Refik Halid Karay ve Türkçenin Tadı

Bugünden bakıldığında dil devrimi, kelimeler etrafında yapılan bitimsiz tartışmaların, köken bulma telaşının, kökler üzerinden verilen savaşların etrafında oynanmış büyük bir oyun gibi görünüyor. Aydınların, yazarların, kimi zaman memurların, öğretmenlerin kendi aralarında oynadığı toplumsal bir oyun. Peki, Türkçenin asıl tadı nereden gelirdi, biz neyi unutmuştuk, neyi yanlış yapmıştık ve düzgün bir kullanıma nasıl ulaşabilirdik?

1940’lı yıllar Türkçenin tadının çok karıştığı, bir türlü kıvamını bulamadığı yıllardı. Dilin ana malzemesi Osmanlıca kelimeler mi, eski eserlerden derlenen, taranan eski Türkçe sözcükler mi, yeni uydurulan tilcikler mi olacaktı? Osmanlıca kelimelere dayanıp diğerlerini baharat gibi ektiğinizde metne ya da tersinde mutlaka birileri bundan mutsuz, rahatsız olacaktı. Türkçenin asıl tadı nereden gelirdi, biz neyi unutmuştuk, neyi yanlış yapmıştık ve düzgün bir kullanıma nasıl ulaşabilirdik? Bu sorulara kendi meşrebince ama meselenin nabzını en ince ayrıntısına kadar tutan bir yazardan, Refik Halid Karay’ın zaviyesinden yaklaşmak, düşüncelerine katılsak da katılmasak da onun çözüm yollarını okumak hayli ufuk açıcı.

 

Refik Halid Karay’ın Türkçenin Tadı ve Âhengi başlığı altında bir araya getirilen dille ilgili yazıları 18 ciltlik bir seriye ait. Tuncay Birkan’ın heyecanlı, titiz ve sanatkâr emeğiyle Memleket Yazıları (1938-1965) başlığı altında okurlara sunulmuş. Kitabın bölüm başlıkları bize erken Cumhuriyet döneminde dille ilgili tartışmaların genel çerçevesini verirken, aynı zamanda muhatabımız olan yazarın renkli, farklı, kabına sığmayan halini de sezdiriyor. I. Bölüm: “Dil Reformu Lehine, Arapçacılık Aleyhine”, II. Bölüm: “Dil Reformunda İfrada Karşı ve TDK”, III. Bölüm: “Tefride Karşı” diye devam ediyor. Bu başlıklar bize dönem aydınlarının birçoğunda gördüğümüz alfabe ve dil devrimlerini önce aşırı sahiplenen sonra daha eleştirel duran sarkaç salınımını hatırlatıyor. Bu yazıda Refik Halid’in o coşkulu, 1930’lu yıllardan 1940’ların başlarına kadar dil devrimi lehine yazdığı yazılarına yakından bakmaya çalışacağım.

 

 

Ilımlı Tasfiyecilik

 

Yazılara geçmeden önce kitabın önsözüne ve sunuş yazısına da değinmek istiyorum. Önsözü kalem alan Savaş Kılıç, dil reformu karşısındaki duruşları dört kategoriye ayırıyor: Radikal tasfiyecilik, ılımlı tasfiyecilik, ılımlı muhafazakârlık, radikal muhafazakârlık (33). Kılıç, Refik Halid’i bunlardan ılımlı tasfiyeciliğe iliştirir; yani konuşma diline yerleşmiş yabancı kökenli kelimeleri tasfiye etmeye ve nüansları feda etmeye karşı olan, özleşmeye yakın ve Yeni Lisan hareketinin tekrarı bir duruş. Bu yönelimde dilin kökeninden çok işleviyle ilgilenme eğilimi var.

 

Aslında Refik Halid’in bu ayrımların içinde de kendine has bir bakışı söz konusu. Nitekim Savaş Kılıç, onun özgün bir reform yorumu geliştirdiğini düşünür: “Dil devrimini sadece Arapça kelimelere karşılık bulmak manasında alanlar yanılıyorlar. İstediğimiz şudur: Osmanlıcanın züğürtleştirdiği ve yabancılaştırdığı Türkçemizi kendi malımızla zenginleştirmek, zenginliğini dünyaya anlatmak ve özleştirmek!” (37).

