Rusya Efsanesi Büyük Yara Aldı

Türkiye’nin genel yönelimi ve ana ekseni hakkında, dünyada kendisini nerede konumlandırdığı konusunda tereddüt var. Bu, Batı-Doğu ayrımının, NATO veya “diğerleri” tanımının da ötesinde bir mesele. Türkiye dünyaya bakışı ve genel vizyonu itibarıyla konumunu flu bıraktığı müddetçe, bu savaşta kendisine göre haklı sebeplerle ilkeli ama dengeli davranma siyasasını anlatmakta zorlanıyor.

Alper Coşkun Röportaj

Rusya’nın Ukrayna’yı işgali ilk başladığında kimse bu kadar şiddetli ve toptan bir askeri işgal hareketi beklemiyordu. Ancak gerek Rusya’nın niyetlendiği boyut gerek Batı’nın Rusya’ya gösterdiği tepki geri dönülmesi çok zor bir sistemik kırılmayı tetikledi. Türkiye de bu gerilimde başta beklenmeyen bir performans gösterdi. Uzun yıllar Dışişleri Bakanlığı’nda görev yapmış, büyükelçiliğe kadar yükselip başarılı bir diplomat iken ayrılıp düşünce kuruluşlarına geçen Alper Coşkun ile Rusya’nın işgal girişimini, jeopolitik sarsıntıları ve Türk-Amerikan ilişkilerini konuştuk.

 

Rusya’nın geçen kışın sonuna doğru Ukrayna’yı işgali bütün dengeleri bozdu. Donmuş birçok denge harekete geçti. Almanya’nın yeniden silahlanma sürecine girdiği aşikâr; 100 milyar Euroluk bir bütçeden bahsediliyor. Amerika küresel rolünü yeninden tanımlamak zorunda kaldı. Hatta tehdit olarak Çin’in yerini Rusya aldı. İşgalin başında herkes bunun birkaç ay içerisinde bir yere varacağını düşünüyordu ama neredeyse senesini dolduracak. Ve orada süregiden ve hemen bitmesi beklenmeyen kriz durumu var. Nasıl okuyorsunuz bunu? Yani Rusya’nın Ukrayna işgali nasıl başladı? Rusya’ya ne getirdi, ne götürdü? Küresel jeopolitiği nasıl değiştirdi?

 

Biraz Amerika optiğinden bakarak başlayayım. Hatırlarsanız Biden yönetimi iktidara geldiğinde Rusya’yla ilişkilerini -her ne kadar seçimlere müdahale ettiği ve Trump’tan yana seçimleri etkilemeye çalıştığı şeklindeki bir arka plan olsa dahi- öngörülebilir ve yönetilebilir bir zeminde tutma talebiyle ortaya çıktı. Ve siyasasını da bu ana omurgaya oturttu. Hatta o dönemde Biden’la Putin arasında, Lavrov’la Blinken arasında görüşmeler oldu. ABD, her ne kadar kurallara dayalı dünya düzenine aykırı bir aktör olarak görse de, Rusya’yı hâlâ silahsızlanma başta olmak üzere bazı alanlarda iş birliği yapılabilecek bir aktör olarak tanımlıyordu. Bu özellikle şu açıdan da önemliydi tabii, Vaşington’un dünya jeopolitiğini okuyuşunda: Ağırlıklı şekilde Obama döneminde bahsedilen ama Biden’la iyice farklı bir boyuta gelen Çin’e odaklamak niyetindeydi. Dolayısıyla Rusya’yı “sorunlu” ama yönetilebilir bir nevi muhatap olarak kendi köşesinde tutabilmek, Biden yönetiminin tercih ettiği bir yöntemdi.

