Post AK Parti, Sistem ve Toplum
İhtiyacımız olan çağdaş siyasi ilkelere özcü-ahlaki ve sosyo-kültürel dönüşümü sağlayıcı itki, bunları destekleyecek ve tamamlayacak olan İslami-insani kavramların diriltici etkisi sayesinde oluşacaktır. Bugün fikir özgürlüğü, insan hakları, hukukun üstünlüğü, şeffaflık, denetim, öngörülebilirlik ve ‘Adalet’e duyulan ihtiyaç kadar ‘İhsan’a, ‘Birr’e/İyiliğe, ‘İsar’a/Karşılıksız vermeye, ‘Merhamet’e, ‘Avf’a da yer verilmek seviyesine gelinecektir.
Zor zamanlardan geçiyoruz. Hem dünya hem bölge hem de ülke sathında. Belirsizliklere ve öngörülemezliklere istikrar arayışları eşlik ediyor. Bazen, sorunlar her üç kümede de iç içe gibi görünse de aslında tam öyle değil. Yakın siyasi tarihimiz bunun böyle olmadığını gösteren örneklerle dolu. Köklü ideolojik bakış açılarımız ve beklentilerimiz ya da yol yürürken üretilen siyasetlerin zihinlere yaptığı konjonktürel etkiler yakın gelecekte görmeyi arzu ettiklerimizi belirliyor çoğunlukla.
Mesela salgının dayattığı biyogüvenlik endişesi, otoriter güvenlik siyasetlerinin ivmelenmesine evrilir mi, henüz bilmiyoruz. Değişim talebi-güvenlik ihtiyaçları ve güvenlik-özgürlük ikilemlerinin nereye doğru yol alacağını kestirmek kolay değil. Ama şunu iyi biliyoruz ki siyasal iktidarların hedefleri ve sistemsel yapıların formu gelecek formülasyonlarında belirleyici. “Dünya oraya gittiği için mecburen etkileniyoruz” mottosu önemli ölçüde iktidarların ellerindeki kozlar ve hedefleriyle ilgili. Eğer iktidarın işine gelen buysa o yönde sevk olmak kaçınılmaz gibi gösterilmekte, lakin uzak ve yakın geçmiş bunu nakzeden örnekleri de ortaya koymakta; yeter ki iradi şekilde talep edelim.
Mesela 2002 şartları. Jeopolitik açıdan 11 Eylül’ün de etkisiyle hem dünyada güvenlik endişelerinin körüklendiği hem de 28 Şubat darbesinin etkilerinin halen sürdüğü bir dönemdi. Ama Türkiye toplumunun tecrübe ve beklentileri hem de facto olan hem de psiko-politik niteliği haiz engellerin aşılmasını beraberinde getirmişti. Yani dünya ve bölge negatif bir yönelim içindeyken, Türkiye o yönün aksine pozitif kazanımları hedeflemişti, yeni iktidarı ve halkıyla.
Yakın geleceğimiz açısından da benzer bir tablo öngörülebilir. ABD, Rusya ve AB gibi küresel güçler başta olmak üzere lider odaklı totaliter eğilimler güçlenir, salgının etkisi bunlara rüzgarını verir, Türkiye’de de daha çok kendi şartlarıyla bağlantılı bir yapısal daralma görülürken, Türkiye toplumunun 2002 tepkilerini, bu defa daha bilinçli şekilde göstermesi için elimizde yeter derecede argüman bulunmaktadır.
Yakın Geleceğe İlişkin Kim, Ne Vadediyor?
İktidarın gizli özne olduğu ve malumun ilamı olan sebeplerden ötürü tartışma dışı bırakacağımız bu soruya cevap arayışını muhalefet üzerinden sürdürelim. İktidarın demokrasi ve hukuk devleti normlarından geriye düştüğü vasatta gereken erimenin gelmediğine dair üzerinde ittifak edilen şikayetten başlayalım. Özellikle ana muhalefetin nasıl bir edilgen konumlanma içine girdiği, bütün hesaplarını o malum son güne, seçim akşamına sakladığı, sosyo-politik zeminde ivmelenmektense matematiğe ve iktidarın hatalar yaparak erimesine dayalı bir bekleyişe ram olduğu, iktidarın ise elindeki kozları devlet gücü ve tabanı ile kurduğu duygudaşlığın da verdiği imkanlarla nasıl avantaja çevirdiğine ilişkin, muhalefet partilerini ciddi eleştirilere tabi tutan, “İttifak Siyaseti: İmkan mı Açmaz mı?” başlıklı bir yazı kaleme almıştı Hatem Ete.
