Post-Emperyal Devlet Egosu ve Dış Politika

Türkiye’nin yeni hikayesi, Türkiye’nin post-emperyal bir devlet olduğu ve post-emperyal devlet egosuna sahip olduğu gerçeği göz önünde bulundurularak, bu duyguyu içeride daha demokratik ve müreffeh bir toplum yaratma, dışarıda ise daha itibarlı ve iddialı bir aktör olma siyasetine hizmet edecek şekilde yazılmalıdır.

Post-Emperyal Devlet Egosu ve Dış Politika

Türkiye post-emperyal bir devlettir. Bu devletler ‘post-emperyal devlet egosu’ olarak adlandırabileceğimiz, kendini daha ziyade dış politika alanında açık eden bir ego ve duyguya sahiptirler. Dış politikada iddialı olma, mücadele söylemi, askerî aktivizm, genişleme arzusu veya nüfuz projeksiyonu uğraşları post-emperyal toplumların ciddi bir kısmında karşılık bulur. Nitekim, Türkiye’de merkez sağın, muhafazakarların, İslamcıların veya milliyetçilerin dile getirdikleri farklı “Büyük Türkiye” arzuları (quest for grandeur) emperyal bir tahayyülün güncel versiyonlarını teşkil eder.

 

Büyük jeopolitik ve sistemik dönüşümlerin yaşandığı dönemlerde bu duygu ve tahayyülün yansımalarını daha açık bir şekilde görebiliyoruz. Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte Orta Asya, Kafkasya, Karadeniz ve Balkanlar’da derin jeopolitik dönüşümler ve küresel sistemde de büyük değişimler yaşandı. Benzeri şekilde, Arap Baharı Ortadoğu’nun daha önceki statik siyaset ve jeopolitiğini geri döndürülemez bir şekilde değiştirdi. Özal’ın “21. Yüzyılın Türk asrı olacağı”, Demirel’in “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne” kadar uzanan coğrafyada Türk dünyasının doğduğu ve Davutoğlu’nun Türkiye’nin düzen kurucu bir ülke olduğu söylemleri böylesi jeopolitik ve sistemik dönüşümlerin yaşandığı dönemlerde dile getirildiler.

 

Bugün de mücavir coğrafyalarımızda jeopolitik; global ölçekte ise sistemik dönüşümleri deneyimliyoruz. Amerika’nın kısmi geri çekilişi, bulunduğumuz coğrafyada güç boşlukları yarattı. Trump’ın herkesin ‘kendi göbeğini kendisinin kesmek zorunda olduğu’ bir dünyada olduğumuza dair söylemi ve siyaseti, jeopolitik rekabetleri daha da kızıştırdı. Türkiye de dahil olmak üzere birçok devlet böylesi bir dünyaya kendisini uyarladı. Bu da dış politikada post-emperyal devlet kodlarına da hitap eden büyük anlatılara zemin sundu.

 

Bunun yanı sıra, Osmanlı’nın son bir-iki asrına damga vuran geri çekilişinin, yenilginin ve küçülmenin yol açtığı travma ve psikoloji de aynı şekilde Türkiye’de hem toplumun hem de devlet erkanının tarihsel hafızası ve siyasal psikolojisi üzerinde derin izler bıraktı. Bu nedenle, ‘kuşatılıyoruz’ veya ‘bütün dünya bize karşı’ söylemleri toplumda rahat bir şekilde karşılık bulabiliyor.

 

Son yıllarda Türkiye’nin iç siyasette yaşadığı türbülans, darbe girişimi ve Ortadoğu’daki jeopolitik alt-üst oluş bu toplumsal muhayyileyi besleyerek tahkim etti. Türkiye bu duygu ve hafızayla aynı zamanda uluslararası sistem ve kurumlarla ilgili adeta bir post-kolonyal devlet edasıyla söylem kurabiliyor. İktidar, yakın coğrafyasında düzen kurmaya muktedir devlet söylemiyle aynı anda dört taraftan kuşatılmış ve beka mücadelesi veren bir devlet söylemini birlikte kullanabiliyor. Yani Türkiye’yi aynı anda hem post-emperyal hem de post-kolonyal bir devletmiş gibi resmedebiliyor.

