Rasyonelliğin Sosyolojisi
Ulus devletin her şeyden önce standardize edilmiş bir dile ihtiyacı vardı. Bunun da yaygınlaştırılması için resmî dil, zorunlu eğitim ve gazete gibi araçlara ihtiyaç duyuldu. Arkasından ölçü ve tartıdan devletin yurttaşlarla kurduğu ilişkilere varıncaya değin her şeyin belli standartlarda yeniden üretildiği yepyeni bir ilişkiler ağı devreye sokuldu.
- ABDULKADİR İLGEN
- 29 Temmuz 2022

Psişik gelişme iradenin bilinçli çabasıyla oluşturulmayan istem dışı doğal yanımızı, “bilinç dışını” ifade eder; “bireyleşme” de insanın iradî, rasyonel tarafını. Toplum da böyledir. Onun da tıpkı birey gibi bir yanında gayri iradî, kolektif bir bilinç dışı; diğer yanında iradî ve bilinçli kolektif bir yanı, “maşerî vicdanı” vardır.
İnsanlık tarihi “doğada” yaşanmış her şeyin önce “imge” ve “sembollere” (bilinç dışı), oradan da “dil” ve “bilince” aktarıldığı çok sancılı bir sürecin tarihidir. Bu süreç, “doğa” karşısında birey ve toplumun “bireyleşme” ve “uygarlaşma” şeklindeki zaferi, yaşanan deneyimin tanımlanması ve rasyonalize edilmesi şeklide işler.
Kişi kendi bilincine vardıkça doğasının talepleriyle bilincinin talepleri arasında gerilim içinde kalmaya başlar. Bir yanda tamamının adını koyamadığı doğal eğilimler veya kendi öznellikleri; diğer yanda ise bilince aktarılan belli belirsiz “imgeler, semboller” ve nihayet “dil” tarafından adı konulmuş rasyonel “nesnellikler” vardır.
Sanatın Gücü
Sanat gücünü olandan değil, olmayandan alır. Nietzsche bu durumu “Eğer sanatçı kendisi o şey olmuş olsaydı, onu kesinlikle tanımlamaz, dile getirmezdi. Bir Homeros Akhilleus’u bir Goethe Faust’u yaratmazdı”[1] şeklinde tanımlar.
Şu hâlde sanat daha çok olgu değil de irade; doğanın kendisi değil de ona yüklenen anlam olarak karşımıza çıkar. Bağımsız sanat böylece “olgusallığın suretlerini” değil de “istencin dilini, onun kendine özgü, en ilkel, en türememiş şekillerini açığa vuran ve dosdoğru uçurumun derinliklerinden gelen” bir irade hareketi olarak doğar ve özgün eserlerini verir.
Rasyonellik de böyledir. Bu ikinci durumda sanat kendini şiir olarak değil de bir nevi nesir olarak, yalın ve düz şekilde sunar. Fakat böyle bile olsa, nihayetinde o da bir yaratma, varlığa kendine özgü bir anlam yükleme faaliyetidir. Şu farkla ki bu ikinci durumda yeni nedensellik alanları keşfedilerek varlığa tasarruf etmenin başka alanları açılır insanın önüne.
Adına rasyonelleşme de dediğimiz bu ikinci durum aynı zamanda kibrin zaferini de anıtlaştırır. Çünkü bu durumda her biri kendi bağlamında bir nedensellik dizgesi olan imkân sahasından bir alan açılır insanın önüne. Bu durum insanın doğaya ve kendine tasarruf etmesi, onun üzerinde bir hâkimiyet kurmasına imkân sağlar. Kibrin sebebi budur.
Başlangıçta doğa her şeyken, bu ikinci durumda istem bizatihi her şey olmaya başlar. Böylece önümüzde doğanın kendisi olarak dünya değil de “istem ve tasarımlarımız olarak” yepyeni ve “oluşturulmuş” bir dünya şekillenmeye başlar.
Sanat sadece rafine meyveler vermez. Onun ikliminde dil ve kültürü zehirleyen, onu asli mecrasından saptıran meyveler de yetişir. Bu ikisi bilhassa aydınlanmayla birlikte gücünü ve meşruiyetini hümanizmadan, onun açtığı çığırdan almış ve varlığını yeniden tanımlamıştır.
Bilim ve Sanat Arasında
Başlangıçta her şey saf tasarım ve tahayyülken, zamanla bu tasarım kesinliğinden kuşku duyulmayan bilimle kesin olmayan sanat arasında bir ayrışmaya doğru evirilir. Aslında her ikisi de insan tasarımıdır ama birinde usul ve ölçüler oturmuş diğerinde ise henüz nihai bir şekle ulaşılmadığı için insan iradesi serazat biçimde arayışını sürdürmektedir.