Ben o yazıdaki eleştirilere, demokrasi ve hukuk devletinin güçlendirilmesi açısından ülkenin laik cenahının genel handikapları arasında olan ‘empati yoksunluğu’ ve ‘özcü yaklaşım eksikliği’ sorununu eklemek isterim. İktidarın yavaş erimesi karşısında CHP’nin oyunun artmaması; erimenin, gri alanların CHP’ye yönelmemesinin sadece tarihi kimliksel boyutları değil, aynı zamanda bu boyutu sürekli perçinleyen, CHP’nin iktidar arayışını toplum ve sosyo-kültürel zemin üzerinde güven sağlamaktan ziyade, bürokrasi üzerinden yürütmesinin sarsılmaz etkisi var.
CHP de zaten muhafazakar dindar kesimlerin bu tecrübelerinin akamete uğramaması adına elinden gelen gayreti ortaya koymakta! Bu sadece tek parti dönemi, geçmiş darbe süreçleri, darbe anayasalarınca oluşturulan kurumların avantajlarının ideolojik kullanımı açısından değil, insanların ontolojik güvenlik beklentilerine ilişkin yaşanan travmalarda gösterdiği ikircikli tutum, adalet, özgürlükler, hukuk nokta-i nazarından ayak sürümeleri ve bu konuları sadece iktidara verdiği siyasi zararlar üzerinden ele alan samimiyetsiz yaklaşımın da etkisi var.
Dolayısıyla mağduriyet üreten süreçlerin farkındalığıyla muhafazakâr kitlelerde dahi bunun karşılığı şu olmakta: CHP, demokrasi ve hukuk devletinden geriye düşüşlere ilişkin hangi -haklı- örnekleri ortaya koyarsa koysun, muhafazakâr dindar kesimler bu alanlarda sorunlar görseler de bu sorunların asla CHP eliyle değil, yine kendi cenahlarınca çözüleceğine inanmaları. Bu inancın sorunları çözmeyi erteleme ve iktidara kredi sunma kapasitesi ayrı bir tartışma olmakla birlikte, CHP’ye dönük bu kapının kapalı olması gerçeğini ortadan kaldırmamakta.
Tabii bu katı güvensizliği besleyen hatırı sayılır örnekler de yaşandı. Mesela Gülen hareketinin iktidarla girdiği kavgadaki konumlanma biçimi. Malum yapının, elindeki kurumsal gücü daha önce ulusalcı laik odaklara karşı gayrı hukuki tarzda kullandığı ifade edildiği halde, aynı tavrı iktidara dönük gösterdiğinde evrensel hukuk normlarının yanında yer almaktansa iki gücün çekişmesinden oluşacak boşluğa, seçilmiş iktidarın zayıflatılması ve kendine yakın bürokratik unsurların yerleşmesi avantajı olarak baktı.
15 Temmuz gibi muhafazakar-dindar toplumsal yapının ciddi travmalar yaşadığı süreçte o toplumun hissettiklerinin ve maslahatının yanında yer almadığını gösteren örnekler serdetti. Sesi fazla çıkan az sayıdaki ırkçı çevrenin yarattığı olumsuz iklim bir yana, sanıldığının aksine mütedeyyin tabanda hala etkili bir duyarlılık alanı olan mülteciler meselesinde toplumsal kadim geleneklere uzak, insan haklarını tahfif eden bir pozisyon edindi. Uluslararası hukuk açısından haklılıklarla malul dış politika konularında geniş vizyoner teklifler sunmak yerine, iktidarın elini zayıflatıcı çabalar içinde olduğu görüntüsü serdetti.
