güçleri devleti, siloviki devleti esas itibariyle bugün Rusya Federasyonu.

 

Rusya aynı zamanda muhafazakâr bir dini nostaljiyi de yeniden güçlendirerek, milliyetçi muhafazakâr dini nostaljiyi güçlendirerek kaybolmuş eski büyük gücünün yeniden kazanılması ideolojisini savunuyor. Bu hem Sovyetler dönemi büyüklüğü hem de önceki Çarlık dönemi büyüklüğü. Putin’in Stalin’e yönelik eleştirileri, Sovyetler’e yönelik eleştirileri susturmaya bastırmaya çalıştığını görüyoruz. Rusya’nın büyüklüğü ideolojisi var. “Yeni Rusya” dediği şey, eski büyük Çarlık ve Sovyetler dönemindeki gücüne kavuşmuş Rusya hayali üzerinden bir milliyetçilik yaratmaya çalışıyor.

 

Bunun daha küçük örnekleri Cezayir’de, petrol ihracatçısı Arap monarşilerinde rantın dağıtılmasına dayanıyor. Bir petrol rantı var. Üretim falan fazla yok. Bunlar daha çok prebendalist rejimler. Seçilmişlerin ve sivil-askeri bürokrasinin kamu gelirlerinden pay alma hakları olduğu ve bunun yandaşları arasında bölüşüldüğü rejimler.

 

Üçüncüsü; ara dediğimiz, melez dediğimiz otoriter nasyonal kapitalizmler. En ilginci bunlar. En fazla birbirini etkileme kapasitesine sahip, benzeme kapasitesine sahip olan grup bu. Bir tarafta Hindistan’da Modi yönetimi var, örneğin. Diğer tarafta da Macaristan’da Victor Orban var, Türkiye’de Tayyip Erdoğan, Filipinler’de Duterte var. Bunlar hep kişi yönetimleri. Görünüşte parlamenter rejim ya da başkanlık rejimi, güçler ayrılığı, seçimler gerçekten varmış gibi gözüküyor. Yargı bağımsızlığı varmış gibi gözüküyor ama hepsi, mış gibi. Güçler ayrılığı hiçbirinde yürürlükte değil. Tek kişinin, tek adamın eline bütün güçlerin toplandığı rejimler bunlar.

 

Bu tür otokrasi rejimleri, -az veya çok otokrasi- çok baskıcı olabilir, hapsederek bastırma yöntemini seçebilir, insanları öldürterek, Duterte’de olduğu gibi binlerce insanı, uyuşturucu ile mücadele adı altında sıradan polisin gidip insanları öldürdüğü yöntemler kullanılabilir. Türkiye’de olduğu gibi muhaliflerin hapishane ile tehdit edildiği, epeyce bir kısmının hapishanelere doldurulduğu yönetimler olabilir veya Macaristan’da olduğu gibi, hapishane ve öldürme olmadan, iktisadi olarak muhalefeti boğmak susturmak, medyayı kendi iş adamlarına satın aldırmak, yargıyı kendi denetimini altına aldırmak, Anayasa Mahkemesinin yapısını kontrol altına almak, Danıştay’ı kendi denetimi altına almak şeklinde olabilir.

 

Çeşitli yöntemler kullanılabilir ama hepsinde ‘Şef’in seçilme şansının yüksek olmasının ön koşullarının hazırlandığı rejimler bunlar. Putin gerçekten seçiliyor mu? Çin’de seçim yok zaten.  Diğerlerinde ise seçimler o kadar da afaki değil. Seçimler yapılıyor, muhalefet sınırlı imkanlarla seçimlere katılıyor, seçim sonuçlarını iktidar işine gelmediği zaman reddetmeye çalışıyor. Ama bunda her zaman başarılı olamayabiliyor, son belediye seçimlerinde Macaristan’da olduğu gibi. Victor Orban belediye seçimlerinde Budapeşte’yi kaybetti, Erdoğan da Ankara’yı, İstanbul’u, Türkiye’nin en büyük on kentinin yedisinin belediye başkanlığı seçimini kaybetti. İstanbul’da ayak sürüdü ama sonra kabul etmek zorunda kaldı. Örneğin Duterte Filipinler’de seçimi kaybedebilir. Brezilya’da Bolsonaro büyük ihtimalle Lula seçimlere girme hakkını elde ederse kaybedecek seçimleri. Seçimler eşit koşullarda gerçekleşmiyor, seçim sistemlerini kendi lehlerine değiştirebiliyorlar ama seçmelerin yüzde 40-50’sini geçmeyen bir destek alabiliyorlar.