 

Bu şekildeki zihni ve psikolojik yarılmalar, dış politika üzerinden iç politikayı dizayn etme imkanını genişleterek otoriter rejim inşasına yönelen iktidarlara oldukça elverişli bir zemin sunuyor. İktidar için imkâna dönüşen bu durum, muhalefet partileri için büyük bir meydan okuma sorununu ortaya çıkarıyor.

 

Usul ve Esas 

 

Türkiye’de iktidarın dış politika üzerinden iç siyaseti şekillendirmedeki maharetine karşın, muhalefet veya genel olarak bu politikadan memnun olmayan kesimler, bu politikalara alternatif oluşturabilecek anlamlı bir dış politika söylemi ve siyaseti geliştirebilmiş değiller. Alternatif bir Türkiye vizyonu ve anlatısının geliştirilemeyişi, muhalif kesimlerin iktidarın oyun alanından çıkamamasına veya büyük oranda usule dair tali eleştiriler getirmekle yetinmesine yol açıyor.

 

Bu noktayı açacak olursak, iktidarın dış politika anlayışına yöneltilen eleştirileri kabaca üç başlık altında toplamak mümkün. Eleştirilerin önemli bir kısmı iktidarın dış politika tarzına yöneltiliyor. Burada dış politikanın şahsileşmesi, kurumsal zemininin zayıflatılması, dışişleri bakanlığının işlevsiz kılınması ve dış politikanın iç siyasete aracı kılınması eleştiriliyor. İkinci olarak, dış politikada bir diplomasi açığı olduğu ve Türkiye’nin aşırı derecede sert güç unsurlarına başvurmayı tercih ettiği dile getiriliyor. Son olarak, Çin ve Rusya ile ilişkilerde kantarın topuzunun kaçırıldığı, buna mukabil Batı ile ilişkilerin de derin bir krize girdiği dile getiriliyor.

 

 

Bu eleştiriler isabetli olmakla birlikte, Türkiye’ye alternatif bir dış politika vizyonu sunmuyor. Ayrıca, bu eleştiriler, iktidarın dış politika üzerinden içeride inşa etmeye çalıştığı siyasal düzene dair bir şey söylemiyor. Halbuki iktidarın dış politika söylem ve aktivizmi, içerideki siyasal kurgusunun en önemli meşruiyet kaynaklarından birini oluşturuyor. Nitekim mezkûr eleştiriler, belli bir iç politika vizyonu üzerine inşa edilmiş daha büyük bir dış politika söyleminin parçası haline getirilemediği için iktidar, bu eleştirileri dillendirenleri Türkiye’nin iddialı dış politikasına karşı çıkan “hain” veya “vizyonsuz” odaklar olmakla itham edip toplum nezdinde mahkûm edebiliyor.

 

Yeni Bir Söylem ve Siyaset

 

Bu durumun üstesinden gelmek için, dış politika eleştirilerinin usulden ziyade esaslar üzerinden kurulması gerekir. Esaslar üzerinden eleştiri ise, öncelikle, anlamlı bir alternatif dış politika söylemini gerekli kılıyor. Bu yeni dış politika söylemi veya vizyonu da dış politikanın harcına karılan bu iki paradoksal duyguyu (büyüklük ve kuşatılmışlık veya post-emperyal ve post-kolonyal) daha yakından tanımayı ve bu duyguların tatminine ve terbiyesine dair bir söylem ve siyaset geliştirmeyi zorunlu kılıyor.

 

Birkaç yıl önce kuşatılmışlık psikolojisi iktidarın dış politika söyleminin merkezinde yer alırken, bugün iktidar dış politikadaki söylemini iddialı olma, büyük oynama veya büyüklük talebi üzerinden kuruyor. İktidarın bu değişken ve toplumda karşılık bulan siyasetine karşı çıkanların alternatif olacak bütünlüklü ve etkili bir söylem geliştirmesi gerekiyor.

 

Bunun için iktidarın dış politika siyasetini nasıl bir temel üzerine bina ettiğinin analiz edilmesinde fayda var.