1950’li yılların sonlarından günümüze istediklerini sadece kendi kitlesi için istediği gibi kendi kitlesini de demokrasi ve hukuk devleti ilkeleri mucibince dönüşüme uğratıcı, geliştirici bir sosyo-kültürel çaba içinde olmadı. Bugün eleştiregeldiği “Hukuki poztivizm”i, tarihinin her safhasında bir vesayet alanı ve zihniyeti olarak gördü.
Kitleyi, ‘kurumlar elimizde olduktan sonra oyumuz yeterli gelmese de biz hep iktidarız’ kolaycılığına mahkum etti. Bu durum, parti kadrosu ve geniş tabanda, demokratik değerlerin ve hukuk devleti normlarının mücadelesini toplumun her kesimi için verme özcülüğünü geliştiremedi. Kurumların ve resmi ideolojiye yaslanmanın bahşettiği hazır kazanımlar bu değerlerin hakkının verilmesini engelledi ve toplumun muhafazakar, Kürt gibi kesimleriyle empati yapma gayretini köreltti.
Öte yandan AK Partili yıllarda laik kesimin hissettikleri, “bu da geçer”den kaybettiği iktidara hayıflanmaya, Erdoğan’ın “dini rejimi”nin mutlaka devrilmesinden yeniden laik iktidar inşası salınımına gidip geldi. Demokratikleşmenin yeniden iktidar olma adına sürekli araçsallaştırıldığı bu süreç, bir zihniyet sorgulaması yapıp kendini geliştirme evresine hala geçemedi. Bu da Post AK Parti süreci açısından CHP’yi ve laik ulusalcı tabandan beslenen diğer partileri de orta ve uzun vadede Türkiye’ye umut olacak bir performanstan yoksun kılmaktadır.
Bültenimize Üye Olabilirsiniz
Değişimin Rotasını Yeni Muhafazakarlık/İslamcılık Belirleyecek
Aslında her tanımlama biçimi, içinde indirgemecilik de barındırmaktadır. Mesela Aliya’nın “İslam her türlü iyilik ve güzelliğin adıdır” ifadesi, vahiy temelli olması itibariyle kökeninde insan doğasına ilişkin evrensellik barındırması gereken tahayyül/yorumları daraltma girişimlerine zımni bir itiraz da taşımaktadır. Aslında meselemizi salt bu kavramlara bakış açılarının yenilenmesi değil, ihtiyacımız olan kendi değişim dönüşüm rotamız açısından değerlendirmek gerekir. Zira bu kavramlar, sorunlara nereden baktığınıza bağlı olarak o değişim ihtiyacının kodlarını da bünyelerinde barındırmaktadır. Dolayısıyla “yeni” olarak algılanması gereken öncelikle süreçlerin ve tazelenmesi gereken bakış açılarının yeniliğidir. Yoksa herkesin her tarafa çekiştirebildiği zengin bir zemini kendi adımıza yeni bir indirgemeciliğe, çerçeveye tabi tutmak değil.
Perspektif’te geçtiğimiz günlerde İsmail Kara ile yapılmış iki bölümlük röportajda onun “Türkiye İslam’la ilişkisini yeniden tesis etmeden yol alamaz” vurgusu, -altının nasıl doldurulduğu başka bir bağlamın konusu olmak kaydıyla- önemli idi.
Biz de daha önce, içinde yaşadığımız ve sosyolojik olarak yeni konumlanma biçimlerine maruz bırakıldığımız, dolayısıyla güç/muktedirlik başta olmak üzere bunu sağlayan araçlara, tanımlara, zaaf oluşturan olgulara bakarak yaptığımız sorgulamalardan birinde “Allah’a Kulluğumuzu Muhakeme Zorunluluğu” başlıklı bir çalışma kaleme almıştık. ‘Adalet mefhumu’, ‘şura’, ‘ontoloji-epistemoloji’, ‘siyasi meşruiyet’ gibi birçok başlığın yanı sıra, kendini İslam’a nispet eden sosyolojinin ontolojik-ahlaki bağlamda güncellenmiş bir “değerler eğitimi”nden geçmesi gerektiğine değinmiştik.