 

Bu tabi aynı zamanda bu liderlerin sürekli seçim endişesi taşımasını da gündeme getiriyor. Lukaşenko gibi değil. Lukaşenko Belarus’ta yüzde 80 olduğunu ilan etti seçim sonucunun. Macaristan’da ve Türkiye’de bu öyle değil. Yani Adalet ve Kalkınma Partisi, Tayyip Erdoğan ‘yüzde 51 oy aldım’ diyorsa hakikaten yüzde 51 -yüzde 1-2 hata varsa vardır- alarak çıkıyor ama seçimler öncesindeki yarışma eşit mi, değil. Bir de son halk oylamasında seçim günü sandıklar daha açıkken yapılan seçim pusulası geçerlilik kuralını değiştirmek gibi yasadışı işlemler yapılabiliyor. Devletin bütün imkanlarını kullanmak, muhalefeti engellemek, basını tamamen ele geçirmek, bütün bunlar Adalet ve Kalkınma Partisi’nin 2008-2009’dan itibaren başlattığı ve hızla işlerliğe koyduğu stratejiler. Aynı şeyleri Orban 2010’da iktidara geldikten sonra 1-2 yıl içinde Macaristan’da yaptı. 2009 sonrası Tayyip Erdoğan’ın yaptıklarının hemen hemen hepsini Orban da hızla taklit etti Macaristan’da. Zaten biri Avrupa’nın Hıristiyan kökenlerinin yılmaz savunucusu, diğeri İslam dünyasının önderi olma iddiasındaki bu iki lider, birbirleriyle sıkı dayanışma içindeler aynı zamanda.

 

Burada en önemlisi güçler ayrılığının, parlamentonun yürütmeyi denetlemesinin ortadan kalkması değil. Bu önemli ama yeterli değil otoriter nasyonal-kapitalizm için. En hassas aşama, bu iktidarların ilk el attıkları yer; yargı bağımsızlığının kaldırılması. Yargı bağımsızlığının kaldırılması iktidarın faaliyetlerinin denetlenmesini imkânsız kıldığı gibi, iktidarın muhalefeti yargı yoluyla susturmasının da yolunu açıyor. Kilit konu yargı bağımsızlığı. Tüm ülkelerde iktidarların otoriterleşmeye başladıkları andan itibaren el attıkları ilk yerin yargı bağımsızlığı olduğunu görüyoruz, Türkiye de dahil olmak üzere.

 

Yaptığınız 3 tasnifte asıl tartışmanın canlı olacağı yer üçüncü grup. Çin ve Rusya’da gelecek projeksiyonları öngörülebilir oluyor ama bu üçüncü gruptaki ülkelerde canlı, dinamik bir mücadele var.

 

Tabi. Trump da buraya alınabilir. Trump, otoriter nasyonal kapitalizm arzusunu taşıyan birisi ama bulunduğu ülkenin demokratik kurumlarının dayanma gücü, toplumun demokrasi ilkelerine sahip çıkma gücü Trump’ın amaçlarına ulaşmasını engelledi ve yeniden seçilmedi.

 

TÜRKİYE SAĞ PARTİLERİ YÜRÜTMENİN YARGI DENETİMİNDE OLMASINI KABUL ETMEDİ

 

Her ülkenin birbirinden farklı dinamikleri var. Bu dinamikler otoriter eğilimlerin/liderlerin sistemi tahrip etme oranı ve iktidar süresi üzerinde önemli etkilerde bulunuyor. Örneğin Venezüella’da Chavez hem sistemi radikal bir şekilde değiştirmeyi başardı hem de iktidarını kalıcılaştırabildi, öte taraftan Trump hem sisteme istediği kadar müdahale edemedi hem de iktidar dönemini uzatamadı.

 

Doğru.  Macaristan AB üyesi olmasa, daha başka bir otoriter yöne savrulabilir. AB üyesi olduğu için bir dizi konuda ülke içinden destek bulsa da AB’nin kuralları çerçevesinde olduğu için eli ayağı bağlı kalabiliyor.

 

Burada üç tane önemli nitelik var. Birincisi; demokratik kurumların oturmuşluğu, toplum tarafından kabul edilmişliği ve içselleştirilmişliği. Amerika örneğini verdik, seçim sistemi ABD’de bir buçuk asırdır değişmedi. Eşitsizlik yaratan bir seçim sistemi ama değişmedi. Dolayısıyla o seçim sistemi çerçevesinde gelenin o çerçevede gitmesi de kural olarak kabul ediliyor. Trump kendi partisinden seçilmiş valilere emir veremedi, seçim sonuçlarını değiştirme konusunda. Cumhuriyetçi valiler reddettiler, Arizona’da, Georgia’da. Trump’ı dinlemediler.

 

