RAND Raporu ve Türkiye’de Sivil-Asker İlişkileri
Bir bardakta fırtına koparılmasına neden olan RAND Corporation’ın Türkiye raporu, Türkiye’de ordu-siyaset ilişkilerindeki dönüşümü tam olarak anlamlandıramamış, gerçekten bilgilenmek için doğru veriye ve isimlere erişim sağla(ya)madığı apaçık ortada bir rapor. Rapor ayrıca Türk-Amerikan ilişkilerini değişen şartlar ve iki tarafta da değişen aktörler çerçevesinde sahici bir yaklaşımla ele almıyor.
RAND Corporation’ın Türkiye’de iç ve dış politikaya dair değerlendirmelerinin yer aldığı son raporunda geçen bir cümleden büyük bir fırtına koparıldı. Raporda Türkiye’de siyasetin yakın gelecekte nasıl şekillenebileceğine dair çalışılan farklı senaryolar yine raporda geçen bir cümle ile ilişkilendirilerek, Türkiye’de ABD destekli yeni bir darbe olasılığı ortaya atıldı. RAND’ın raporu üzerinden gündem oluşturan darbe ihtimali/riski, Türkiye’de sivil-asker ilişkilerine göz atmak için yeni bir fırsat veriyor.
Rapora Yöneltilebilecek Eleştiriler
RAND’ın bahsi geçen son raporunun, geçmişteki Türkiye analizlerinin aksine, en azından ordu-siyaset ilişkilerine dair kısımları itibarıyla kötü bir rapor olduğunu belirterek başlayabiliriz; iyi araştırılmamış, kulaktan dolma bilgiye dayalı, kaynakları zayıf ve güncel değil. Rapora yöneltilebilecek eleştiriler, Fetö’ye hâlâ ‘Sufi İslami hareket’ denmesi, ‘Maarif Vakfı’nın Suudi Arabistan tarafından fonlandığı’ gibi küçük bir Google aramasıyla bile Fetöcüler tarafından yayıldığı görülebilecek bir iddia ile sınırlandırılmamalı. Rapora başka ciddi eleştiriler de getirilebilir. Bunları şöyle sıralayabiliriz:
İlk olarak rapor, “15 Temmuz sonrası TSK’da tasfiyelerle ordunun profesyonelliği azaldı”, “TSK zayıfladı” gibi dört yıldır dillere pelesenk olmuş iddiaları yeni hiçbir delil getirmeden tekrarlıyor. “Çok sayıda Türk, güvenliklerini sağlayacak bir kurum kalmadığını düşünüyor” gibi genel geçer, nasıl varıldığı belli olmayan bir iddiadan bahsediyor. Raporda dile getirilen “orduya olan kamuoyu desteği, güven düştü” iddiasının da dayanağı yok. Örneğin; Kadir Has üniversitesinin Türkiye Sosyal-Siyasal Eğilimler Araştırması 2018’e göre, Ordu’ya olan güven yüzde 60’dan, yüzde 51,2’ye düşmüş, ordu yine de en güvenilen ikinci kurum olmuştu. Aynı araştırmanın 2019 yılı sonuçlarına göre, ordu en güvenilen kurum oldu. Rapor bunu not edip, ne anlama geldiğini tartışmak yerine, mesnetsiz bilgiye dayalı analizi tercih etmiş.
İkinci olarak, raporda hükümetin siyasi etkisinin Jandarma özelinde disiplin ve profesyonelliği düşürebileceği, terörle mücadeleyi sekteye uğratabileceği, TSK ve Jandarma arasında operasyonel uyumun azalabileceği iddiaları 2014 yılında ilgi çekmek için kaleme alınmış bir yazı kaynak gösterilerek dile getirilmiş. RAND raporunu kaleme alanlar zahmet edip, aradan geçen altı yılda —elimizde bu kanılarını değerlendirebilecekleri birçok terörle mücadele operasyonu ve sınır dışı harekât olmasına rağmen— bu varsayımlar gerçekleşti mi diye bakmamışlar! Son olarak, Türkiye’de de konuşulan, mahiyeti merak edilen ama hakkında pek az şey bilinen ‘SADAT’a (açılımı raporda yazılmamasına ek olarak) dair bir paragraftan öte bilgiye belli ki erişememiş bir rapordan bahsediyoruz. Rapordaki belki de en önemli ve kilit basitlik, TSK’da ‘Batıcılar ve Avrasyacılar’ diye iki grup olduğu, Avrasyacı kanadın son dönemde güçlendiği gibi asparagas haber dolu köşe yazısı kıvamında analize gidilmesi olmuş.