Elbette buradan çoğaltılarak sorulacak bolca soru var. Nasıl bir İslam? Ne tür bir muhafazakarlık? Başlıkta bilerek birbirine iliştirdiğimiz iki kavram ve başlarına koyduğumuz “yeni” sıfatı bir kaçınılmazlığa işaret etmek içindi. Sadece AK Parti’nin var olan potansiyeli tüketmesi, kavramların içini boşaltması, otoriter yönelimlerle uyumlu bir dini yorumsama, siyaset ve toplumsallık oluşumuna yönelmesi, elde kalan mahsulü de kendine benzetmeye çalışmasına nazire olarak değil; hakiki-sahici bir ihtiyaca binaen, hatta ihtiyaçtan öte bir gerekliliğe vurgu yapmak amacıyla.
Önce mezkur röportajda Kara’ya sorulan “İslamcılık öldü mü?” sorusuna verdiği cevaplara bir bakalım:
Siyasal İslâmın İflası’ edebiyatı bir Soğuk Savaş sonrası kurgusudur ve uluslararası merkezlerde inşa edilmiştir… benim açımdan buradaki en önemli problem İslâmcılığı siyasal olana indirgemek ve onunla sınırlı olarak iniş ve çıkışlarını, büzülme ve genişlemelerini, ölümünü dirimini konuşmak. Bu parlak ve yaygın gibi gözükmekle beraber çok yanıltıcı ve daraltıcı ayrıca zorlama bir perspektif.
Türkiye’de AK Parti üzerinden İslâmcılığın ölümünü gündeme getirenlerin AK Parti ittifakı ve mübalağalı desteği ile başlayıp yolları ayrıldıktan sonra bunu dillendirmiş olmaları da elbette kayda değer bir hadisedir. Kendi ölümlerinden mi bahsediyorlardı yoksa?…
Doğru olan bir şey de var; bütün tarihi boyunca İslâmcı gruplar iktidara yaklaştıkça yahut iktidar oldukça fikri yönü ve muhalif damarı zayıflar, uyum ve entegrasyon yönü kuvvetlenir, kendi ülkesinin siyasi merkezine ve uluslararası odaklara, aktüel politikalara yaklaşır. Bu doğru ve bir bakıma normal. Bu problemi mercek altına almak ve tenkit konusu yapmak lüzumlu bir faaliyet. Yanlış olan bunu İslâmcılığın bütününe teşmil etmek.
Meselenin olabildiğince doğru bir yerde müzakeresi ve farklı seviyelerde anlaşılması için bazı sorular soruyorum; …Din eğitimi yahut başörtüsü talepleri, dindar kızların okuma ve hayatın her kademesine katılma arzuları azalıyor mu? Cami yapımları, Cuma cemaati düşüyor mu? Dindarlaşarak ilerleme, kalkınma ve zenginleşme arayışları, İslâm devleti, İslâm demokrasisi, İslâm ekonomisi fikirleri gerileyişte mi? Değilse eğer İslâmcılık nasıl ölmüş bitmiş oluyor? Burada daha soğukkanlı, dikkatli ve derinlikli tahlillere, tenkitlere ihtiyaç var. Değişmek ve dönüşmekle bitmek, ölmek aynı şey değil.
Alıntıyı uzunca yapmamızın sebebi, bu alıntının çerçevesinin AK Parti, zihniyet dönüşümü ve pratikleri üzerinden popüler ‘İslamcılık eleştirileri’nin tümünü boşa düşüren bir niteliği haiz olmasının yanında; zengin bir ictihad geleneğine sahip olan bir “din” ve kendisini onun yorumlarına refere ederek var olma zemini kazanmış zihniyetlerin kendilerine ait kodlarla sorgulama içine girip yenilenebilecekleri zihni, ilmi, edebi, kültürel, siyasi araçları her daim üretebileceklerine yönelik hatırlatmalar içermesidir. Kendisini tarih dışına iten istisnalar hariç, aynı paradigmal zeminde olup bu tablodan farklı düşünen yok gibidir.
“Birileri”nin zihninde kendi tanımlarına uygun karikatürize bir “kalıp” olarak var olan ve İslamcı (ya da muhafazakâr) olarak adlandırılan siyaset, AK Parti’nin iktidar tecrübesiyle birlikte boyunun ölçüsünü bir daha kafasını kaldırmamak üzere almıştır! Bedeli ideolojinin mi yoksa dinin mi ödemesi isteniyor, orası da tam belli değil. Bu bir ideolojik retorik elbette ama retoriğin nasıl algılandığı ve vülgarize edildiğinde ne derece etkili olduğu önemli.