İnsanın doğayla giriştiği soluksuz mücadele, onu her zaman bir ikilemde; özgürlük ve nedenselliğin katı determinizmi arasında bırakmıştır. Her ne kadar keşfedilen her nedensellik dizgesi insanı bir kafese hapsetme kapasitesi barındırsa da insan buna razı olmaz. Aydınlanma ve bilhassa Bacon’ın nedenlerin bilgisine ulaşma ve onların efendisi olma mottosu, işte bu ikilemin birinci kısmına, nedensellik dizgesinde determinizme atıfta bulunur.
Bir de özgür irade vardır. Fakat bu bile tartışmalı ve sözüm ona bir özgürlüktür. O da derin bir yazgı, tesalüp tarafından koşullanır ama yine de içinde bir özgürlük nüvesi vardır ve bu Tanrı vergisidir. Mücadele bu ikisi arasında verili olan insan ruhu ile doğa arasındaki gerilimdedir.
Bilim nedenselliklerden oluşan kuramlar üretirken; sanat, fanteziler ve yaratıcı muhayyile ile varlığa her dem yeni anlamlar yükler. Onu rengârenk renklerle boyar. Bir yanda evrensel kuramlar, diğer yanda özgül tasarımlar. Bu ikisi arasındaki gerilim daha sonra sosyal bilimlerin tümüne, hatta doğrudan doğruya toplum kuramlarına sirayet eder.
Ulusun Yükselişi
Aydınlanmanın açtığı yol insana dönüş olsa da o bile tek yönlü değildir. Evet, önce insan keşfedilmiştir; bu doğru. Sonra birey, arkasından da ulusun yükselişi izlemiştir bütün bu süreçleri. Fakat bu bile birdenbire olmamıştır. Sahneye önce liberalizmin evrensel insanı ve evrensel siyaset çıkmıştır. Ona tepki olarak da özgül insan, özgül topluluk, özgül siyaset ve nihayet milliyetçilik çıkmıştır sahneye. Bu özgünlük kültürel ya da genetik bir seyir izleyebildiği gibi her ikisini de içerecek şekilde tarihî bir özgünlüğe de sahip olarak kendi içinde farklılaşmaya gitmiştir.
Ulus çağından hemen önce René Descartes, Prometheusvari bir başkaldırıyla aklı kültürün dışında bir yere, kendi kurduğu yöntemin demir perdesine hapsetmişti. Ulus çağı tam da buna, temelleri John Locke tarafından atılan tabula rasa ve onun değerlerine karşı bir başkaldırı, verisiz insan ve kültüre karşı verili insan ve kültürü öne çıkartmaya çalışan bir yeniden tanımlama çağı olarak yükseldi.
Bu ivmeye çağın politik koşulları ve yükselen burjuvazi eşlik etti. Yeni doğan ulus devletlerin devletle hem organik hem de doğal yollarla bağlantılı bir halka, bu halkın da yine kaynağı halk olan yeniden yapılandırılmış “yüksek bir halk” kültürüne ihtiyacı vardı.
Ulus devletin her şeyden önce standardize edilmiş bir dile ihtiyacı vardı. Bunun da yaygınlaştırılması için resmî dil, zorunlu eğitim ve gazete gibi araçlara ihtiyaç duyuldu. Arkasından ölçü ve tartıdan devletin yurttaşlarla kurduğu ilişkilere varıncaya değin her şeyin belli standartlarda yeniden üretildiği yepyeni bir ilişkiler ağı devreye sokuldu.
Zamanla piyasa da bu düzenin bir parçası oldu. Gerçi bu düzene uluslararası büyük örgütlenmeler de katkı vermiş, onlar da aktif biçimde sürece katılmışlardı. Fakat şurası bir gerçek ki, kendi içinde ürettiği standartlarla asıl olarak ulus devletin kendisi bu takım oyunun kurallarını koymuştu. Zaten bilgi de özünde bir takım oyunu değil miydi?
Varlıkla ilişki kuran hangi kişi veya topluluk vardır ki, esasında kolektif bir oyun olan dil ve kültürün dışında kalarak kendi sözünü söyleyebilir? Kültürel, siyasal, tarihsel ve dilsel bir birlik olarak ulus da işte bu grameri, ulusun gramerini yarattı.
Bu kolektif oyun o kadar etkili oldu ki, zaman zaman kişi veya topluluk da dâhil hemen her şey bu bağlamda üretildi, öyle tanımlandı. Neticede sadece tarihsel ve sosyolojik bağlamlar içinde algılanan gerçeklik duyumsamaları değil, ulus bağlamında algılanan gerçeklik tasarımları da bizatihi şeylerin doğası gibi algılanır oldu.