RAND’ın raporunda noksan ve bilindik bazı değerlendirmeler de var. AK Parti hükümetlerinin ilk dönemde Ergenekon ve Balyoz darbe planları iddialarına dayanan yargı süreçleri, AB üyelik süreci, ABD desteği ve büyük halk desteği sayesinde ordu üzerinde Batılı tarzda demokratik sivil kontrol sağlamayı başardığı ancak bunun 15 Temmuz sonrasında kurumsal olmaktan ziyade sübjektif, siyasileşmiş bir sivil kontrol olduğu not ediliyor Yine de raporun yazarlarından Stephen Flanagan ile yapılan bir röportajı okuyunca, RAND’a göre esas sorunun Türkiye’de gayr-ı demokratik sivil asker ilişkileri değil, ABD ordusunun TSK’ye gelecekte erişememe riski olduğunu anlıyoruz.
Rapor, Türkiye kamuoyunda NATO’ya ve Batı’ya olan güvendeki büyük düşüşü doğru şekilde not ediyor (tabiî ki bunu tam anlamıyla kritik etmeden ve ABD’ye ev ödevi önermeden). TSK’da 15 Temmuz sonrası görevden almalar, yargılamalar dolayısıyla tedirginlik olduğu raporda doğru not edilse de, bu bilgi yeni değil; çok kişi tarafından söylendi, tahmin etmek de zor değil. Ne de olsa darbe teşebbüsünün üzerinden geçen dört seneye rağmen hâlâ çok sayıda muvazzaf subayın göz altına alınabildiği bir durum planlamayı ve verimliliği ister istemez etkileyecektir. Kısacası, orijinal bilgi veya kaynak sunamayan, şaşırtmayan, sıradan bir rapor var karşımızda.
Askeri Eğitim Meselesi
RAND raporunda tüm profesyonel askeri eğitimin Milli Savunma Üniversitesi altında toplanmasına dair değerlendirmeler ve ABD’nin askeri kurumlarının yabancı ülke askerlerine verdiği eğitim Türkiye’de bazı medya organlarında komplocu tavırla ele alındı. ABD bütün büyük devletler gibi etki etmek istediği ülkelerin orduları içindeki akımları, grupları, askeri silah ve kabiliyetlerini tanımak ve izlemek ister. Her ülkenin askeri ataşeleri, askeri danışmanları, eğitim misyonları da bunun için vardır. Ayrıca ABD son yetmiş yıldır da NATO’da (ve NATO dışında da) müttefikleriyle ortak operasyon icra edebilmek ister. Bunun için de ordu talim standartlarının, silah ve teçhizatın, taktik ve stratejilerin benzer olmasını önemli görür. Bu doğrultuda geliştirilen ordulararası ilişki çok uzun süre Türkiye-ABD ilişkilerinin temel direği olmuştur. ABD ordusu bugün bunun (kendi perspektiflerinden) haklı olarak devam etmesini istiyor.
15 Temmuz sonrası üst düzey görevden almalara NATO komutanlarının ve ABD’li üst düzey isimlerin verdikleri (yanlış) tepki de bu nedenleydi. ABD’de eğitim alan subaylar Türkiye’de olduğu kadar başka ülkelerde de darbeye kalkıştıkları zaman, ABD’de kurdukları tanışıklıkları darbe öncesi yeşil ışık, darbe sonrası onay almak için de kullanabiliyorlar. Ama nasıl ki darbe teşebbüsü olasılığı, yaygın sokak hareketleri ve ısrarlı protesto eylemleri sırasında artıyor diye meşru sivil toplum hareketlerini kısıtlamamalı, grev, protesto ve bireylerin toplanma hakkını yasaklamamalıysak (yani demokrasiden tümden vazgeçmemeliysek), yurtdışında eğitim alan subaylar dış destekli darbe yapabiliyorlar diye de bu eğitimlere tümden suçlu muamelesi yapmamalıyız.
Raporu Türkiye’de eleştirenler, askeri değişim programlarının büyük devletlerin kullandığı bir etki mekanizması, güç unsuru olduğunu doğru tespit ediyor ama bu programları objektif değerlendirmekten uzak şekilde kendi konjonktürel siyasi ajandaları için kullanmaya çalışıyor. Yurtdışı askeri eğitim programları, ortak tatbikatlar ve NATO karargâhlarında alınan görevler sayesinde oluşturulan bireysel tanışıklıkların Türkiye’nin de lehine olabildiği unutuluyor. Örneğin; merhum Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş ABD Genelkurmay Başkanı Colin Powell ile olan dostluğunu Türkiye’nin 1990’lı yılların başlarında terörle mücadelede ihtiyaç duyduğu askeri silah ve teçhizatı elde etmek için kullanmıştı. Bu programların sağladığı imkânlarla oluşturulan tanışıklıklar bürokratik formalitelere takılmadan birçok işin hızla halledilmesine imkân tanır. İkili siyasetin tıkandığı durumlarda ordulararası ilişkinin yürümesi çok işe yarayabilir, bunu hükümetler de aslında arzulayabilir.