AK Parti’nin kendisini “İslamcılıkla” tanımlamadığı gerçeği bir kenarda dursun. Sonuçta kendisini İslam’a nispet eden kadroları ve oy aldığı kesimler itibariyle bakıldığında İslam dünyasının farklı coğrafyalardaki yorumlarından birine tekabül etmesi dolayımında bu atıf çok da yanlış değil. Yanlış değil ama eksik. Zira yaşanan tecrübe içinden geçtiği dönüşümlerle birlikte adı üstünde “yorum”. Bu, farklı yorumların varlığı ve muhtemel gelişimini de bize ima etmekte. İçinde, AK Parti tecrübesine dayanarak “ey cemaati müslimin iktidar istiyordunuz, yüzünüze gözünüze bulaştırdınız, haydi dağılın!” mantığında olanları sevindirecek fazla gelişme yok.
Elimizde bir iktidar deneyimi ve dini konuların siyasetin hizmetine sunulmuş bir hali elbette mevcut ama bu, AK Parti dışından ya da içinden çıkıp da kadim geleneğe dayanan farklı damarların varlığını ve alternatif bir “yeniden diriliş” halesi vücuda getirebilecekleri potansiyellerin olmasını engellemiyor.
Bunu yeni partilere uygularsak, henüz -belki- kadrolarının bile farkında olmadıkları bir cenin haline tekabül etmekte bu durum. Yeni partiler ve muhafazakâr kesimlerin beklentilerinin karşılanması ilişkisi Post-Erdoğan dönemin hem sistem hem de toplum açısından en önemli sorunsalı ve çıkış yolu olacaktır. Bu sadece muhafazakâr kesimlerin taleplerinin karşılanması ihtiyacından kaynaklı olmakla mezkûr kesimin akacağı bir yol bulmasıyla değil, aynı zamanda onları evrensel normlarla besleyip dönüştürecek olan siyaset ve sosyo-kültürel gerekliliklerin bu partilerin elinde olmasıyla alakalıdır.
Eğer bu toplum yeniden demokrasi ve hukuk devleti normlarıyla buluşacaksa, bunun öncülüğünü yapabilecek yegâne birikim muhafazakâr kesimle dil ve uyum oluşturmada sorun yaşamayacak, aksine otoriterleşme sürecinin yaralarını saracak olan bu oluşumlardır. Bu oluşumlara katkı yapacak entelektüel zemin de sivil ve bağımsız alanda İslamcılık ve muhafazakarlıkla ilgili yapılacak tartışmalar, alınacak mesafelerle beslenecektir.
O Muhafazakâr Kitle Olmasaydı Bunlar Olabilir, O Engeller Aşılabilir miydi?
AK Parti sadece muhafazakâr kimlikli çevrenin taleplerinin yansıtıcısı, o taleplerin merkeze akıtılmasının aracı olmadı. Sistemin çağdaş kurumlar ve AB eksenli normlar eşliğinde restorasyonu da 3Y gibi formülleri hedef belleyebilmesi de muhafazakâr kesimlerin desteği sayesinde oldu. Eğer kadrolarıyla aynı kaderi paylaşmış geniş muhafazakâr kitlenin inancı ve onu sürekli iktidara taşıyan omuz verişi olmasaydı ülke bu alanlarda yol alamayacaktı.
Yaşatılan siyasal sarsıntılar ve zihni geri gidişe bakan laik kesimlerin, şimdilerde totaliterleşmenin destekçisi gibi sundukları sosyoloji (Nazilerin iktidara gelişi örneklerine sarılarak) bugün “beka, güvenlik” endişeleri, “yerlilik-millilik” gibi mistifike edilmiş kavramlar üzerinden zaaflara meyletse ve bazı alanlardaki yozlaşmaları makulleştirme sınavı verse de Türkiye’nin geleceğinde bu muhafazakâr kimliğinden taviz vermeyecektir.