 

Kitabın sunuş yazısında Tuncay Birkan söz konusu ılımlı tasfiyeciliğin aydınlar arasında Demokrat Parti iktidarının ortalarına ve hatta sonrasına kadar hegemonik bir konumu sürdürdüğünü belirtir. Başka bir deyişle dönemin münevverleri, zamanın da rüzgârıyla başta devrime coşkuyla katılsalar da sonrasında kökenciliğe tepki duydular. Hatta Türk Dil Kurumu’nun yazarların, aydınların bu yönelimine karşıt ve bundan bağımsız kendi başına “köken” takıntısıyla çalışması da dildeki gelişmelere zarar vermiştir. Birkan’ın belirlemesiyle aslında 40’larda önde gelen aydınlar “köken” nedeniyle kelime atma işine genel olarak karşıdırlar, Reşat Nuri’nin ve Falih Rıfkı’nın bu konudaki görüşlerine yer verir yazar. Bir diğeri ve aslında en manidarı, son dönemin önemli entelektüellerinden olan iki dönem dışişleri bakanlığı da yapmış Necmettin Sadak’tır: “En büyük yanlışımız şimdiye kadar, Arapça ve Farsça kelimelerin karşılığını aramak, bulmak yahut uydurmak oldu. Halbuki dilimize lazım olan, bu kelimelerin karşılığı değildir. Bu asırda medeni bir milletin ifade edeceği mefhumların karşılığını bulmaktır” (69). Necmettin Sadak’ın o günden serzenişte bulunduğu gibi asıl mesele kelimelerden ziyade kavramlar olmalıydı. Kelime yaratma, köken bulma oyunu yerine biraz da mefhum bulma oyunu oynansaydı bugün Türkçe daha katmanlı bir düşünce diline evrilebilirdi.

 

Köken mi İşlev mi?

 

Bugünden bakıldığında dil devrimi, kelimeler etrafında yapılan bitimsiz tartışmaların, köken bulma telaşının, kökler üzerinden verilen savaşların etrafında oynanmış büyük bir oyun gibi görünüyor. Aydınların, yazarların, kimi zaman memurların, öğretmenlerin kendi aralarında oynadığı toplumsal bir oyun. Tabii bu oyun Wittgenstein’ın dili toplumsal olarak oynanan bir oyun olarak görmesine benzemiyor. Söz konusu oyun anlayışında Wittgenstein, kelimelerin anlamları üzerinde değil onların bu oyun içerisinde gördükleri işlevler üzerinde duruyordu. Dil oyununda kelimeler tıpkı bir alet kutusundaki aletler gibi farklı zamanlarda farklı işlevlerde kullanılabilirler. Dil bu bağlamda kullanımla ilgili bir şeydir. Kısaca, “dil kullanımdır” diyordu düşünür. Refik Halid de bazı yorumlarıyla kökenden ziyade işlevi önemseyen duruşuyla dilin kullanımını öne çıkarıyor görünüyor.

 

Aslında köken meselesinin sadece alfabe ve dil devrimleriyle başlayan bir mesele olmadığını, öncesinde başka bir bağlamda yine tartışma konusu olduğunu fark ediyoruz Refik Halid’in denemelerinde. Türkçenin Arapça ve Farsça karşısında “gelişmemiş” bir dil olarak görülmesinden kaynaklanan bir sıkıntı var. Dilimizdeki Türkçe kökenli kelimelere Arapça-Farsça köken yakıştırılması eğiliminden şikâyet ediyor Refik Halid. Lisedeki derslerinde örneğin, “tuğla-kiremit-kiriş-kamçı-kanca-çarık” gibi kelimeleri Arapça-Farsça kökenlere bağlamaya çalışırlarmış. Mesela kiriş kelimesi “kirişîden” mastardır, çarık “çar”la başlıyorsa mutlaka Farsçadır diye öğrenirlermiş (95). Halbuki bu kelimeler Türkçedir. Alev kelimesi de “alav”dan geldiği halde kelimeyi “ayın”la yazarak Arapçaya hasredildiğinden de söz ediyor başka bir yazısında. Dil devrimiyle başlayan köken savaşlarında Arapça-Farsça kökenli kelimelere karşı geliştirilen tavırda Türkçe kökenli kelimeleri daha “üst” bir kaynağa bağlama anlayışından öç alma duygusunun da bir parça işlediğini düşündürtüyor bu örnekler.

 

Refik Halid Karay’ın “Dil Reformu Lehine, Arapçacılık Aleyhine” başlığı altındaki yazılarının bir kısmı sadece değişen harflere yönelik. İlk yazı “Medeniyet Şifresinin Miftahı” başlığını taşıyor. Latin harflerinin mecliste kabulünün ardından Halep’te yazılmış, coşkusu her satırından taşan bir yazıdır bu: “Yeni alfabenin karşısında şimdiye kadar hiçbir şahsiyete ve hiçbir harekete göstermediğim bir tazimle, coşkun bir ruh ve sağlam bir kanaatle eğilebilirim”. Bu heyecanın temelinde okuma yazmanın kolaylaşması yatıyor. Yazara göre okuma yazma bilmek güç erişilebilir bir mertebedir, ulemadan insanlar bile gazeteleri yanlış okuyabilir, mektupları imlâ hatasıyla dolu olabilirdi. Sıradan insan için okuma yazma bilmek çok uzak bir mertebeydi. Kaldı ki Türk milleti asırlarca medeniyetin yakınında ama her şeyden mahrum, her şeyin cahiliydi, vakit kaybetmişti. İşte bu yeni alfabe yeni bir dünyanın “kapısını açıyor; yeni bir millet üretiyor”du. Yazar bu doğuşu sevinçle karşılamayı, inkılâp karşısında selama durmayı milli bir vazife sayıyor.