Bu Adalet ve Kalkınma Partisi yönetiminde pek akla gelecek bir şey değil. Çünkü Türkiye örneği ile karşılaştırırsak Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarından önce de bir dizi darbeyle, bir dizi müdahale ile toplumda demokratik kuralların yerleşmesi, kalıcılaşması kabul ettirilemedi. 1960 darbesi doğal süreç içinde iktidar değişikliğini gündeme getirtemedi. Zaten 1946 öncesi demokrasiden söz edilmesi mümkün değil. 1961 seçimleri normal koşullarda yapılsaydı Demokrat Parti seçimleri kaybedebilirdi. 1924 seçim sistemi eşitsizliğine rağmen. Diğer taraftan 1961 Anayasası geliş nedeni ne olursa olsun, içeriği itibariyle demokratik kurallar getirdi, ordunun siyasal denetim yetkisi haricinde. Bu demokratik kurum ve kuralları getirenler, 1971 darbesi ile bir kısmını gündemden kaldırdılar.  Ayrıca Türkiye sağ partileri de, yürütmenin yargı denetimine tabi olmasını hiçbir zaman kabullenmedi. Kendisi için demokrat olmanın ötesine geçemedi. 1980 darbesi bütünüyle o kurumları yeniden yapılandırdı; partiler, sendikalar lağvedildi, yeniden kuruldu. Arada oluşan siyasal kadrolar yok edildi. Genç ve iyi yetişmiş kadrolar yok edildi. Hapishanelerde çürüdü. Yurt dışına kaçmak zorunda kaldı. Bir toplumun demokratik birikimi bunlardaki süreklilik ile olabilir.  Kuralların sürekliliği ile olabilir. Bütün bunları 10 yılda bir değiştirirseniz, herkes ‘bunları canımın istediği gibi değiştirebilirim’ diye düşünmeye başlar, güç eline geçince işine geldiği gibi değiştirme hakkına sahip olduğunu düşünür. Birincisi; kurumlar bu bakımdan son derece önemli, demokratik kurumlara bağımlılık, güven ve onu içselleştirme son derece önemli.

 

İkincisi, toplumun kendini toplum olarak tanımlama vasfı ile alakalı. Toplum etnik ve dini nedenlerle bölünmüşse, o zaman toplumun çoğunluğunu oluşturan etnik çoğunluğunu, dini ve kültürel çoğunluğunu oluşturan çevrelerin içinden koruyucu lider, hakkımızı koruyacak, esas kimliğimizi koruyacak lider arayışı başlar. Demokratikleşme ne demek?  Farklı kimliklerin eşit olarak kabul edilmesi demek. Bütün bu ülkelerde otoriter yöneticiler azınlığın sesi olarak gelmiyorlar, çoğunluğun sesi olarak geliyorlar. Orban Macaristan’da Hıristiyan Avrupa değerlerini korumak amacıyla hareket ettiğini söylüyor, Müslüman göçmenlerin Avrupa’yı ve ülkesini istila etmesine karşı olduğunu söylüyor. Aslında Macaristan’da kalmak isteyen göçmen de yok.

 

Tayyip Erdoğan, kendisini son tahlilde Sünni, Türk, muhafazakâr kesimin, -buna erkek egemenliği de ilave edebiliriz-, temsilcisi olarak görüyor ki; çoğunluk onlar. Muhafazakâr sosyologların zaman zaman sürekli Türkiye’de 2000’lerde Adalet ve Kalkınma Partisi’nin hâkim parti olma konumuna gelmesini analiz ederken kullandıkları bir sosyolojik çoğunluk tabiri vardır. Nedir? Sünni Türk ve muhafazakâr olmak sosyolojik çoğunluktur. Lider o çoğunluktan çıktığı zaman, çoğunluğun azınlığın kendilerini eşit yurttaş tanımlama taleplerine karşı tepkilerini gündeme getirerek hem seçim yoluyla iktidarda kalabiliyor hem de aynı zamanda toplumu biz ve onlar diye rahatlıkla bölebiliyor, mobilize edebiliyor. Bu Filipinler’de de Macaristan’da da başka türlü geçerli. Türkiye’de açık şekilde geçerli, Brezilya’da geçerli.

 

Toplumda canlı bir fay hattı varsa onu aktif hale getiriyor.

 

Tabi, onu kullanıyor, canlandırıyor. Onu besleyerek iktidarda kalabiliyor. O zaman hakikaten seçimlerde toplum kültür savaşı içinde, iç savaş tarzında kendini gösteren bir kültür savaşı içinde hareket ediyor. Bu etnik, mezhepsel veyahut kültürel olabilir. Kürt-Türk, Alevi-Sünni, batılı-doğulu, muhafazakâr-modernist, laik-dindar. Kültürel aidiyet ayrışmasının yaşandığı bu alanlar üzerinden siyaset yapıldığında, çoğunluğun desteğini almak kolaylaşıyor. Tayyip Erdoğan bu ikiliklerin, ayrışmaların tamamında çoğunluğun desteğini kanalize eden bir lider haline geliyor.

 

Üçüncüsü de tabii ki ekonomik yapı. Bu ekonomik yapı aynı zamanda bir güç aracı. Otoriter nasyonal kapitalizmler 20. yüzyıldaki gibi gümrük duvarlarını yükseltelim, kapalı ekonomilere geçelim, ithal ikamesi yapalım, politikasını kesinlikle savunmuyorlar. Tam tersine açık ekonomide olalım. Mümkün olduğu kadar ülkemizi yabancı yatırımcılar için cazip kılalım. İşçi ücretlerini düşük tutalım. Sendikalıları etkisiz kılalım, işçilere emekçilere ücret dışı desteklerle biraz destek bulalım, ama işçi ücretleri düşük, sendikal hakları zayıf olsun ve bir rekabet unsuru haline gelelim.