 

Büyüklük Talebinin Demokratikleştirilmesi

 

İktidarın, Türkiye’nin dış politikada büyüklük veya iddialı olma arzusunu büyük oranda savunma sanayii kapasitesine -hatta daha da özelde İHA-SİHA teknolojisi- ve jeopolitik aktivizme indirgeyen bir yaklaşımı var. Tıpkı İran’ın dış politikadaki büyüklük arzusunu, büyük oranda Ortadoğu’daki milis ağı üzerine inşa ettiği nüfuz projeksiyonu, anakronikleşen nükleer teknoloji başlığı ve hakikatte içi boşalmış bir ideolojik-hamaset söylemi üzerine kurduğu gibi. İktidar, dış politika üzerinden açığa çıkan bu duygu ve arzuyu da içeride arkaik bir otoriter sistemi tesis etmede işlevsel bir şekilde kullanmak istiyor.

 

Burada yapılması gereken, bu duygu veya arzuyu reddeden bir söylem kullanmaktan ziyade, bu duygu veya arzuyu farklı bir şekilde içeriklendirmek ve alternatif bir siyasal vizyona meşruiyet sağlayan bir vasıtaya dönüştürmektir. Daha önce de ifade ettiğim üzere, bu duygu veya arzu, pekâlâ demokratikleşme ve daha iyi bir yönetim ajandasına da hizmet edebilir.

 

Post-emperyal devletlerin büyüklük arzusu içeride otoriter bir rejimin inşasını meşrulaştıran güçlü bir enstrümana da daha demokratik bir ajandanın ve iyi yönetimin güçlü bir harcına da dönüştürülebilir. Dolayısıyla bu duygu ve arzu, daha yıkıcı bir siyasetin mazotu da daha kurucu bir siyasetin yapı taşı da olabilir. Mesela, Brexit post-emperyal toplum egosunun yıkıcı bir örneğini teşkil ediyor. Yine, Trump’ın “Amerika’yı Yeniden Büyük Yapma” söylemi ve siyasetinin ABD’nin global prestijini nasıl sarstığını ve onu nasıl çirkinleştirdiğini hep beraber izledik.

 

Aslında AK Parti’nin iktidar dönemi emperyal tarihi hafızanın daha yapıcı bir siyasete aracılık edebileceğini gösteren birçok deneyime de sahip. Örneğin gayrimüslimlerin gasp edilmiş hakları ve mallarının iadesi tartışmalarında, Ermenistan’la normalleşme ve resmî Ermeni tezin dışına çıkma arayışlarında veya Kürt meselesi ve bölgesel Kürtlerle ilişkilerde farklı yaklaşım denemelerinde, emperyal tarihin seçici bir okuma ve söyleminin imkanlarını deneyimledik. Tabi ki toplumsal siyasal meseleleri hiyerarşik tarihi kategorilerle ele aldığı için bu tarihî vurguların ve hafızanın sınırlarını da gördük.

 

Ayrıca post-emperyal bir devletin büyüklük arzusunu veya egosunu yok sayarak önerilecek bir dış politika siyasetinin ciddi limitleri de var. Dolayısıyla bu duygu ve arzunun dikkate alınması ve tatmin edilmesi gerekir. Fakat post-emperyal toplum/devlet egosunun ve büyüklük arzusunun tatmin edilmesi gerektiği kadar terbiye de edilmesi gerekir. Çünkü yukarıda da belirttiğim üzere bu ego veya arzunun yapıcı tarafları kadar yıkıcı tarafları da var. Hatta kimi zaman yıkıcı tarafları daha fazla olabiliyor.

 

Post-emperyal devlet egosunun bir sendroma veya post-emperyal devlet zihinsel krizine dönüşmesi ve gerçeklikle bağın koptuğu bir siyasete yol açması pekâlâ mümkün. Genellikle de post-emperyal devletlerin farklı doz ve bağlamlarda sıklıkla yaşadıkları bir durum bu. Yine, Brexit İngiltere’si ve İngiliz milliyetçilerinin, Brexit’in “Global Britanya’nın” inşa edilmesi sürecini başlatacağı söylemi ve tahayyülü bunun canlı bir örneğini teşkil ediyor.

 

Global Rol ve İtibar Arayışı

 

İlaveten, post-emperyal devletlerin dış politikada güçlü bir rol ve itibar arayışları oluyor. Sistemik, jeopolitik ve iç politik gerekçelerinin yanı sıra Türkiye’nin Batı ile ilişkilerinde yaşadığı krizin yapısal zeminini, ilişkilerin genel çerçevesinin işlemezliği ve Türkiye’nin statü talebi oluşturuyor. Özellikle Avrupa Birliği süreci kaçınılmaz olarak aday devletle Birlik arasında hiyerarşik bir ilişkiyi ifade ediyor. Burada bir nevi öğretmen-öğrenci ilişkisine benzer bir ilişki formatı söz konusu. Üyelik için ödevlerini yapmakla yükümlü aday ülke ve bu ödevlere not verecek AB formatı.

