Risk Optimizasyonu Olarak Seçimler ve Siyaset
Seçimler nihayetinde ne adaylar ne de seçmenler açısından bir kumardır, lakin aldıkları risklere göre kazanıp kaybetme ihtimalleri çerçevesinde bir risk optimizasyonu geliştirdikleri algoritmalardır. Kaldı ki seçimler adaylar açısından sadece milletvekili olma yarışı değil, sonrasındaki iktidar şekillenişine göre üst düzey bürokrat olma imkânıdır da. Kısacası riskin büyüklüğü tek bir hamle için olsa bile, hamle sayısı arttıkça riske de optimize hale gelmektedir.
Rahmetli babam “Kumarda maksat ütmektir” derdi. Her yıl sadece Gregoryen takvimine göre yılbaşı olarak adlandırılan günde tertip edilen Milli Piyango Yılbaşı Özel Çekilişlerinde bir tane çeyrek bilet alan ve ertesi gün amorti bile tutturamadığını öğrenmek üzere ulusal gazetelerin ilgili ekini itinayla inceleyen birisi için Ocean’s Eleven kıvamında bir sözdü. Çocuklarını kumardan uzak tutmak üzere içinde zar var diye Monopoly oyununu bile almayı bırakın, arkadaşlarımızdan ödünç aldığımızı bile eve sokmayan babam, kumar iptilasını ocağımıza incir ağacı dikmeden 40’lı yaşlarının başlarında nasuh bir tevbeyle sonlandırdı. Ben ise “Kasa hep kazanır” bilgeliğini çocuk yaşta öğrendiğimden, evdeki işe yaramayan bozuk ama albenisi olan nesneleri toplayıp mahalledeki çocuklara çekiliş yaptırdığımdan; hizmet satın alan değil, satan olarak babamdan farklı bir yol izledim. Kumardan kazandığım parayı çizgi romana yatırıp satma beklentimle gelişen yasal mecralarda helal rızık arayışım, kumara meyyal ama okumaya mesafeli mahallenin çocukları nedeniyle beni iflasa sürükledi (Hay bin kunduz!).
Aldıklarımı satamadığıma göre el mahkûm oturup kendim okudum. Hayatım boyunca da yasal veya yasadışı bahis ve kumar oyunları ya da adı daha cezbedici kılmak adına değiştirilen şans/talih oyunlarının hiçbirine tevessül etmedim. Sonrasında kendi kurduğum ailemi de bu konuda uyardım ve “dondurma çubuğundan ultra lüks araba çıkmaz” iddiamı deneyimleyerek, erinmeden attıkları 50 kısa mesajın sıfır getirisiyle acı bir şekilde öğrendiler. Üzüldüm mü? Tabii ki hayır, bir bilim insanının öngörüsünün gerçekleşmesi kadar keyif veren bir şey olamaz.
Ezcümle, kumar benim risk optimizasyonu tayfının ötesine düştüğünden ve mensubu bulunduğum öğretinin kumarı yasaklaması bir yana “İnsan için ancak çalıştığı vardır” (Necm Suresi 39’uncu Ayet) şeklinde emeği kutsayarak öğütlemesi, beni bundan azade kıldı. Kaldı ki; yaşadığımız coğrafyanın hiçbirimizi kumarın heyecanına muhtaç etmeyecek şekilde sabah evden çıkıp akşam ruh sağlığı bozulmadan dönebilenler için yeterince adrenalin dolu olduğunu her gün zaten müşahede etmekteyiz.
Kumarda maksat ütmek olduğu gibi başarı, her eylem ve failinden eşyanın tabiatı gereği beklediğimiz elzem rükündür. Herkes günün sonunda Hatice’ye değil neticeye bakar ya da Çinlilerin dediği gibi “Fareyi yakaladığı sürece kedinin ak mı kara mı olduğu mühim değildir.” Aynı şekilde tüccar için de mesele kâr etmek, öğrenci için öğrenmek, öğretmen için öğretmektir; kısacası hepsi ontolojilerinin gereğini yerine getirmektedir. Peki ya söz konusu siyaset/çi olduğunda durum nedir? El-Cevap: Siyasetçinin siyasetten muradı tabii ki iktidar olmak ve/ya iktidarda kalmaktır. Siyasetin büyüsü ise meşruiyet kaynağı olmasıdır. Her iktidar sadece her zaman kıt olan kaynakların dağıtımından mesul değildir, aynı zamanda kendisine yetecek miktarda meşruiyet üretir ve ancak kendi ürettiği meşruiyet üzerinden sigaya çekilebilir. Lakin Anka kuşu misali iktidar olmak küllerinden yeniden doğmayı mümkün kıldığından, Süleyman Demirel’in kendinden şöhretli vecizesinde belirttiği üzere “Dün dündür, bugün bugündür” diyebildiğiniz gibi Hayvan Çiftliği’nde olduğu üzere önce tüm hayvanların eşit olduğunu vaaz etmek ve sonrasında gerekli görülmesi halinde bazı hayvanların daha eşit olduğunu da belirtebilme imtiyazını ge/rek/tirir. Berlin’de hakimlerin olması da bu realiteyi değiştirmez, zira Berlin’de sadece hakimler değil o hakimleri atayan kral da mukimdir.
