Ramazan Bereketi

Her şeyin bir kültür endüstrisine teslim edildiği, insan ve insana ait olanın geriye çekildiği, bizim de buna benzetilmeye çalıştığımız tuhaf bir gürültü, tuhaf bir illüzyon. Neyin sahici neyin sahte olduğunu benim diyenin anlayamadığı bir maskeli balo. Şu mübarek günlerde tam da bu şekilde çepeçevre kuşatılmış bulunuyoruz. İşin daha da tuhafı kimse buna doğru dürüst bir tepki vermiyor.

ramazan

“O (sayılı günler), doğruyu eğriden ayırma, gidilecek yolu bulma konusunda açıklamalar ve insanlara rehber olarak Kur’an’ın indirildiği ramazan ayıdır.”

K.K.: 2/185

 

“Gregory: Dikkatimi çekmek istediğiniz başka bir nokta var mı acaba?

Sherlock Holmes: Köpeğin o geceki tuhaf davranışı.

Gregory: Köpek o gece hiçbir şey yapmamıştı ki.

Sherlock Holmes: Tuhaf olan da bu ya.”¹

 

Ramazan girdi. Havada eskileri hatırlatan uhrevî bir esinti, iftar saatlerini dolduran o telaşlı akşam koşuşturmacaları, konu komşu arasındaki muhavereler, gel-gitler, sıcak ramazan pideleri ve nihayet sofralarımızın başında bütün anı ışıklandıran o iftar saatleri yok. Varsa yoksa bir seçimdir gidiyor. Her tarafta ellerini göğüslerine kavuşturmuş, yüzlerinde sahte bir gülümsemeyle insanlardan oy dilenen tipler.

 

Bunları söylerken demokrasiyi küçümsediğim sanılmasın. Bu, demokrasi de değil, bambaşka bir şey. Normalin dışında, normalin ötesinde ve üstünde vaat ve vaitlerle seçmen avlamaya çıkan, halkın gerçek gündemiyle ilgisi olmayan bir kampanyadır gidiyor. Televizyonlarda her konuyu bilen pudralı, makyajlı beyler ve onlara eşlik eden güzel bayanlar.

 

Her şeyin bir kültür endüstrisine teslim edildiği, insan ve insana ait olanın geriye çekildiği, bizim de buna benzetilmeye çalıştığımız tuhaf bir gürültü, tuhaf bir illüzyon. Neyin sahici neyin sahte olduğunu benim diyenin anlayamadığı bir maskeli balo. Şu mübarek günlerde tam da bu şekilde çepeçevre kuşatılmış bulunuyoruz.

 

İşin daha da tuhafı kimse buna doğru dürüst bir tepki vermiyor. Sanki normal olan buymuş da bizler meseleye yabancı kalmışız gibi bir duyguya kapılıyor insan. Tam da yukarıdaki diyalogda geçen muhaverede görüldüğü gibi. Köpeğin hiçbir şey yapmamasıydı tuhaf olan. Oysa o neşeli neşeli kuyruğunu sallayarak sokulmalı ya da ciddi bir şeyler görmüş gibi havlamalı ve etrafı kolaçan etmeli değil miydi?

 

Aslolan buydu ama her nedense bunların hiçbirini yapmıyordu. Sherlock Holmes’a tuhaf gelen de buydu. Tıpkı tuhaf gelmesi gerekip de hiçbirimizin bunun farkında olmamış gibi davranması veya gerçekten de o farkındalığı kaybetmemizdeki tuhaflık gibi bir şey bu da. Kaybettiğimiz şey insanî olan o tepki, alışkanlık veya duyarlılık diyelim, her neyse işte o.

 

Tuhaf Zamanlar

 

Eric Hobsbawm’ın dilimize bu isimle çevrilen bir kitabı vardır. 20’nci yüzyıla o ismi vermiş hazret. Bununla mimetik yolla kazandığımız bütün alışkanlıklar ve onun tarihiyle bütün bunların kültür endüstrisi tarafından tahrip edilmesi mi kastedilmiş, yoksa başka şeylere mi işaret edilmişti bilmiyorum ama netice tuhaf zamanlara erdiğimiz doğruydu.

 

Evet, tuhaf zamanlara ermiştik ve yorumlama yetimiz kaybolmuştu. Oysa eskiler sadece nedenleri sormaz sanatın gücüyle nedensellik denilen steril alana yeni bir çeşni katar, onu her seferinde yeniden yaratırlardı. Bunu yaparken de “ne olduğunu değil de neyi tasarlamak istediklerini”, kısaca insan olmanın kendilerine yüklediği sorumluluğun gereğini yaparlardı.