 

Kıbrıs sorunu çözülmeden Kıbrıs’ın üye yapılması, Merkel ve Sarkozy’nin iktidara gelmeleri (2005-2007) ve Türkiye’nin üyeliğine karşı çıkmaları ile Türkiye siyasetinin ilerleyen yıllarda içine girdiği otoriterleşme ve şahsileşme girdabı gibi daha görünür krizler üyelik sürecinin hem yapısal hem de siyasal zeminini ortadan kaldırdı.

 

Öte yandan, Türkiye’nin AB’yle aday ülkeden ziyade Avrupa’nın üç temel aktörü olan Almanya, Fransa ve İngiltere ile ekonomik gerçeklikten bağımsız bir şekilde bölgesel bir aktör olarak jeopolitik eşitlik temelinde ilişki kurma arayışı da Türkiye’nin AB’ye adaylığı üzerinden tanımlanan ilişkilerin genel çerçevesinin yapısal zeminini ortadan kaldıran bir işlev görüyor.

 

Fakat burada hem rol hem de itibar arayışını biraz irdelememiz lazım. Her şeyden önce dış politikada daha aktif bir rol oynama bir ülkenin küresel itibarında veya güç maksimizasyonunda artış manasına gelmiyor. İran ve Rusya bunun iyi örnekleri. Mesela, son yıllarda İran’ın jeopolitik rolünde artış yaşanmasına karşın hem bölgesel hem de küresel itibarında düşüş yaşandı. Özellikle bölgesel bağlamda aynı durum Birleşik Arap Emirlikleri için de geçerli.

 

Meseleyi biraz daha Türkiye merkezine çekecek olursak, AK Parti’nin iktidar döneminde Türkiye’nin mücavir coğrafyası ve dünyadaki rol ve itibar arayışı farklı dönemlerde farklı kaynaklara dayandı. Örneğin, uzun bir süre Türkiye’nin itibarı ve küresel marka değeri içeride yaşadığı siyasal dönüşüm ve iktisadi kalkınma üzerinden yükseldi. Türkiye’nin o dönem attığı demokratikleşme adımları ve ekonomik refahındaki artış onun Arap Baharı’nda sokağa çıkan insanlar nezdinde başta olmak üzere küresel ölçekte itibarını ve marka değerini ciddi manada yükseltti.

Bültenimize Üye Olabilirsiniz

 

İslami gelenekten gelen bir iktidarın eliyle yapılıyor olması bu tecrübeyi ve “modeli” daha da değerli kıldı. İktidar, Türkiye hikayesini iç siyasal ve iktisadi dönüşüm üzerinde kurunca, Türkiye Almanya, İngiltere ve Fransa gibi ülkelerle daha çok karşılaştırılıyordu. Türk pasaportunu en değerli pasaportlar arasına sokmak veya Türkiye’nin pasaport değerini yükseltmek bu dönemde sıkça kullanılan ve bu dönemin ruhunu temsil eden bir söylemdi.

 

Dün Türkiye’nin global itibarını ve prestijini yükselten bu iç faktörler bugün onun global ölçekte itibarını ve marka değerini dramatik bir şekilde düşüren bir işlev görebiliyor. İktidar Arap sokağına ilham olan bir siyasetin temsilcisi olmaktan Arap sokağının reddettiği rejimlere dönüştükçe Türkiye’nin itibarında da marka değerinde de büyük bir düşüş yaşandı. Bu durumu basit bir şekilde ifade etmek gerekirse, bugün yeni bir Arap Baharı dalgası yaşanacak olsaydı, iktidar, 2011 yılında Hüsnü Mübarek’e yaptığı görevi bırakma çağrısını yenileyebilecek ne siyasal ne de ahlaki zeminine sahip olurdu. Nihayetinde, tarihsel olarak Türkiye’nin ceberut devlet anlayışı ve köhne siyasetinin eseri olan ne kadar hastalığı varsa hepsi daha da ağırlaşarak tek tek geri geldi. Hatta bunlara yenileri eklendi.