 

Dolayısıyla açık ekonomi aynı zamanda, bu açık ekonomiyi korurken, yanlarında ikinci dönüştürdükleri, geliştirdikleri şey, bir ulusal iktidar bağımlısı iş çevresi yaratmak. Hepsi, Çin dahil olmak üzere bunu yapıyor. Çin’de büyük şirketlerin sahipleri Çin Komünist Partisi üyesi olmak zorundadır fiilen, yoksa devam edemezler. Çok fazla güçlenince ve rejimi eleştirince ‘Alibaba’ şirketinin sahibi Jacques Ma’nın başına geldiği gibi birdenbire 1 milyar dolarlık ceza keserler ve kendisinin halen nerede olduğu belli değil. Emlak piyasasının önde gelen şirketinin sahibi Ren Zhiqiang rejimi eleştirince yolsuzluktan 18 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Çok güçlendiği zaman el koyuyor. Osmanlı’daki müsadere sistemi gibi. Kapıkulları gibi. Zenginlerin zenginleşmesinin kaynağı devlet, en son tahlilde devleti elinde tutan güç o kişinin elinde yarattığı imkânı da almaya sahip görüyor kendini. O yüzden de iş adamları çevresi büyük ölçüde paralarını yurtdışında tutarlar, Rusya’da da Macaristan’da da Türkiye’de de böyle. Bunun son tahlilde oraya gelebileceğini bilirler.  

 

Bu aynı zamanda ekonomiyi zayıflatan bir şey. Ekonomi dışa açık ama mülkiyet hukuki güvenceden yoksun.  Hukuk güvenliği yok, daha genel anlamıyla. Bütün bu ülkelerde hukuk güvenliği zayıf. Zayıf olduğu için de rejim iktisadi büyüme amaçlı davranmakla beraber, büyümeyi baltalayan en önemli güçlerden biri otokratın kendisi.  Türkiye gibi bir ülkede doğal kaynak, petrol, gaz rantı yok. Sermaye birikimi zayıf. Çin gibi çok büyük iktisadi üretim gücüne dayanmıyor, daha orta kademe olan ülkelerden bahsediyorum. Otokratın kendisi de aynı zamanda hukuk güvenliğini kaldırdığı için yurt dışından sermaye girişimi çekingen davranıyor. Devlete borç verme konusunda çok yüksek faiz istiyor. Türkiye’de Hazine avro üzerinden %6-7 faizle borçlanıyor. Yunanistan %1 faizle! Bu da ekonomiyi darboğaza sokuyor. Tayyip Erdoğan “faiz enflasyonun nedenidir” deyip duruyor ama Türkiye’de faiz hem enflasyondan hem de Erdoğanizmin yarattığı gelecek belirsizliği ve güven yitimi nedeniyle yüksek. Bu da işin paradoksu.

 

CUMHURBAŞKANLIĞI HÜKÜMET SİSTEMİ, NEVZUHUR NEO-PATRİMONYALİZM

 

Geleceğe yönelik nasıl bir projeksiyonunuz var? Bu eğilimlerin kalıcı mı olduğunu düşünüyorsunuz, geçici mi? Bu tepkisel bir durum mu, yapısal dinamikleri olan güçlü bir dalga mı?

 

Bunun yapısal olduğunu, konjonktürel olmadığını düşünüyorum. Liberal demokrasinin zaaflarından da kaynaklanan yapısal bir şey. Otoriter nasyonal kapitalizm muhakkak geleceğin güçlü modelidir demek de mümkün değil. Çünkü şunu biliyoruz: bu rejimler iktisadi büyüme vasıtasıyla elde edecekleri refah artışına dayalı meşruiyeti sağlamak zorundalar. Yoksa Çin’de bile önümüzdeki dönemde işçi ücretleri artmamaya başladığında, enflasyon daha da yükselmeye başladığında, eşitsizlikler daha görünür olmaya başladığında, bunlara toplumsal tepkiler daha fazla dile gelmeye başladığında ya çok ağır bir baskı rejimi olacak, çok ağır baskı rejiminde de üretim tekliyor, üretkenlik artışı yavaşlıyor.

 

Diğer taraftan teknolojik yeniliklerin -şimdiye kadar ki bilgimiz bu, belki ileride yeni teknolojilerle bu değişir, o yüzden yüzde 100 kesin konuşamam- teknolojik hamlelerin belli bir özgürlük ortamı gerektirdiği, yaratıcılığın da ancak bu tür ortamlarda geliştiği söylenebilir. Bu özgürlük ortamını sağlayamadığınız zaman, eğitim sisteminde sağlayamadığınız zaman, araştırmalarda sağlayamadığınız zaman beyin göçü oluyor. İyi bir eğitim sistemi de verseniz o insanlar kaçıyorlar. Türkiye’den, Rusya’dan, Çin’den, Hindistan’dan olan beyin göçü çok yüksek oranda. Bu da büyümeyi engelleyen etmenlerden. 