İktidara Gelme-İktidarda Kalma
Nihai kertede siyasi iktidar zamanla gelen değişimi, kamu maslahatını veya başka bir gerekçeyi göstererek yeni yasalar ihdas ettiklerinde ya da eski yasaları tağyir ettiklerinde hakimlere düşen yeni yasalara göre hüküm vermektir. İktidara giden her yolun mübah olması, iktidarın yolun mübahlığına hükmedebilmesindendir, çünkü bütün yollar Roma’ya çıkar ve Roma nereye yol yapılacağına, yolun evsafına ve hatta neredeki yolların geçici ve/ya süresiz kapatılacağına karar verme yükümlülüğüne ve ayrıcalığına sahiptir. Yol bundan dolayı -en azından Türkçede- uyku gibi kendisiyle mülkiyet ilişkisi kurulamayacak bir lafızdır, zira yollu ya da yolsuz olmak uykulu ya da uykusuz olmak gibi aynı kapıya çıkar. Çünkü Yılmaz Erdoğan’ın Bu Yol Nereye Gider şiirinde cevapladığı gibi “Yol bir yere gitmez/o bir durma biçimidir” ama yolun kavramsal çerçevesini dikte edebilen -hele de bunu hegemonik bir şekilde yapabilen- sadece yolun değil yolluluğun da yolsuzluğun da sınırlarını çizer. İşte bu yüzden iktidara geliş biçimi, muktedirlerin iktidarda kalışlarının da aynı usulle olacağını garantilemez.
Devrimci bir şekilde iktidara gelenlerin, iktidarlarını devrimci bir şekilde sürdüreceklerinin garantisi yoktur. Hatta Hanna Arendt’in dediği gibi “En radikal devrimciler bile devrimin ertesi günü muhafazakâr olurlar.” O yüzden demokratik yollarla iktidara gelenler, iktidarlarını korumak adına en antidemokratik uygulamalara sapmakta beis görmedikleri gibi bunu da kendilerine analarının ak sütü gibi helal kabul edebilirler. İşin özü, bir siyasetçi için iktidar olduğu sürece neyi, nasıl yaptığının bir önemi yoktur; çünkü muktedir olamadığı sürece bir siyasetçi muhalif olmanın sağladığı kadar muktedir olacağından kendi varlığını tartışmalı hale getirmektedir. Hiçbir şey öğrenemeyen birinin öğrenci, öğretemeyen birinin öğretmen ve hiç kâr etmeyen birinin tüccar olamayacağı gibi. Kaldı ki asri zamanlarda başarının daha da kutsandığı izahtan varestedir, zira bir yemeği bile lezzetli bulmak anlamında “başarılı” diye betimlediğimize göre iliklerimize kadar başarıyla çevrelenmişiz demektir.
Malumunuz olduğu üzere hem Cumhurbaşkanlığı hem de genel seçimler aynı gün yapılacağı için hem atı alıp hem de Üsküdar’ı geçmek daha fazla önemli hale gelmiştir. Haliyle de seçime giren ittifaklar ve partiler için hem destekledikleri adayın Cumhurbaşkanlığını kazanması hem de parlamento çoğunluğunu ele geçirmeye odaklanmasından daha doğal bir şey yok. Maşallah kimsenin “yoğurdum kara” dediği de yok, bütün adaylar girdikleri seçimleri kendilerinin kazanacaklarına adeta kesin gözüyle bakıyorlar. İşin gerçeği, inancı bilgiden değerli kılan da bu boyutu olsa gerek, zira inancınız keskinleştikçe sizi gözü kara kılıp “kesin”liğe götürürken bilginiz arttıkça sizi daha çok şüpheye duçar eder. Bir siyasetçi ile siyaset bilimci arasındaki temel fark da işte burasıdır ve kendi adıma hiçbir iddiamın mutlaklık taşımadığını beyan ederim.