 

Demokratik İtibar – Jeopolitik İtibar: Pasaport – İnsansız Hava Araçları

 

Zaten bu nedenledir ki iktidar son yıllarda daha fazla jeopolitik merkezli bir itibar tanımı yapıyor. Yine jeopolitik merkezli bir rol arayışını ortaya koyuyor. Tıpkı İran’ın yaptığı gibi. Yukarıda da belirttiğim üzere İran rejimi, bölgesel aktörlüğünü ve hamasi ideolojik söylemini bölgesel itibar veya dış politikada büyüklük arzusunun merkezine koyuyor. İranlı bazı yetkililerin dile getirdikleri İran’ın dört Arap başkentini kontrol ettiği söyleminde yansımasını bulan bu jeopolitik hikâye ve ego böylesi bir itibar arayışını net bir şekilde ortaya koyuyor.

 

Türkiye de son yıllarda dış politikada büyüklük vurgusunu, rol arayışını ve itibar talebini büyük oranda jeopolitik nüfuz ve aktörlük üzerine inşa ediyor. İktidarın içerideki hikayesi tükendikçe dışarıda jeopolitik merkezli yeni bir hikâye yazma ihtiyacı artıyor. Türkiye “modeli” dün Türkiye’nin çoğulcu kimlik yapısını ve demokratik iç siyasal dönüşümünü ifade ederken bugün daha çok jeopolitik aktivizmini ifade ediyor. İktidar, daha önce Türkiye pasaportunu dünyadaki en değerli pasaportlar arasına sokmayı Türkiye’nin uluslararası itibar arayışının sembolü olarak görürken, bugün aynı arzuyu insansız hava araçları teknolojisi üzerinden sağlamaya çalışıyor.

 

Savunma sanayii merkezli bir öykü tek sektörlü veya tek alanlı bir gelişmeyi ifade ediyor. Buna karşın, Türkiye’nin pasaportunu daha değerli kılma merkezli bir söylem daha kapsamlı bir gelişme ve iyileşme manasına geliyordu.

 

Türkiye’nin pasaportunu daha değerli kılma veya marka değerini yükseltme daha iyi bir yönetim, daha güçlü kurumlar, daha müreffeh bir toplum, daha nitelikli kadrolar, daha açık bir kamusal alan ve daha yüksek demokrasi ve hukuk standartlarını gerekli kılar. Böylesi bir total iyileşme hamlesi de bir ülkenin uluslararası itibarını veya marka değerini artıran bir işlev görür. Bu şekildeki total bir iyileşme hamlesi, Türkiye’nin dış politika veya jeopolitik aktörlüğünü zayıflatmak bir yana, daha da tahkim eder. Bu da Türkiye’yi dış politikada sadece iddialı kılmaz aynı zamanda itibarlı da kılar. İttifaklar kurabilmesini ve uluslararası girişimlere öncülük edebilmesini kolaylaştırır.

 

Böylesi iddialı ve itibarlı bir Türkiye, Uygur Türkleri konusunda Çin karşısında sus pus olup utanılacak bir dış politika izlemek zorunda kalmazdı. Aksine, uluslararası duyarlılığın oluşmasına öncülük etmeye çalışırdı. Böylesi bir durumda, Çin finansal kredi veya yardım vaadiyle Türkiye’nin dış politika vicdanına bu şekilde bir ipotek koyamazdı.

 

Hasılı post-emperyal bir devlet olan Türkiye’nin dış politikada iddialı olma arzusu tarihî bir hafızaya yaslanan meşru bir durumdur. Fakat dış politikada iddialı olma veya büyük Türkiye arzusu insansız hava araçları üzerinden sembolize edilebilecek unsurlara dayandırılabileceği gibi pasaport üzerinden değerlendirdiğimiz demokratikleşme vizyonuna da dayandırılabilir.

 

Pasaportunun global marka değerine vurgu yapılırken Almanya, Fransa ve İngiltere ile karşılaştırılan Türkiye, jeopolitik aktörlük veya aşırı derecede insansız hava araçları teknolojisine vurgu yaptığı bu yeni dönemde daha çok İran, BAE, Mısır, Rusya veya Suudi Arabistan’la karşılaştırılıyor veya onlarla rekabeti üzerinden anılıyor. Dolayısıyla, siyasal vizyondaki dönüşümü yansıtan bu enstrüman değişimi, Türkiye’ye büyük bir maliyet yaratarak küresel itibar açısından lig değiştirmesine yol açtı.