 

Üçüncüsü yolsuzluk. Bütün bu ülkelerde yolsuzluk kurumsallaşmış bir şey. İki versiyonu var. Birincisi iktidar ile iş çevresinin yaptığı yolsuzluk anlaşması: ‘tamam yolsuzluk var ama üretim de var.’ Üretimi gerçekleştirmek ama bunun kayırmacılık üzerinden yapılması anlaşması. İhale yandaşa, otoyol da inşa ediliyor ama biraz daha pahalıya mal olsa da. Bir müddet sonra bu çevrenin kendi içinde de çatışmaya başlaması, özellikle büyümenin yavaşlaması ile beraber bu sefer kayırmacılık rantın paylaşımına dönüşüyor. Üretimin değil, rantın paylaşımı. Var olanın paylaşımı haline dönüşüyor. Bu da yoksullaştırıcı bir olgu. Biraz evvel dediğim nedenlerle bu çevre rantı paylaşırken kendi mülkünün güvencesine de sahip değil ise; ‘bunlar bir gün benim de başıma çökerler’ duygusu içindeyse, o paylaşılandan ülke ekonomisine de büyük bir dönüş olmuyor. Yurt dışına kaçıyor. Bunlar tabi iktisadi büyümeyi baltalayan etmenler. Buna prebendalizmin etkisini de ilave etmek gerekir. Türkiye’de Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi adı altında var olan nev zuhur rejim, büyük ölçüde neo-patrimonyalizm örneğine uyuyor. Kamu alanı ile özel alan arasındaki sınırın belirsizleştiği, muktedirin ihtiyaçlarına göre her an bir yönde veya tersi yönde değişebildiği bir rejim.

 

Bir diğer etmen ise; toplumların bir müddet sonra, hangi aşamada ‘yeter artık’ demeleri. Hangi aşamada dediklerini bilmiyoruz. İyi ki bilmiyoruz., Bu bilinse vahim şeyler de olabilir.- Otoriter liderler baskılarını çok daha ileri noktaya götürebilirler. Bakarlar ki toplumların diktatörlükleri kabul etme sınırı çok yüksek, daha fütursuz davranabilirler. Toplumların baskıyı kabul etme, boyun eğme, tabi olma sınırı önceden bilinmiyor. Beklenmedik şekilde o sınırın bir gün aşıldığını veya geriye çekildiğini görüyoruz. Seçimlerle bu ifade edilebiliyor, isyanlarla da dile getirilebiliyor.

 

Demokrasilerin avantajı iktidar değişimlerinin, alternatif iktidarların gelmesinin kapısının açık olmasıdır.  Bu kapının sürekli açık olması, toplumların kendilerini bir süreklilik içinde tasarlayabilmeleri imkanını yaratıyor. Dolayısıyla melez otoriter nasyonal kapitalizmler ne kadar sürelidir, önümüzdeki dönemin hâkim egemen rejimleri midir sorusunun yanıtı belirsiz. Ama bugün liberal demokrasinin hataları, zaafları, finans kapitalizminin, küresel liberalizmin, küresel piyasa ekonomisinin yaptığı tahribatlar nedeniyle; toplumlarda önemli kesimlerin demokrasi karşıtı bir tavrı rahatlıkla benimseyebildiklerini ama bunu da demokrasi adına benimsediklerini görüyoruz. Çin hariç. Çin’de kimse demokrasi demiyor ama diğer bütün ülkelerde bunun kendilerine özgü demokrasi olduğunu tanımlıyorlar. Orban biz diktatörlük yapıyoruz demiyor, illiberal demokrasiyiz biz diyor açıkça. Tayyip Erdoğan bile bu kadar açık demiyor.  Milli ve yerli demokrasiyiz diyor sadece.

 

Dünyanın birçok yerinde benzer dinamiklerden beslenen, benzer süreçlerden geçen bir siyasal eğilimden/deneyimden bahsediyoruz. Demokratik bir zemin üzerinden bu dalgayı eleştiriyoruz ama bu dalga liberal demokratik sistemin bir revizyona/restorasyona ihtiyacı olduğunu da gösteriyor. Buna yönelik bir arayış da var. Bu arayışları da değerlendirebilir misiniz? Küresel sermayenin işleyişinde, liberal demokrasi işleyişinde bir değişime, restorasyona gidilir mi?

 

Bunun en yakın örneği, neo-liberal demokrasinin çöküşün en önemli örneği, Biden’ın seçilmesi. Biden’ın bütün politikaları ABD ve uluslararası alanda neo-liberal politikaların gündemden kaldırılmasına dayanıyor. Kapitalist ama nasıl kapitalist? Sosyal demokrat diyebileceğimiz bir kapitalizm. Bunun en açık örneği bu. Diğer taraftan da Almanya’da Yeşiller’in yükselmesi. Neoliberalizm karşı dalgasını üretiyor. Avrupa’da Fransa’da bir sene sonraki seçimlerde ulusal cephenin başındaki aşırı sağcı kadın seçilir mi korkusu başladı. Şu an Fransa’da bu korku başladı.