 

Oysa şimdi bütün varlık ve her şey sanki sürgit devam eden bir kalıp ve sürecin kesintisiz bir süreği ve devamıymış da bizim haberimiz yokmuş gibi davranılıyor. Sanki içinde yaşadığımız toplum, tarihî sürecin zorunlu bir sonucu olarak bir önceki süreçlere ait birikimlerin hep en iyi yanlarını alarak ilerliyormuş da bizim haberimiz yokmuş gibi görülüyor.

 

İnsanın yorumlama ve tasarımlama, dahası yapma ve bozma, arındırma ve kirletme yetilerini tek bir forma, ilerlemecilik formu ve onun hep iyiye gittiği inancına dayandıran bu tarz bir anlayış, ilerlemecilik mitosu; aslında sadece insanı ve onun özgürlüğünü hiçe saymıyor, aynı zamanda her şeyi katı bir determinizm kıskacına atmış oluyor.   

 

Bugün işte öyle zamanlarda bulunuyoruz. Batı ilerlemeciliği insanlığı tek bir forma, Batı Tipi bir ilerlemecilik formuna hapsetmişti. Doğu tepkiselliği ise rövanşist bir yaklaşımla onu tersine çevirerek başka bir düzleme, faşist eğilimlerin kullanışlı bir maskesi olan ulus, din ve tarihin steril yorumlarıyla beslenen başka bir yere, hayali bir ufka taşıdı. 

 

Bu ikinci tutum da birincisiyle aynı ortak paydada birleşti. Bu ikinci tasarım da insanî bütün tasarımları yok ederek, tarihi kendi tasarladığı istikametin yegâne taşıyıcı gücü haline getirdi. O da bir tür putperestlik olarak devreye girdi ve kendine yepyeni bir lider kültü ve o kültü taşıyan ideolojik ve tarihi argümanlar inşa etti. Bunu yaparken o da karşı çıktığı düşmanları yeniden kurguladı ve tıpkı karşıtları gibi onların silahlarını kullandı.

 

Birinde kullanılan malzeme modernitenin nedensellik miti, ikincisinde kullanılan malzeme ise geçmiş uygarlıkların nedensellik miti idi. Bu ikincilere göre “durdurulmuş bir medeniyet” olan eski kültürümüz, küçük bir makas değişikliği ile yeniden rayına oturtulacak ve her şey zorunlu biçimde kendi istikametinde ilerleyecekti.

 

Bugün Türkiye’de mevcut iktidar örneğinde yaşanan tam olarak budur. Karşıtından beslenen ve fakat kendisinin de tıpkı karşıtları gibi aynı yolda yürüdüğü tersinden üretilmiş kötü bir Batıcılıktır muhatap olduğumuz. 

 

Bireyi, kültürü, tarihi, coğrafyayı ve bütün canlıları beş yıllık kalkınma planlarının büyüsüne kaptıran ve her şeyi bu yolda tüketen eski Sovyet uygulamaları gibi bu tarz bir tasarımda da hem geçmişin rövanşı alınıyor hem de toplum ve çevrenin katlandığı muazzam maliyetler kamufle edilmiş oluyor. Meşruiyetini tasarladığı kurgu ve bu kurguyu besleyen steril tarih anlayışından alan tekçi, egemen, dikte edici, kesinliğinden asla kuşku duyulmayan bir doğru ve hakikat tekelinden alan bir yapı.  

 

Bu tarz eğilimler sadece çevreyi ve kaynakları katletmiyor. Aynı zamanda bireysel çeşitlilik ve biricikliği de tekçi bir ideolojinin kesinliğinde yok etme potansiyeli taşıyor. Hal böyle olunca ramazan da o iklimde tilavet edilen Kur’an-ı Kerimler de hepsi, ama hepsi bu tekçi tasarım içinde anlam kazanıyor. O bile bir Tanrı armağanı olarak değil, o tekçi yönelişin tali bir enstrümanı olarak işlevselleştiriliyor. 

 

Eski ramazan havalarını duyamayışımız bundan, bu ve benzeri her şeyin işlevsel bir aparata dönüştürülmesindendir. İslam’ın modern zamanlara has bu politik yorumu, onu uhrevî bir şey olmaktan çıkartarak dünyevî alanın sıradan bir malzemesi haline getiriyor. Oysa Kur’an-ı Kerim’in kalbi olan Fatiha Suresi övgüyü dünyevî saltanat ve iktidara değil, “âlemlerin Rabbi olan Allah’a” tahsis ettikten hemen sonra, O’nun “din gününün sahibi” olduğunu hatırlatır.

 

Bu demektir ki “ahiret” her şeydir. Bütün hazırlık onun içindir. Bu o kadar önemlidir ki, kelimelerin o kadar tasarruflu kullanıldığı bu surede bile surenin dörtte biri oraya, ahirete ayrılır. Arkasından gelen ayetler ise “yalnızca sana kulluk eder, senden yardım isteriz” şeklindedir. Kitab’ın kalbi olan bu sure, bütün vurgunun tevhit ve ahirete yapıldığı bir peyzaj sunar bize.