Bugün edindiği iyi-kötü tecrübeleri yarınlara taşırken, beka ve güvenliğe endeksli beklentilerinin formu da hukuk devleti normlarına yaklaşımındaki özcü yönelimlerin gelişimi de değişecektir. Bunu temsil eden ve geliştiren sivil platformlara, siyasal hareketlere/partilere ihtiyaç duyacaktır. Bir de bu kitleye, siyasaya yeni katılan yeni jenerasyonları eklediğimizde bugün indirgemeci ve tahfif amaçlı kullanılan kavramların kadim arka plan ve çağdaş formlarla beslenerek kendilerini tazeledikleri görülecektir.
Uğrunda Ahlaki Mücadele Verilecek Yeni Toplumsal ve Siyasal Kavramlara İhtiyaç Var
İhtiyacımız olan çağdaş siyasi ilkelere özcü-ahlaki ve sosyo-kültürel dönüşümü sağlayıcı itki, bunları destekleyecek ve tamamlayacak olan İslami-insani kavramların diriltici etkisi sayesinde oluşacaktır. Nasıl ki dün bir arada yaşam pratiği Medine Vesikasına olan ihtiyacı doğurmuş, Hılfu’l Füdul İslami değerlerle daha da diriltilmiş bir forma sokulmuş ve bu bir toplumsal yatay canlanmaya sebebiyet verip devletin bile reflekslerini ve kurumlaşmalarını etkilemiş; hatta dış diplomasinin elini güçlendiren sacayaklar haline dönüşmüşse; bugün de fikir özgürlüğü, insan hakları, hukukun üstünlüğü, şeffaflık, denetim, öngörülebilirlik ve ‘Adalet’e duyulan ihtiyaç kadar ‘İhsan’a, ‘Birr’e/İyiliğe, ‘İsar’a/Karşılıksız vermeye, ‘Merhamet’e, ‘Avf’a da yer verilmek seviyesine gelinecektir.
Bu kavramlarla bireysel şahsiyetlerin inşası kadar, toplumsal dönüşümü hedefleyecek yeni ve sahici, hakikat içre yaklaşımlar üretmek mümkün olacaktır. Kavramların sistem inşa edici yönleri de canlanacak ve çağdaş siyasi ilkelerle bunların hemhal oluşu muhafazakâr kesimlerin, yeni jenerasyonların yeni rotası ve kimliği olacaktır.
Dün hissedilen ve el yordamıyla, geçmişte biriktirilen özlemlerle gerçekleştirilen atılımlar, bu defa gölgelerle değil, gerçek suretlerle tanışmayı beraberinde getirecektir. Dün “ehli kıble adamdan zarar gelmez; içinde Allah korkusu olan çalıp çırpmaz; bir gelsek ispat ederiz” hamasi ama samimi söylemi, bu defa sahici formlarda üreyecek bir kültürleşme ve bir habitat inşasıyla mümkün olacaktır. Cek, cak şeklinde ifade ettiğimiz gelecek zaman kipini, aslında bir gerekliliğe/zorunluluğa işaret anlamında kullanmaktayız. “Bunlar olmadan olmaz” manasında.
Çağdaş ilkelerin ahlaki olmaktan öte salt politik bir zemini bağlıyormuşcasına sürekli seküler formlarda tekrarlanması, istisnai bilinçli bazı kesimler dışında “taraf olunan” çözümlerin baskın gelmesi için araç kılınıp “hakem” rolüne büründürülmesi, bizi halen içinde yaşadığımız sarmaldan çıkar(a)mayacaktır. Oysa kadim değerlerimizin dönüştürücü etkisiyle bu ilke ve kavramların hemhal kılınması ve pekiştirilmesi, özlenen siyasal dönüşümün ahlaki zeminini de oluşturacaktır. Yeni nesillerin de ihtiyacı olan bu sahiciliktir.