 

Her yerde aynı tepki gelişmiyor. Bunlar aynı ve tek düğmeye basınca hareket eden dinamikler değil. Bu neo-liberal politikaların yıkıcı sosyal sonuçları ile ilgili tepkiler. Ya aşırı sağın yükselmesi şeklinde tezahür ediyor, otoriter sağ güçlerin yükselmesi şeklinde. Oraya yöneliyor orta sınıf. Ya da daha özgürlükçü, dayanışmacı, paylaşmacı, çevre korumacı politikalara yüzünü dönüyor. Bu konuda her ülkedeki iç dinamikler belirleyici oluyor. 

 

TOPLUMDAN GELEN OTORİTERİZM İLE YUKARDAN GELEN KEMALİST OTORİTERİZM ÖRTÜŞTÜ


Şimdiye kadar, sürekli atıfta bulundunuz zaten ama spesifik olarak Türkiye’yi konuşursak, Erdoğan başkanlığındaki Türkiye ne kadar kendine özgü, yerli ve milli bir süreç yaşıyor, ne kadar küresel trendlerin etkisi altında, küresel trendlerin yansıması?

 

İkisi birden. Bir kere uluslararası konjonktür buna izin veriyor. 2000’de buna izin vermezdi. Tayyip Erdoğan’ın otoriterleşme eğilimi 2010’lardan başlayarak dünyanın her yerinde görülmeye başlandı. Orban geldi, Trump geldi, Bolsonaro geldi, Çin’de Şi Cinping, 2012’te parti genel sekreteri seçildi. Ardından Mao sonrası konulan birçok kuralı ortadan kaldırdı. Genel Sekreter’in iki defadan fazla üst üste seçilmemesi kuralını ortadan kaldırdı. 2013’de, Tayyip Erdoğan gibi hem hükümet başkanı hem devlet başkanı hem parti başkanı hem de ordu başkanı oldu. Dönem sınırlamasını da kaldırdı. Çin Anayasası’na “Şi Cinping düşüncesi” önderliğinde karar alınması gereği yazıldı. Eskiden “Mao Zedung düşüncesi” için olduğu gibi.

 

Bunlar 2000’li yılların sonunda birçok ülkede ortaya çıkan tezahürler. 1999-2000’deki Putin’den beklenen ile 2010’ların Putin’i arasında dağlar kadar fark var. Doğu Avrupa’da, AB’ye üyelik sonrası ortaya çıkan hayal kırıklığı da son derece önemli. Örneğin kültür savaşları açısından; Sovyet rejimi altındayken Polonya’daki muhalefet AB’yi esas itibariyle demokrasi merkezi olarak görüyordu. AB’ye girdikten sonra demokrasinin katı muhafazakârlar açısından hoş görülmeyen yanlarıyla da karşılaştılar. Eşcinsel evliliği, kürtaj hakkı gibi. Bunlar da demokrasinin bir parçası AB’de. Eşcinsel evliliğini, kürtajı kabul etmeleri lazım. Polonya’da muhafazakârlar isyan etmeye başladı, AB’ye girmek için çatışmış, mücadele etmiş olanların bir kısmı birdenbire AB’yi aile kurumunu ortadan kaldırmaya çalışan bir kurum olarak görmeye başladı. Türkiye’de İstanbul Sözleşmesi, 2011’de oy birliği ile -MHP dahil- kabul edildi, 10 sene sonra aile kurumunu çökerten sözleşmedir diye imza geri çekildi.

 

Bütün bunların gösterdiği gibi, 2010’larda dünyada bir değişim var, muhafazakâr karşı tepki var aynı zamanda. Çevre sorununda muhafazakâr karşı tepki var, kadın erkek eşitliği konusunda var, cinsiyet kimlikleri üzerinden karşı tepki var, buna bir de iktisadi kriz ilave oluyor. Büyüme olmuyor birçok ülkede. Türkiye’de 2014’ten sonra başlayan duraksama dönemi gibi. İktisadi cicim ayları bitti. Bütün bunlar üst üste gelince, Türkiye’deki duruma uluslararası konjonktür de uygun bir ortam yaratıyor.

 

Bir de Türkiye’de ikinci bir özgün durum var. Demokratik kurumlar Tayyip Erdoğan ve AKP’den önce de zayıftı. Daha da zayıf hale geldiler 2016 sonrası. Daha önce de zayıftılar ama. Askerler dünyada benzeri olmayan yüzde 10 seçim barajını getirmeselerdi, demokrasiye bütünüyle aykırı bu kural olmasaydı Adalet ve Kalkınma Partisi hayatında hiç tek başına iktidar olmayacaktı. Türkiye’nin bugünkü hali çok farklı olabilirdi.

 

Bakın Almanya hep koalisyonla yönetiliyor. Türkiye’de neden koalisyon öcü? Çünkü otoriter beklenti var. Türkiye’ye özgü demokratik kurumlar hep zayıflatılmış, 10 yılda bir darbe vurulmuş. Şöyle bir şey düşünebiliyor musun, beğeniriz beğenmeyiz 1961’de Devlet Planlama Teşkilatı kurulduğunda Adalet Partisi sözcülerinden birinin ortaya attığı laf neydi: ‘biz plan değil pilav istiyoruz’ dedi. Şimdi plan ile pilav olmaz mı? Olur elbette; ama Türkiye’de Sünni-Türk çoğunluk kendi işine karışılmasını istemiyor, düzenli kural istemiyor. Ama başkasının işine karışmaya, başkasına yasak koydurmaya da çok hevesli genellikle. Kendisinin yaptığı yasadışı işi komşusu yapınca kızıp köpürüyor.