Nihayet kültürden doğan bu alışkanlıklar kişilerin evi olmaya başladı. Ulus da böyle oldu. Hayatı bütün renklerinden arındıran kuru akılcılığa karşı kültürel akılcılığı ikame ederek varlığını devam ettiren bir mantık örgüsü, kültürel kavrama aracı olmaya başladı.
Ulusun Bekleme Odaları
Ulus çağının yükselişi evrensel olana karşı kültür ve dilin direnişi olarak ortaya çıksa da o da sorunsuz biçimde işlemedi. Ulus, ulusal boyutta olana atıf yaparken karşısına yerel olanın gelenek içinde oluşan binlerce yıllık yapıları çıktı. Ulusal varlık düşe kalka yoluna devam ederken “cemaat içinde cemaat” diyebileceğimiz bir başka kimlik kodu, ulusal kimliğin hemen yanı başında varlığını sürdürmeye devam etti.
Bu durumun kökleri gücünü, sınıf ve birey temelli ekonomik ve demokratik sınıflardan değil, kökleri çok eski çağlara, Platon’a kadar giden statü temelli önceden belirlenmiş sosyal ve kültürel grupların ürünü olan kapalı ve geçişsiz yapılardan alıyordu.
Bu tür toplumlarda bireylerin birincil önceliği maddi refah beklentisi ve hırsı değil, statü korkusu ve gururu tarafından belirlenir. Buna bir de kültürel coşkuların kişiyi dini bir zırhla ele geçirmiş duvarları eklenirse, birey ve topluluk davranışları bambaşka bir rasyonellik aksı, mihveri tarafından belirlenmeye başlar.
Türkiye gibi modernleşme sürecinin Batılaşma ve anti-Batılaşma ekseninde bir kimlik bunalımına büründüğü ülkelerde bu durum referans setini parçaladı ve kültürel yarılmayı derinleştirdi. Bu süreçle birlikte devreye giren uluslaşma süreci ve onun sembolleri de aynı bölünmeyi yaşadı.
Bozulan ve dağılan sadece görünür dildeki ikilem olmadı, aynı zamanda bilinç dışını temsil eden semboller dünyası ve arketipler de zehirlendi. Orada da ciddi bir ikilem, parçalanma yaşandı.
Bütün bunların sonucu olarak “cemaat içinde cemaat” diyebileceğimiz yeni yapılar doğmaya başladı. Muhafazakâr bir gelenekten geldikleri ve tarihsel sembollere atıf yaptıkları için her ne kadar milliyetçi semboller barındırsa da bu yapılar esas itibarıyla birer mezar bekçisiydiler.
Fakat böyle bile olsa bunlar da asıl olarak ulus, ulusal değerler ve Türk Modernleşmesine karşı geleneği savunan bir düzlemde konumlanmış, ona göre örgütlenmişlerdi. Savundukları değerler de geleneğin İslamî renge bürünmüş yerel kalıntılarını yeniden yorumlayarak toplumsal ve kültürel muhalefeti örgütlemekti.
Türkiye’de bu alan da kendi içinde özgün dil ve gramerini üretti. Böylece ulusun inşa etmeye çalıştığı kültürel gramerin karşısına bu sefer de aynı tarihi malzemeyi kendi epistemik bilgi dizgesiyle inşa eden bambaşka dil ve gramerler doğdu.
Bu yapıların temel özelliği ulusun açık ve geçişli yapısına karşın kapalı ve geçişsiz yapılar olarak varlıklarını sürdürmeleriydi. Bir yanda kendi aralarında kurdukları kapalı bir dil, diğer yanda ise dışarıyla ilişki kurdukları resmî dil olmak üzere iki ayrı düzlem üzerinden hayatla ilişki kuran dil ve gramer.
Sonuç
Türkiye bugün bir yanda uluslararası nesnellikler ve onun ürettiği popüler kültür, diğer yanda yer yer melezleşmekle birlikte siyasi manipülasyonlarla gittikçe radikalleşme belirtileri veren milliyetçilik; öbür yanda daha çok demokrasi ve özgürlük talepleriyle kendini ifade eden ve fakat asıl amacı iktidar olan bir muhalefetle kendini arayan ve bir türlü bulamayan bir merkez ve hepsinden önemlisi bu kargaşa ortamında kendi dilini, sembollerini, tarihini ve ortak gramerini arayan bir topluluk, ulus olarak zor bir kavşakta yönünü arıyor.
__
[1] Nietzsche, F. (2020), Ahlakın Soykütüğü: Bir Polemik, Kabalcı Yayınları, İstanbul, s.102.
En son çıkan yazılardan anında haberdar olmak için bizi @PerspektifOn twitter hesabımızdan takip edebilirsiniz.

ABDULKADİR İLGEN