 

Yeni Dilin Tadı

 

Refik Halid’in memleketin uzağındayken gösterdiği ilgi, dikkat o derecedir ki, henüz dil kurultayı toplanmamış, dil devrimi resmi olarak hayata geçmemişken o, kendilerini bekleyen işin dilde bir seçme, ayıklama olduğunu söylüyor. “Dile düzen vermenin en ince, en güç aşamasıdır bu”. Bu seçimde “işleklik”, “tad ve ezgi (ahenk)” aranacaktır. Dilimizde yerleşik deyimler ön plana çıkarılacak, “deyimler, dilimizin üstünde kayacak, eriyecektir… Avurdumuzda deve hamuru gibi şişip kalmayacak, gırtlağımıza takılıp tıkanmayacak[tır]” (79).

 

İşte bu “tad” meselesi Refik Halid için önemlidir. “Kendi Dilimizin Tadına Alışalım” başlıklı denemesinde bu yeni dilin tadına alışmanın yazan için de okur için de kolay olmadığını, bunun bir zaman ve emek istediğini söylüyor. Yazarın deneyimlediği okur tepkileri de kendi yorumları da ironiktir. Okurlardan iki türlü yorum gelir. Bir kısmı yazılarında öz Türkçeye fazla yer verdiğinden, çok yetkin olduğu İstanbul dilinin tadını bozduğundan şikâyet eder. Eski kelimeleri kullandığı zaman da diğer okurlar, öz Türkçeyi gittikçe iyi kullanmaya başlamasına rağmen neden eskiye döndüğünü tuhaf karşılarlar. Tutup tekrar elinden geldiğince Türkçe kelime kullanarak yazdığında, yine yazılarında bir “güdüklük, yavanlık” sezilir. Kendisini “bu salgından kurtarması” istenir. Kimi dinleyeceğini şaşırır, en son öz Türkçede kalem diremekte karar kılar. 1940’lardaki yaygın bir tabirle “dil savaşı”nın “atılganlık ve gözü peklik” istediğini söyler.

 

Karagöz ve Hacivat

 

“Karagöz’ün Öztürkçeciliği” başlıklı yazı ise tek başına evlere şenliktir. Erken Cumhuriyet döneminde Karagöz oyunlarının devrimleri benimsetmek için CHP’nin yönlendirmesiyle yeniden yazıldıklarını biliyoruz. Hatta bu konuda en çok çabayı İsmail Baltacıoğlu vermiştir. Sade ve öz Türkçe konuşmak da oyunlarda işlenir. Rafik Halid’in de ağdalı Osmanlıca-öz Türkçe karşıtlığını Hacivat-Karagöz üzerinden kurguladığı bir oyun yazma denemesidir bu.

 

Oyunda kaba, bozuk Türkçe konuştuğu için Hacivat tarafından sürekli düzeltilmeye çalışılan Karagöz rolleri değişirler. Öz Türkçe, sade ve anlaşılır bir dil kullanan Karagöz, Arapça-Farsça kökenli kelimelerle, tamlamalarla konuşmaya çalışan Hacivat’a göre üst konumdadır artık. Hacivat, beğenilmeyen, dili düzeltilen, yerilendir.

 

Karagöz söze büyük bir sevinçle girer: “Pabucun dama atıldı Hacivat! Şimdiye kadar sen benim dilimi düzeltmeye çalışıyordun; bundan sonra ben seninkini yola getireceğim, ben seni adama benzeteceğim!” Hacivat: “O kabil marifetler senin kârın değildir Karagözüm! Ben tahsil terbiye görmüş, kibar meclislerinde büyümüş, rical ve eazimle düşmüş kalkmış bir ehl-i irfanım. Senin gibi bir cahil ve nâdan bana nasıl olur da hocalık edebilirmiş?” diye karşılık verir.

 

Karagöz artık öyle bir konumdadır ki öz Türkçe yazmak için lügatlerden başlarını alamayan, çok okumuş yazmış yazarlar bile bazen kahveye gelip Karagöz’e kelime danışırlar. Hacivat yine de her söz alışında dilini değiştiremediği için Karagöz’den tokadı yer. İki dilliliği bırakmayı, karşılıklı konuştuklarını anlayacakları tek bir dilde buluşmayı diler Karagöz. Hacivat duramaz, belki de o dönem dil tartışmalarında hep gündemde olan soruyu sorar: “Peki amma, behey nâdan, eski dilden yazılmış kitaplar, şiirler, gazeller, benim her gün sana okuduğum o güzel beyitler ne olacak? Altı yüz senelik varımız, yoğumuz?”