 

Türkiye sağının en büyük sorunlarından birisi; başkaları için kural koymakta son derece hevesli ama o kuralın kendilerine uygulanmasına da o derece tepkili. Kendisi kuralsız olmalı, etrafındaki herkes kendisinin kuralına uymalı.

 

Planlama tepkisi biraz da sağ iktidarların bürokrasi-Kemalizm-CHP özdeşliğine duydukları tepki ile de ilişkili tabi.

 

Evet bürokrasinin üstten bakan, kibirli tutumuna bir tepki birikmesi var elbette. Ama bu tepki biraz da “sosyolojik çoğunluk” içinde olma rahatlığından da geliyor. Yani, ben bu ülkenin hâkim kesimiyim, benden sorulur, ben burada hak sahibiyim ama başkalarının hakkını kısıtlama hakkına sahibim… Edirne’deki bir Sünni-Türk bakkal, Hakkâri Yüksekova’da ilkokulda çocukların bazı dersleri Kürtçe okumasından niye rahatsız olur? Sorarsan en büyük tehlike olarak görecek? Niye rahatsız olur? Yasaklamak başkasına hak vermemek üzerine oluşmuş bir anlayış. Ünlü “Kürt anasını görmesin!” fıkrasının özetlediği durum. Yasaklama anlayışı. Bürokraside de vardır bu. Kendi gücünü bir şey üreterek, yaparak değil, her şeyden önce yaptırmayarak göstermek.

 

Bütün bunları kattığımızda şunu görüyoruz: yukarıdan gelen bir otoriterlik var bir de aşağıdan gelen, toplumdan gelen bir otoriterizm var. Sadece yukarıdan değil, toplumun içinden de alttan da ciddi bir otoriterizm yükseliyor. Tayyip Erdoğan’ın başarısı burada. Daha önceki Kemalist otoriterizm, elit otoriterizmi ile aşağıdan gelen muhafazakâr otoriterizm büyük ölçüde çakışıyordu, uyuşmuyordu. Gayrımüslimlerin malına çökme konusunda uyuşuyordu ama kültürel konularda, yaşam tarzı konusunda uyuşmuyordu. Adalet ve Kalkınma Partisi, Tayyip Erdoğan ile beraber yukarıdan gelen otoriterizm ile aşağıdan gelen muhafazakâr otoriterizm tencere ve kapak gibi birbirlerini buldular. Tayyip Erdoğan’ın art arda gelen seçim başarılarının bir nedeni bu.

 

Türkiye’de dikkate almamız gereken bir diğer nokta etnik çatışma. Fiziki etnik çatışmanın olduğu toplumlarda demokrasinin yerleşmesi zordur. Bir de bu olgu var. PKK ile devam eden silahlı çatışma, güvenlik devletini güçlendiriyor, demokratik bir dizi talebin gündeme gelmesini engelliyor. Bütün dünyada böyledir. Bu sorun da tabi ki ciddi bir sorundur. Gelinen aşamada artık bu sorunun kaynağı yumurta-tavuk konusunda olduğu gibi. İkisi karşılıklı birbirini besliyor. Ama sormamız gereken esas soru, Kürt sorunu karşısında “Türkler tam olarak ve açıkça ne istiyorlar?” sorusudur. Çünkü ortada aslında bir Türk sorunu var.

 

SADECE “ERDOĞAN’A HAYIR İTTİFAKI” İKTİDAR İÇİN YETERLİ DEĞİL

 

Türkiye ile ilgili bir diğer nokta da iktidar ve muhalefetin iki ittifak çatısı altında birleşmeleri ve seçmen desteklerinin de bıçak sırtı bir dengede durmasıyla ilgili. Muhalefet iktidarın kimlik ayrışmasını tetikleyerek seçmen geçişkenliğini durdurma hamlelerini boşa düşürmek ve kendi ittifak bileşenlerini rahatsız etmemek kaygısıyla siyaset yapmaktan imtina ediyor. Erdoğan karşısında nasıl bir toplum, siyaset ve devlet tasavvuruna sahip olduğunu ortaya koymuyor veya koyamıyor? Siz önümüzdeki dönemi nasıl okuyorsunuz? Kısa-orta vade Türkiye projeksiyonunuz ne?

 

Bir tarafta Cumhur İttifakı ve onun zamkı olan iktidardan gidersek halimiz nice olur ittifakı var. İktidarı kaybetmenin kendileri açısından ağır bir bedele mal olacağı -doğru veya yanlış- endişesiyle birbirine kilitlenmiş, her şeyi iktidarda kalmaya yönelik olan bir Cumhur İttifakı var. Bu mesele zaten otoriter rejimlerin en büyük sorunudur. Çok uzun dönem iktidarda kalınca devretmenin bedeli de çok yüksek olduğu için, iktidardan gitmemek için her şeyi göze alma eğilimi göstermeleridir. Burada çok ciddi bir alternatifini boğma eğilimi doğuyor. Cumhur İttifakında bu çok açık biçimde görülüyor.