 

Yatay Güç Fikri, Dikey Güç Fikri

 

Aslında bu itibar arayışının kaynakları aynı zamanda farklı güç anlayışlarına da ışık tutuyor. Kabaca yatay veya dikey olmak üzere iki farklı güç anlayışından söz etmek mümkün. İç politikadaki siyasal gücün kullanımı açısından gücün yatay bir şekilde paylaşımı daha demokratik bir vasata işaret ederken, dikey güç vurgusu ise gücün daha fazla merkezileşmesini ifade eder.

 

Buna karşın, devletlerin genel güç tasavvurları açısından ise tam tersi bir ilişkiden bahsedilebilir. Yatay güç fikrini benimseyen bir devlet içeride ekonomik, askerî, teknolojik veya siyasi alanlarda biraz güç birikimi yapınca bunu hemen jeopolitik olarak dışarıya yansıtmaya çalışır. Dikey güç fikrini benimseyen bir devlet ise içeride güç birikimi yaptıkça, bu gücünü dışarıya doğru jeopolitik bir nüfuz projeksiyonuna tahvil etmekten ziyade, içerideki güç kaynaklarını daha da geliştirip derinleştirmeye çalışır.

 

Yani mevcut ekonomik refahını daha da artırmaya, teknolojik alt yapısını daha da derinleştirmeye veya kurumsal kapasitesini daha da geliştirmeye çalışır. Bu farklı güç fikirlerini birbirlerinden ayırmak o kadar kolay olmayabilir. Mesele emperyal genişleme süreçleri bu her iki güç unsurunun birbirleriyle dinamik bir şekilde etkileşimde olduğu süreçlerdir.

 

Buna karşın, her devlet sahip olduğu farklı tarihsel ve özel koşulların sonucu olarak bu güç anlayışlarından birine diğerine oranla daha yakın olabiliyor. İkinci Dünya Savaşı veya 1945 yılına kadar olan dönemde ABD’nin bu dikey güç fikrini daha fazla benimsediğini söyleyebiliriz. Benzeri şekilde 1945 yılından sonra Almanya ve Japonya da dikey güç fikrini yatay güç fikrine tercih eden bir yaklaşımı benimsediler.

 

Sebep olduğu ve yaşadığı tarihsel trajedi nedeniyle Almanya bugün dahi dış politikada güç veya jeopolitik gibi kavramları iddialı bir şekilde kullanmaktan imtina ediyor. Bu pasifizm sadece devlet katında değil aynı zamanda toplum nezdinde de ciddi bir şekilde benimsenmiş durumda. Örneğin Körber Vakfı tarafından her yıl yapılan Berlin Nabzı (The Berlin Pulse) kamuoyu araştırması Alman toplumunun sadece yüzde 40 civarının Almanya’nın daha fazla savunma harcaması yapmasını veya dış politikada daha fazla rol üstlenmesini desteklediğini ortaya koyuyor.

 

Bu resme rağmen, post-emperyal devletler genellikle yatay güç fikrini benimsemeye daha yatkınlar. Fransa, Rusya, Türkiye ve İran gibi ülkelerde bunu görebiliyoruz. Örneğin Fransa ile Türkiye arasında son yıllarda yaşanan jeopolitik gerilim, ikisinin birbirlerinden çok farklı olmalarından değil tam aksine dış politikada birbirlerine çok benzedikleri için yaşanıyor kısmen.

 

Her ikisinin jeopolitik kimlikleri hem birbirleriyle benzeşen hem de çatışan bir mahiyete sahip. İki bölgesel güç, iki post-emperyal devlet ve iki Akdeniz gücü Libya, Kuzey Afrika, Doğu Akdeniz veya Suriye’de olduğu gibi aynı coğrafyalarda nüfuz projeksiyonu yapıyorlar. Tabii ki aralarında ciddi farklılıklar da var. Örneğin Fransa, özellikle de Brexit’ten sonra, AB’ye dış politikada liderlik yapmak istiyor. Bu arzu veya talep Fransa’nın dış politika veya jeopolitik kimliğinde merkezî bir konuma sahip. Buna karşın, Türkiye de mücavir coğrafyasında veya İslam dünyasında başlıca ana aktörlerden biri olarak kendisini konumlandırıyor.