Bu programları eleştirenler Türkiye’nin de son 100 yıldır Afganistan’dan Libya’ya kadar birçok ülkenin subaylarını (ve polislerini ve şimdi sivil öğrencileri) eğittiğini ve bu eğitimlerden ABD’ninkilere benzer (hatta çoğu zaman Batı’nın çıkarlarına paralel ama aynı ölçüde verim alamadan) amaçlar güttüğünü unutuyorlar. Batılı ülkelerin askeri eğitim kurumlarında bulunmayı kriminalize etmek yerine eğitim için gidilen ülkeler, bu sayede kullanılan, tanınan silah, ekipman, eğitim ve doktrinler daha da çeşitlendirilebilir. ‘NATO-fobicilik’ üzerinden ucuz prim yapmak yerine, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Milli Savunma Üniversitesinde 2019 yılında yaptığı konuşmada, NATO’nun Türkiye için önemine değindiği, NATO misyonlarına Türkiye’nin yaptığı katkıyı vurguladığı ve Soğuk Savaş döneminde NATO savunma konseptinin Türkiye’ye katkısından bahsettiği de anımsanmalı.
Özetle; bir bardakta fırtına koparılan RAND raporu, Türkiye’de ordu-siyaset ilişkilerindeki dönüşümü tam olarak anlamlandıramamış, gerçekten bilgilenmek için doğru veriye ve isimlere erişim sağla(ya)madığı apaçık ortada bir rapor. Rapor ayrıca Türk-Amerikan ilişkilerini değişen şartlar ve iki tarafta da değişen aktörler çerçevesinde sahici bir yaklaşımla ele almıyor. Arkaik, Soğuk Savaş döneminden miras bir düşüncenin eseri olarak ve tepeden inmeci şekilde, TSK’nın Batıcı yönelimin güvenlik sibobu olma fonksiyonunu güçlendirmeyi öneriyor.
Yeni Bir Darbe Olasılığı
Flanagan, kendisiyle yapılan röportajda, rapordaki iddialarını, konuştukları ABD’li yetkililer ve gözlemcilerin kendilerine TSK içerisinde 15 Temmuz sonrası ordudan tasfiyeler ve komuta kademesinin siyasallaşmasından duyulan rahatsızlığı dair duyumlara dayandırıyor. Peki, Türkiye’de yeni bir darbe girişimi olabilir mi? Açıkçası bu soruya dünyanın hiçbir ülkesi için ‘kesinlikle hayır’ diyemeyiz. Ancak darbe teşebbüslerinin ne zaman ve hangi şartlarda meydana geldiği ve hangi şartlarda ‘başarılı’ olma ihtimalinin arttığına dair farklı ülkelerin tecrübelerine dayalı bazı genellemelerde bulunabiliriz. İlk olarak, herhangi bir darbe teşebbüsü sırasında orduların neredeyse dünyanın her yerinde en temel korkusu ordunun bölünmesi ve bir sivil savaş durumunun ortaya çıkmasıdır. Bu korku, ya darbeye teşebbüs edenlerin ordu içinde gelişen (eğer gelişirse) direnç karşısında ya da ordu içinde direnenlerin darbecilere karşı ellerindeki her şeyle kanlarının son damlasına kadar savaşmak yerine (sivil savaştan ve kardeş kavgasından kaçınmak için) teslim olmayı tercih etmelerine yol açar.
Orta kademe subayların ne kadar rahatsız olursa olsunlar, darbelerin mekaniği gereği darbe teşebbüslerinde başarılı olma ihtimalleri (emir komuta zincirindeki darbe teşebbüslerine görece) daha azdır. Ayrıca, başarısız darbeler orduları derinden etkiler, yeni darbe teşebbüslerinin ihtimalini azaltır. Başarısız darbe teşebbüsleri, muhtemel darbecilere iktidarın gücü; halkın darbeye destek verip vermeyeceği veya sessiz kalıp kalmayacağı; sivil siyasi güçlerin olası tepkisi; dış aktörlerin olası tutumlarına dair birçok veri sunar, darbe planlamasını çok zorlaştırır. İlaveten, 15 Temmuz sonrası TSK’da olası cuntalara karşı istihbari faaliyetler ciddi seviyede artırılmış olsa gerek; en azından olası darbeciler böyle olduğunu varsayacaktır. Ordu içinde oldukça flu olduğu düşünülebilecek şu ortamda ‘cunta’ oluşturmak çok zor olur; kimin hangi ‘tarafta’ ‘gerçekten’ olduğuna, gerçekte neyi düşündüğüne, neye ne kadar cesaret edebileceğine karar vermek ve ‘doğru’ kişilere ‘açılmak’ pek zor olacaktır. Darbeler tarihi, darbe fikrini yanlış kişiye açarak veya bir duyum üzerine paniğe kapılarak kendini ele veren acemi cuntalarla doludur.