 

Diğer tarafta Millet İttifakı ise ‘Erdoğan’a hayır ittifakı’, daha fazlası değil şimdilik. ‘Erdoğan’a hayır’ ittifakı, bunun sonrasını tasarlamaya imkân vermiyor. Sadece ‘güçlendirilmiş parlamenter rejim’ diyerek, ‘açları doyuracağız’ diyerek iktidar alternatifi olmak pek mümkün değil. Erdoğan öncesini veya 2017 öncesini, 2010 öncesini geri getirme vaadi de yeterli değil. Çünkü Erdoğanizm’in, -rejimin adı bence Erdoğanizm’dir, kişi kültüne dayalı Putinizm, Peronizm gibi- en önemli yaptıklarından bir tanesi kurumsuzlaştırmak, yasasızlaştırmak, kuralsızlaştırmaktır. Bu sayede otokratik iktidarın günlük ihtiyaçlarına göre karar alınmasını ve bunların her an rahatlıkla değişebilmesini sağlamaktır.

 

Dolayısıyla inanılmaz bir kurum kırımı, yasa kırımı yaşanan bir dönemin sonrasında, sadece güçlendirilmiş parlamenter rejimi gündeme getirerek insanların Erdoğanizm sonrasını tahayyül etmeleri sağlanamaz. Kapsamlı bir yeniden yapılanma, demokratik alttan yukarıya yeniden yapılanma tahayyüllü geliştirmek ihtiyacı var.

 

Muhalefet Erdoğan’ın gitmesiyle bütün sorunların çözüleceğini söylüyor. ‘Erdoğan giderse her şey çok iyi olacak’ diyor. Erdoğan ve AKP’nin seçimleri kaybetmesi Türkiye açısından hayırlı olacaktır, hiç şüphesiz ama bundan sonra ortaya çıkacak olan kurumsuzlaşmış, kuralsızlaşmış idari yapı ne olacak?  Sistem nasıl yeniden yapılandırılacak, kimlerle bu yapılacak? Çok büyük bir soru işareti bu ve muhalefetin bunun üzerine düşünmesi lazım. İktidar el değiştirdiği zaman, ‘enkaz devraldık’ denilerek işin içinden kurtulabilecek bir durum yok artık ortada. Enkaz olduğu tartışmasız doğru, enkazı kaldırmak lazım, ama nasıl ve kimle kaldırılacak?

 

Dolayısıyla, Erdoğan sonrasını ve esas Erdoğanizm sonrasını düşünmemiz lazım. Elbette parlamenter sistem tercihimdir. Koalisyon hükümetleri tercihimdir. Bu yapıcı koalisyon, hükümet programı etrafında seçim öncesinde oluşan açık koalisyonların olumlu yönlerine toplumu hazırlamak lazım. Yoksa böyle hep tek parti hegemonyası üzerinden oluşunca gördük işte; Demokrat Parti’nin son dönemde aldığı ve hayata geçirdiği kararları. Benzer şeyler, koalisyon hükümetlerinde olmadı. Tabii ki 1990’larda çok kötü deneyimlerimiz var koalisyonlarla ilgili. Onu da unutmamak lazım ama bu kötü deneyimler koalisyon yapısından ziyade, siyasetin zayıflığından, Türkiye’nin o dönemdeki iktidar ve güç mimarisinden kaynaklanan başka birçok unsur dolayısıyla yaşandı.  

 

Koalisyon yapmak; bir toplumda çeşitliliklerin beraberliğini sağlamak ve toplumda farklılıklarla beraber yaşayan toplum halini kabul etmek demektir. Ama Türkiye’de siyasi partilerin hepsi merkeziyetçidir. Avrupa’daki sosyal demokrat, hatta muhafazakâr partileri gibi kurumsallaşmış kanatları olan partiler değildirler. Hepsi lider partisidir. Lider eksenli partilerdir. Tek parti iktidarı liderin parti içindeki mutlak gücüyle birleşince, bugün yaşadığımız tecrübe yaşanıyor.  

 

Ama ben Türkiye toplumunun son yedi-sekiz yılda yaşadığı tecrübeden de ders çıkaracağını, dindar, muhafazakâr yöneticilerin tahakkümünü, açgözlülüğünü de tadarak, buna karşı da şerbetleneceği umudunu taşıyorum. Ama bu yarın mı olur, daha ileri bir tarihte mi, işte onu demokrasi, özgürlük ve eşitliği sadece kendileri için, kendi cemaat ve toplulukları için değil, toplumun bütünü için talep eden çevrelerin, hareketlerin, “yeter artık” diyerek Erdoğanizm sonrasını samimiyetle, açık görüşlülükle ve güven yaratarak, milliyetçiliğin her türlüsüne mesafeli durarak, toplumun gündemine getirmesine bağlı olacak.   

En son çıkan yazılardan anında haberdar olmak için bizi @PerspektifOn twitter hesabımızdan takip edebilirsiniz.

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.