“Ed-din”in mayasında olan bu diriltici iklim ancak ve ancak geniş muhafazakâr sosyolojinin bu zihniyete sahip çıkmasıyla mümkün olacaktır. Bu dışlayıcı, ötekileştirici, reddiyeci, çatıştırıcı değil kapsayıcı iklim, sahici biçimde yine bu İslamcı ve muhafazakâr sivil ve siyasi kadrolar eliyle gerçekleştirilecek, toplumun daha geniş kesimleri için de vizyonerlik, güvenilirlik, kuşatıcılık ve korunaklılık zemini de besleyecektir. Diriltici bir misyonla değişen yorumlar, sosyo-politik ortamı zenginleştiren çerçeveyi oluşturacaktır. Sadra şifa olan-olmayan siyasi argümanlar bu habitata göre yeniden şekillenecektir. “Tercihler” suni olarak değil, bu defa kendisini bu tabloya göre iradi olarak ortaya koyacaktır. Böylelikle siyasi ve toplumsal ayrışmaların da kimliklerden ziyade bu ilkeler terazisinde gerçekleşmesi söz konusu olacaktır. Bunlardan yana olanlar ve olmayanlar şeklinde.
Bu zihniyet ve dil aslında kendisini yavaş da olsa ikame etmektedir. Aynı sosyolojinin içerisinden “emri bi’l maruf…/iyiliği, doğruları tavsiye etme” niteliğindeki uyarılarda popülerleşerek kendini ortaya koymaktadır. Bunlar, dağınık-sistemleşmemiş olmakla birlikte, aynı paradigma içinden süzülüp gelen bir inşai sürecin, ayet-hadis-sirete dayalı olarak el yordamıyla kendisini ifade etmesidir. Gerek sosyal medyada gerekse entelektüel faaliyetlerde bu yönelim artmaktadır.
Bu refleks sadece birilerine “anladıkları dil”den seslenme değil, aynı zamanda kadim ile çağdaş olan arasında kurulan zihinsel bir köprüdür. Çağdaş olanın zoraki olarak “seküler alan”da tutulmasına zımni bir itiraz da barındırmaktadır. Mesela ‘Kamu düzeni’ dendiğinde akla ilk gelen kavramlardan olan “emanet” artık sadece ev sohbetlerinin kişiler arası ahlakını yansıtan daraltılmış anlamıyla değil, kadimde de üzerinde ısrarla durulan, korunması ve yeniden inşada temel alınması gereken bir imani mesele olarak tartışılmaktadır.
Tartışmalardaki yetersizlik, konunun bu bağlamda işlenmesinin yeniliğiyle alakalıdır, yoksa zihniyetsel eşik aşılmıştır. Mesela “Kamu malı” artık ‘savaşan taraflar’dan birine helal kılınan ve farkında olmadan yozlaşmayı artırıcı “ganimet” algısıyla değil; içinde yaşadığımız bütün bir toplumun emeğinin birikimi olarak, ancak meşru yetki, şeffaflık ve denetim koşulları yerine geldiğinde kullanımının caizleşip helalleştiği, hesabının ahirete kalmadan verilmesi gereken bir ortak mülk olarak görülmektedir.
Hakeza mezkûr kavramlar ve daha fazlasının farklı medeniyetlerin tarihlerinde, İslam medeniyetinin ilk ve orta dönemlerinde, yakın Osmanlı ve İslam coğrafyalarında nasıl bir anlam örgüsüne sahip kılındığı, kabul ya da nakzetmenin, çiğnemek ya da hakkını vermenin ne anlama geldiğine ilişkin kadim referanslara göndermeler yapma ameliyesi çoktan yola çıkmıştır.
Sözün Özü: Sahici Dönüşüm Ancak Muhafazakâr Sosyolojinin Buna İnanmasıyla Gerçekleşebilir
Laik kesimlerin öngördüklerinin aksine, bugün daralan bir sisteme destek verir görülen muhafazakâr kitlelerin, (ki bu destek günden güne erime istidadı göstermekle birlikte, henüz adres bulmakta zorlanmaktadır) bu desteğin sebeplerini de omuzlarında taşır vaziyette gelecekteki açılımları da kavrayıp özümseyeceği, bunlara katılım sağlayacağı ifade edilebilir.
Mefhumu muhalifinden söylersek, zaten böyle bir sosyolojik eğilim söz konusu olmazsa Türkiye’nin yeni geleceğini belirleme adına geniş katılımlı bir sosyolojik taban elde edebilmek mümkün olmaz! Yeni bir sistem inşa edebilmenin sahiciliği de zedelenir.
En son çıkan yazılardan anında haberdar olmak için bizi @PerspektifOn twitter hesabımızdan takip edebilirsiniz.