Evet, dış aktörler darbeleri destekleyebilirler; bunu her aktör —küresel veya bölgesel— yapabilir. Bazen aynı uluslararası ittifaka ait ülkeler de birbirlerini darbe girişimlerine destek vermekle suçlamıştır. 1961 yılında Fransa’da Devlet Başkanı Charles De Gaulle’e yönelik üst kademe darbe girişiminden sonra Fransız kamuoyunda uzun süre NATO ve ABD suçlandı; darbe girişimine öncülük eden komutanlardan biri NATO karargâhında komutanlık yapmış ve orada NATO subaylarından De Gaulle’e yönelik çok eleştiri duymuştu. Ve evet; uluslararası siyasette Soğuk Savaş’ın ardından ortaya çıkan ‘darbe-karşıtı norm’un Arap İsyanlarıyla birlikte gerilediğine, darbelerin Soğuk Savaş döneminde olduğu gibi tekrar ‘meşru görülmesi’ eğiliminin canlandığına şahit oluyoruz. Ancak başarısız 15 Temmuz darbesinin bizlere ve darbecilere öğrettiği bir şey var, o da darbe mekaniğinin büyük oranda yerel bir olay olduğu; yerel şartları sağlayamayan darbe teşebbüslerinin dış aktörlerin desteğine rağmen başarısız olduğudur.
Sivil-Asker İlişkilerinde Değişen Ne?
Sivil-asker ilişkilerinde kalıcı ve demokratik bir dönüşüm için 15 Temmuz’un verdiği fırsatın doğru şekilde değerlendirildiğini ise söylemek zor. Bunun da birçok nedeni var. Türkiye’de uzun yıllar milli savunma bakanı sivil olmasına rağmen, bakanlığın TSK’nın nüfuz alanında kaldığı; savunma bütçesinin mecliste doğru düzgün tartışılmadan onaylandığı, bunu düzeltmek için de savunma bakanlığının sivil uzmanlar yetiştirerek sivilleşmesi gerektiği söylenmişti. Mevcut durumda ise beklentinin aksine, eski Genelkurmay Başkanı Milli Savunma Bakanı oldu ve sivil bir bakan gibi davrandığını söyleyemiyoruz. TBMM üyelerinin askeri konularda bilgilenerek güçlendirilmesi beklenirken, Meclis, sadece ordunun değil, güvenlik sektörünün denetimi konusunda tamamen devre dışı kaldı.
Bireylere bağlı, karizmatik sivil kontrol yerine demokratik kurumsal kontrol ordunun müdahaleci kültürünün daha kalıcı olarak değişmesi için şüphesiz daha uygun olurdu. Tercih ise arkaik, “Her Türk asker doğar”dan mülhem “asker millet” mitinin de işaret ettiği gibi, askeriye ve siyasetin birbiri içine geçirilmeye çalışıldığı, siyaset, parti ve ordu arasındaki geçişkenliğin arttığı, popüler ‘halkın ordusu’ (people’s army) kurma yönünde gerçekleşti. Hızla geri dönen militer devlet söylemi ile birlikte ordu-siyaset ilişkilerinde son dönemde gözlemlenen uyum, sivilleşmenin sonucu değil, sivil aktörlerin militerleşmesi ile hasıl oldu. Demokratik sivil kontrol, 15 Temmuzdan bu yana geçen süreçte geri dönüşü çok zor olacak şekilde güçlendirilebilirdi; maalesef, siyasallaşmış sivil kontrol tesis etmek tercih edildi. Kısacası, sivil-asker ilişkilerini demokratikleştirmekteki amacın sadece mevcut hükümetlere değil, gelecekte hiçbir hükümete karşı darbeye (veya genel manasıyla askeri müdahaleye) kalkışılmamasını sağlamak olduğu unutuldu.
Özetle; RAND raporu, Türkiye’de sivil-asker ilişkilerinin değişen mahiyetinin gerçekçi ve etraflıca tartışıl(a)madığı bir ortamda, suni gündemlerle gün kazanmaya çalışan Türkiye siyasetinin konjonktürel iş görme hedeflerine malzeme edildi.
Konuyla İlişkili Diğer Yazılar:
Türkiye’nin Milli Bir Rand Corporation’a İhtiyacı Var / CAN KASAPOĞLU
15 Temmuz Sonrasında Asker-Sivil İlişkileri / TANEL DEMİREL
En son çıkan yazılardan anında haberdar olmak için bizi @PerspektifOn twitter hesabımızdan takip edebilirsiniz.