 

Karagöz bir tokat daha atar Hacivat’a. Hacivat “Hem öz Türkçe hem de doğru değil miydi sözlerim, neden vurdun” diye sorar. Karagöz, “Evet” der ama zihnini karıştıracak sözleri öz Türkçe dahi olsa sevmediğini söyler. Bu diyalogdaki sancıya, Refik Halid’in kendi kafa karışıklığının bir nebze sızmış olabileceğini düşünüyorum. Nitekim benzer bir sancı Nurullah Ataç’ta da vardır. Karagöz vasıtasıyla hissettirilen duyguyla Ataç’ın geçmişle bağı, edebi bağı, acıtsa da kesmek zorunda hissedişinde bir benzerlik söz konusu. Geçiş dönemi aydınlarının ortak sancısı da denebilir buna. Ataç, çocuklara artık Divan edebiyatı öğretilmemesi gerektiğini belki tam da Karagöz’ün ağzından Refik Halid’in dillendirdiği gibi “kafa karışıklığına” benzer bir bahaneyle gerekçelendirir: Divan edebiyatı duygularımızın ezgisini verdiği, duygularımızı beslediği için “atılmalıdır”. Eğer bir devrim yapıldıysa duyguların da devrim geçirmesi gerekir. “Ağır bir ödevmiş, üzücü bir ödevmiş bu. Ne yapalım?” der, “Devrim” başlıklı yazısında Ataç.

 

Nurullah Ataç’la böyle bir benzerlik kurulabilse de ondan epey farklılaşan yönleri de var Refik Halid’in. Kalın harflerle uyarıyor örneğin: “Yeni kelime uydurmakta pek de ileri gitmesek iyi ederiz”. Var olan kelimelerimizin zenginliğini işaret eder, Türk Dil Kurumu’nun bastığı Halk Ağzından Derleme Dergisi’nin I. ve II. Cildine ve hatta sadece “a” harfine bile bakıldığında görülen kelime çeşitliliğine hayran kalır. Verdiği örnekler arasında “ağıtmak” kelimesi gerçekten ilginçtir: Birinin bilmediği bir yerde dikilip şaşkın şaşkın etrafına bakınması. Bu kadar detaylı bir fiil tasvirinin tek kelimeyle anlatılabilmesi cidden güzel. Buna benzer kelime örneklerini sıralıyor Refik Halid ve bu kelimelerin ne ölü ne uydurma olduklarını, sadece estetik bakımdan düzgünleri seçilerek kullanılması gerektiğini savunuyor. Oysa Ataç’ın sözcük, kendi uydurmasıyla “tilcik” üretmeyi çok sevdiğini biliyoruz.

 

Refik Halid, dönemin tartışma konularına akıllıca öneriler getiriyor. 1939’da yapılan Neşriyat Kongresi’nde yeni nesillere okutulacak kitaplar konusu gündemde olsa da eski eserlerin çevrilmesine çok sıcak bakılmıyordu. Refik Halid de “Osmanlıcanın son günleri” isimli yazısında yıllarca emek vererek tahsilini gördüğü, keyfini çıkardığı bu edebiyatın gözlerinin önünde, “göz karartıcı bir süratle geçmişe karışması, antikalaşması acıklı şey” diyor. Gerçi o bu eserlere sıkı bir bağlılık geliştirdiğinden, onların sonraki nesillere taşınmasını elzem gördüğünden demiyor bunu. Sonrasında şöyle diyor çünkü: “Fakat ne yapalım? Kabahat bizden ziyade milletinkinden ayrı bir dil icat eden zihniyetlerde ve idraksiz devirlerdedir.” (107) Osmanlıcanın bundan sonrasında ancak profesyonel çeviri yoluyla anlaşılacak ölü bir dil olduğunu o günden (28 Ocak 1943) kabul ediyor. Vakit daha fazla geçmeden, bu dili bilenlerin sayısı henüz azalmadan değerli eserler bir sayfası Osmanlıca, karşısında Türkçe çevirisiyle basılmalıdır diyor. Keşke sesini duyurabilseydi Refik Halid Karay ve biz hâlâ 1900’lerde yazılmış Osmanlıca edebi eserleri çevirmekle zaman kaybediyor olmasaydık.

 

Türkçe edebiyatta sürdürülen eski-yeni karşıtlığına dayalı dil savaşı ancak 1990’larda dindi. Tartışmalar zaman aşımına uğrasa da Türkçe dolayımında oynanan dil oyununu yakından izlemek; dönemi, dönemin aydınlarının kültürel belleğini, iç çatışmalarını, endişelerini anlamak açısından çok öğretici.

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.