 

Dikey güç anlayışını benimseyen bir devlet yumuşak güç unsurlarına daha fazla yatırım yaparken, yatay güç fikrini benimseyen bir devlet ise sert güç unsurlarına daha fazla yatırım yapar. Bu noktada, şu soruyu sorabiliriz: Türkiye dış politikada büyüklük arzusunu veya itibar arayışını yatay güç anlayışı üzerine mi yoksa dikey bir güç fikri üzerine mi bina etmeli? Veya bu konuda herhangi bir tercih yapmalı mı?

 

Uluslararası Rol ve İtibar Arayışı: Peki Nasıl?

 

Türkiye’nin uluslararası rolünün ve itibarının kaynaklarının neler olabileceği ya da sınırlarına dair esaslı bir tartışma yapmamız gerekiyor. Özellikle itibar kavramının yeniden tartışılıp güçle ilişkisinin yeniden düşünülmesine ihtiyaç var. Sadeace savunma sanayindeki gelişmeler veya jeopolitik aktivizm bir devleti uluslararası alanda ne kadar itibarlı kılar?

 

İktidarının şahsileştiği, kurumlarının anlamsızlaştığı, fikrî hayatının çoraklaştığı, medyasının Pravda’laştığı, hukuksuzluğun bir norma dönüştüğü ve yolsuzlukların sistemik bir karaktere büründüğü bir ülke, jeopolitik bir aktör olsa dahi ne kadar itibarlı olabilir? Bir ülke itibarlı olmadan ne kadar güçlü veya büyük olabilir? İran, Ortadoğu’da ciddi bir nüfuz projeksiyonu yapabilen önemli bir jeopolitik aktör. Rusya ise güçlü bir savunma sanayiine sahip önemli bir küresel ve jeopolitik aktör. Peki bu ‘güçleri’ veya ‘rolleri’ bu ülkeleri aynı nispette itibarlı aktörlere dönüştürüyor mu?

 

Dış politikanın sadece ‘dışarıya ait’ bir mesele olarak görülmemesi gerekir. Türkiye’nin yeni dış politika hikayesi de temelde dışarısı üzerine kurulmamalıdır. Türkiye’nin dış politikadaki aktörlüğü veya global itibarı ancak ve ancak temeli içeride olan anlamlı bir hikâye ve vizyonun parçası kılındığı sürece sürdürülebilir. İktidar son yıllarda bunun tam tersini yapıyor. Dışarısı üzerinden içeride kötü bir hikâye kurmaya çalışıyor. Veya dışarısı üzerinden içeriyi dizayn etmeye çalışıyor.

 

Türkiye’nin dış politikadaki oryantasyonsuzluğu temelde iç siyasetteki rotasızlığının doğrudan bir sonucu. Türkiye iç politikada ne olacağına veya nasıl bir siyasal düzene sahip olacağına karar veremeyen bir ülke konumunda. Daha doğrusu, iktidarın karar verdiği Türkiye kalıbı topluma dar geliyor. İçerideki bu rotasızlık da dışarıyı doğrudan etkiliyor. Örneğin, Kürt meselesini sadece bir güvenlik hadisesine indirgerseniz, çözüm öneriniz de ancak duvar ve/ya SİHA olur.

 

İçişleri Bakanı daha yakın dönemde Türkiye – Suriye sınırına 832 kilometre (sınırın toplam uzunluğu 911 km) ve Ağrı – İran arasına da 81 km duvar örüldüğünün ‘müjdesini’ verdi. Tabii ki post-Arap Baharı döneminde yaşanan bölgesel alt üst oluş dünün söylem ve siyasetinin sınırlarını ortaya koydu. Buna karşın, daha düne kadar komşularıyla arasındaki sınırları anlamsızlaştırma ve “Ortadoğuyu bataklık gören zihniyetle” mücadele etme iddiasına sahip olan bir iktidarın bugün sorunlara çözümü komşularıyla arasına duvarlar örmede araması veya duvarlarla final yapması başlı başına hazin bir dönüşümü ve başarısızlığı ifade ediyor.