 

Ne ki buna rağmen ramazanı tam olarak hissedemiyor, duyamıyoruz. Duyamıyoruz çünkü o bile tuhaf zamanların malzemesi yapıldı. Çünkü her şey gibi o da mutlak bir nedenin, adına dava denilen muhayyel bir hedefin bir gerekçesi, onun reklam panosu haline getirildi. Mutlak nedenin mutlak iktidar, mutlak iktidarın ise Tanrı gaspçısı bütün şeriklerin en büyüğü olduğunu bir berzahtan geçiyoruz da ondan böyle bütün bunlar.

 

Ramazan Sadeliği

 

Ramazan işte burada, bu zor zamanda gündemimize giriyor. Her sene birbirinden farklı bir ay ve günü ziyaret ederek aramıza teşrif ediyor. Bir gök armağanı gibi ruhlarımıza iniyor. Bereketi her şeyi sarıyor. Merhamet dileyen ruhlarımıza su serpiyor. Açları hatırlatıyor bize. Her şeyi iktidar bütünü içinde göstermeye çalışan tuhaf bir zamanda içimizdeki küçük ayrıntıları, sabır, metanet, yardımlaşma, sevgi, merhamet gibi pırlantaları açığa çıkartıyor. 

 

O ayrıntılar ki her biri bir Meryem muştusu, İbrahim’in direncini veriyor bize. O İbrahim ki putları kırmış bir put kırıcıydı. O İbrahim ki kuru taşta biten İsmail’in rüyasını görmüş, çölden fışkıran zemzemi tatmıştı. O İbrahim ki yıllarca beklenen biricik evladını kurban ederken de ateşe atılırken de yüzünü başka yere çevirmemişti. O içli peygamberdir ki emzikli bir kadın olan Hacer’i Mekke Vadisi’ne bırakırken bir lahza tereddüt etmemiş ve bugün her şey zannettiğimiz “nedenlere” değil, Rabbine güvenmiş, O’na bel bağlamış Tevhidin bayrağını hiçbir şeye değişmemişti.

 

Ramazan bize işte bunu, “nedenlerin büyüsünü”, onlardaki baştan çıkarıcı nedensellik putunu içimizden söküp atarak, yerine insandaki “yorumlama gücü”, emanet sorumluluğu ve onun arkasındaki çoklu nedenselliğin sonsuzluğu ve Tevhidi hatırlatıyor. İnsana, başta içindeki putlar olmak üzere bütün putları kırma ve bütün varlıkla kardeşçe ilişki kurma kudreti veriyor. O zaman kurtuluyoruz renk körlüğünden. O zaman fark ediyoruz çözümlerin tek bir çizgide, nedenselliğin tek bir biçimi ve türevinde birikmediğini. Ve o zaman görüyoruz ki her şey tekli nedenselliğin çizgisinde değil de sonsuzluğun çoklu toprağında çiçek açıyor. 

 

Tekçi rejimler işte buna, bu çoklu senfoniye savaş ilan ediyor. Her şeyi oradan görüp oradan okuyor. Ramazan bile bir anda tekçi rejimin ilan panosuna dönüşebiliyor. Her şeyi devasa devlet aygıtı ve onun araçlarıyla ölçmeye ve insanı da bu abideler karşısında ezmeye göre ayarlanmış bütün rejimler ilk çağlardan beri hep aynı yolu denemiş, aynı yoldan yürümüştür. Mısır ehramları öyle, İnka kalıntıları öyle, Büyük Duvar öyle, Roma Kolezyumları öyle ve nihayet Nazilerin yaptığı devasa yapıtların tamamı öyledir.

 

Ramazandır ki tek bir zeytin tanesinde hem nimeti hem şükrü hem merhameti hem de aczi aynı anda bir arada gösteriyor. Ve ramazandır ki bizi sadece kendimizle değil Tanrı ve Tanrı vergisi olan her şeyle, bütün kardeşlerimizle ilişkilendiriyor. O sayede sadece sebepperestlikten değil, insanperestlik denilen şeyden de kurtuluyor, her şeyin Tanrı’nın elinde olduğunu anlamış oluyoruz. 

 

Ramazan bu ve daha fazlasını veriyor, duyumsatıyor bize.

 

Bize bunları duyuran âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamdolsun…

 

__

¹Leschziner, G. (2023), Sözcükleri Tadan Adam: Duyularımızın Tuhaf ve Ürpertici Dünyası, (çev) Deniz Keskin, Metis Bilim 53, İstanbul, s. 42.

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.