Her iki seçim günbegün yaklaştıkça, siyasetçiler de kendilerine başarı getireceklerini düşündükleri her hamleyi yapmaktan beri durmamaktadırlar. Bunu, yaptıkları ittifaklar ve hazırlanan milletvekili aday listelerinde görmek malumun ilanından daha fazlası değil. Aynı şekilde iktidarı İstanbul Finans Merkezi gibi önemli açılışları seçim öncesine denk getirmekle eleştirmek ne kadar abes ise muhalefetin de yükselen soğan fiyatları gibi aksaklıkları altını çize çize dillendirmesinden daha doğal bir şey yoktur. Hepimizin acı, ağrı, sızı ve sancı eşikleri farklı olduğu gibi, aynı şekilde hepimiz için de başarı veya başarısızlık eşikleri farklıdır. Hepimizin her türlü algı eşiği farklı olduğuna göre, örneğin soğan alırken zorlanmayan varsılların bunu istihza meselesi yapmalarını kendilerine çok görmem; zira Shakespeare’in dediği gibi “Yarayla alay eder yaralanmamış olan”. Hatta vicdanının derinliğine ve cibilliyetinin kıvamına göre eski Türk filmlerindeki gibi bir yandan Batı musikisi eşliğinde diğer varlıklı arkadaşlarıyla dans ederken annesinin ördüğü kazakla doğum günü partisine gelen fakir çocuğun sosyo-ekonomik durumunu tiye alırken zevk de alabilir böyleleri. Benim yapabileceğim ise trolle sohbeti kestim şeklindedir. Öte yandan Türk yemeklerinin temeli, soğanı pembeleşinceye kadar kızgın yağda üzerine salça ile kavurmak ve sonrasında ne eklenecekse onu eklemektir; o yüzden Türk mutfağının olmazsa olmazıdır. O yüzden soğan fiyatları yukarı yönlü ivmelenirken daha öncesinde yaptığı gibi iktidarın neden soğan depolarına baskın yapmadığı da ayrı bir muammadır. Çünkü seçimlerde soğanın olası etkileri hesaba katılmasa hem iktidar hem muhalefet cenahında bu kadar dillendirilmezdi.
Bilkent’teyken öğrencisi olmaktan onur duyduğum ve Perspektif’te de yazılarını şevkle okuduğum Ergun Özbudun’dan Seçim Sistemleri üzerine aldığım derste, yazılmasının üzerinden o zaman 20 yıldan fazla geçmesine rağmen kendisinin Social Change and Political Participation in Turkey kitabını dersin müfredata koyma sebebini açıklarken Türkiye’deki seçimlerde oyların değişiminden hareketle volatilenin değişmediğini, hatta bunun Türkiye’deki oyların genel karakterini oluşturduğunu ve bu yüzden de kitabının güncelliğini koruduğunu söylemişti. Bu önermenin bugün için bile geçerliliğini koruduğuna sadece ben katılmıyor olsam gerekir ki; 2016’da kitabın yeni baskısı yapılmış.
Seçimlerin Kitleselleşmesi
Seçimler de dahil olmak üzere sosyal bilimlerin hem nimeti hem de laneti, matematiğin işlevselliğine rağmen matematikle açıklanamayacak kadar karmaşık olmasıdır. Bahsi geçen volatile sonucu bu ittifaklar doğmuş ve hiç de beklenilmeyen bir formatta şekillenmiştir. Seçim anketlerinde Cumhur ve Millet ittifaklarının yekdiğerine açıkça galebe çalamaması ise bir külfetten ziyade bir nimet olarak her iki ittifakın da “bir omuz atın da yüzde 50+1’i alarak ilk turda bitirelim” şeklinde bir seçmen konsolidasyonunu da beslemektedir. Modernitenin her toplumsal olayı dönüştürdüğü gibi seçimleri de kitleselleştirmesi, seçimleri ve tabii ki seçmenleri ideolojik prangalarından kurtarıp adeta bir futbol takımı taraftarlığına yönlendirmiştir. Böylece sanki doğru ata oynamak gibi, kazanan partinin seçmeni olmak gibi bir güdüyle hareket eden bir seçmen kitlesi var olmaktadır. Elbette bu seçmen kitlesi yanında bir de sanki kendi oyu bütün oylara karşılık gelebilecekmiş gibi kılı kırk yararak hareket eden stratejik seçmen kitlesi de iki seçim pusulasının değişik kombinasyonlarını yapmaktadır. Elbette ittifaklar da partiler de bu kitleselleşmeden kendi paylarına düşeni fazlasıyla almakta ve siyasi liderler de birer pop-star haline gelmektedir. Hatta TİP’in milletvekili adayı listesinin bir cast ajansı kataloğuna dönüşmesi, bu kitleselleşmenin billur bir örneğidir kanaatindeyim.
Sonuç olarak her iki seçimin yapılacağı gün yaklaştıkça anketlerde oransal olarak daha çok yer tutan kararsız seçmen ve protesto oylar, yerini bunların dağıtımı yapıldıktan sonraki projeksiyonlara benzeyen ölçümlere bırakacaktır. Seçimler nihayetinde ne adaylar ne de seçmenler açısından bir kumardır, lakin aldıkları risklere göre kazanıp kaybetme ihtimalleri çerçevesinde bir risk optimizasyonu geliştirdikleri algoritmalardır. Kaldı ki seçimler adaylar açısından sadece milletvekili olma yarışı değil, sonrasındaki iktidar şekillenişine göre üst düzey bürokrat olma imkânıdır da. Kısacası riskin büyüklüğü tek bir hamle için olsa bile, hamle sayısı arttıkça riske de optimize hale gelmektedir.