 

Etrafına Duvarlar Ören Siyaset

 

Etrafına duvarlar örmeye başlayan bir devlet dış politikada büyük adımlar atma ve girişimlerde bulunma iddiasını kaybettiğini itiraf etmiş oluyor aslında. Bu duvarların sadece güvenlik üzerinden okunması doğru olmaz. Bunlar aynı zamanda zihnî duvarlardır. Bu duvarlar Türkiye’nin güvenliğini sağlamaktan çok, Türkiye’nin dış politika ufkunu kapatan bir işlev görüyorlar.

 

Kürt meselesi başta olmak üzere, siyasal meselelere çözüm üretebilme kapasitesinin kalmadığının itirafı oluyor bu duvarlar. Dünyada etrafına duvar örüp hayırla yad edilen bir ülke veya aktörün olmamasının bir gerekçesi var nihayetinde.

 

Dolayısıyla, iktidarın dış politika siyasetine alternatif olabilecek bir dış politika söyleminin toplumda karşılık bulabilmesi için bunun bir dış ilişkiler söyleminin ötesine geçip içeriye de bir Türkiye vizyonu önermesi gerekiyor. Bu çerçevede, iktidara alternatif olması gereken muhalefete de bazı soruların yöneltilmesinde fayda var.

 

Muhalefetin dış politikası içeride veya dışarıda nasıl bir Türkiye tasavvuruna dayanıyor? İçerisiyle dışarısı arasındaki bağı nasıl kuruyor?

 

Somut bir örnek verecek olursak, içerideki Kürt meselesine nasıl bir çözüm reçetesi öneriyor? Türkiye’nin bölgesel Kürtlerle ilişkilerine dair nasıl bir gelecek tasavvuru sunuyor? AK Parti’nin ilk dönemlerine damgasını vuran Avrupa gündemi, komşularla sıfır sorun politikası, Türkiye’nin pasaportunu değerli kılma veya Türkiye’nin global marka değerini artırma söylemleri, iç ve dış siyaseti meczeden daha bütüncül siyasal bir vizyon ortaya koyuyordu. Türkiye’nin yeniden böylesi bütünlüklü hikayelere ihtiyacı var.

 

Türkiye’nin Küresel Marka Değeri İçerideki Hikayesine Bağlı

 

Türkiye, bölgesindeki jeopolitik oyuna seyirci kalamaz fakat Türkiye dış politikadaki büyüklük talebini veya itibar arayışını sadece jeopolitik üzerine de inşa edemez. Her şeyden önce, Ortadoğu’nun kumlu ve kaygan zemini jeopolitik aktörlük üzerine kurulu itibar arayışlarını her daim kırılgan kılmıştır.

 

Ortadoğu kalıcı hegemonya veya hiyerarşi arayışları için elverişli bir bölge değil. Sadece Arap Baharı’ndan bugüne geçen zaman zarfında bölgenin kazananlar veya kaybedenler listesinin dinamik bir şekilde değişmesi bu yargının haklılığını ortaya koyuyor. Zaten Türkiye’nin sahadaki askerî başarıları ile siyasal başarıları arasındaki makas, bizim dış politikada “başarı” kavramının tam olarak neyi ifade ettiğini etraflıca tartışmamızı gerekli kılıyor.

 

Hasılıkelam, Türkiye’nin global marka değeri de itibarı da her şeyden önce içeride yazacağı anlamlı bir öyküyle yakından ilişkilidir. Böylesi bir iç hikâye üzerine inşa edilen dış politikadaki aktivizm ve büyüklük iddiası hem daha elde edilebilir hem de sürdürülebilir olur.           

 

Türkiye’nin yeni hikayesi, Türkiye’nin post-emperyal bir devlet olduğu ve post-emperyal devlet egosuna sahip olduğu gerçeği göz önünde bulundurularak, bu duyguyu içeride daha demokratik ve müreffeh bir toplum yaratma, dışarıda ise daha itibarlı ve iddialı bir aktör olma siyasetine hizmet edecek şekilde yazılmalıdır.

 

Bu tarz bir söylem veya vizyon, mezkûr duygunun iktidar tarafından içeride siyasal-ahlaki çürümeyle kurumsal çöküşü meşrulaştıran bir vasata dönüştürülmesini güçleştirir.

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.