 

Tabii Putin, Ukrayna’ya müdahale etmek suretiyle bu denklemi altüst etti. Ama ona da gelmeden evvel belki Putin’in bu kararına da biraz etki etmiş olabilecek bazı gelişmeleri hatırlamamız lazım. ABD’de Biden, Trump döneminin etkilerini bir nevi izale etme söylemi ve iradesiyle geldi. Amerika’nın içinde sosyal dokudaki kırılmaları düzeltme iddiası da taşıyordu. Hatta dış politikayı Amerikan orta sınıfının ihtiyaç ve çıkarlarına göre kurgulama söylemiyle yola çıktı. Burada özellikle COVID döneminde Amerika’nın ekonomik olarak çektiği sıkıntılar, tedarik zincirlerinde yaşanan sorunlar, üretimin yurt dışında olmasının getirdiği handikapları dengelemeyi dile getiriyordu. Amerika’nın bu kurgu içerisinde, Biden yönetiminin altında uluslararası siyaset sahnesine çıkarken en önemli vurgusu şuydu: ‘Müttefiklerimizle ilişkilerimizi sağlıklı, yönetilebilir bir zemine oturtacağız ve buna öncelik tanıyacağız. İstişareyi ön plana çekeceğiz’. Ama bütün bu söylemleriyle çelişecek şekilde Afganistan’dan çekilmeyi ve bunun getirdiği trajediyi müttefiklerine, Afganlara yüklediler.  

 

Buradaki sorun, istişareyi müttefikleri ile doğru düzgün yapmadan resen Taliban’la sürdürerek, birdenbire de korkunç bir planlama eksikliği içerisinde geri çekilmeyi kurgulamış olması. O tabii Amerika’nın algılanışına, müttefikleri nezdinde de çok ağır bir darbe vurdu. Ve sanıyorum Moskova’daki bazı hesapları da etkiledi. Yani Trump yönetiminden sonra müttefikler arasındaki dayanışmanın kemikleşeceği beklentisinin aksine, bu kırılma, Putin açısından bir avantaj olarak görüldü.

 

Putin neden bu kararı aldı? Nasıl başladı? Konuşmasını dinledik. Artık onun zihnini okumakta güçlükler var. Fakat birçok hesap hatasına dayandığı kesin. Bu hesap hatalarının belki de en önemlilerinden birisi Amerika’nın Afganistan’da yaşadığı bu yanlışlığa rağmen NATO’yu ve genel anlamda Batı blokunu Rusya karşısında birlikte tutabilme yeteneğini doğru hesap etmemesiydi.

 

Son ana kadar işin tam neye evrileceği de belli değildi. Hatırlarsanız Scholz Almanya’da seçildikten sonra ilk ziyaretini Amerika’ya yaptığında, Kuzey Akımı’nın akıbetinin belirsiz olduğu bir dönemde gazetecilerin sorularına karşılık hiçbir şekilde buna değinmedi. Ama Biden “Merak etmeyin ve güvenin bana. O kapatılacak” dedi Almanya Şansölyesi’nin yanında.

 

Bizim cumhurbaşkanımız veya eski sistemde başbakanımızın yanında Amerikan Başkanı böyle bir şey söyleseydi müthiş tepkilere sebep olurdu Türkiye’de. Fakat Scholz’un yanında bunu söylediği o aşamalarda dahi bu işin nasıl ilerleyeceği belli değildi. Fransa’nın ne kadar bu işi ilerleteceği belli değildi. Doğu Avrupa, Baltık ülkelerinin geçmişte neredeyse alay konusu olan Rusya’ya ilişkin hassasiyetlerinin ne şekilde evrileceği belirsizlikler arz ediyordu. Dolayısıyla beklenenin de ötesinde ve Putin’in hesap hatasına da sebep olacak şekilde o dayanışma korunabildi. Fakat burada tabii hem Putin’in söylemindeki kabul edilmesi mümkün olmayan boyutlar hem kullandığı yöntemlerin bir nevi acımasızlığı, ciddi bir dinamik yarattı.

 

Belki üçüncü en önemli mesele, yine Putin’in hesap edemediği ve hiçbirimizin de baştan var sayamadığı Zelenski’nin duruşu ve bunu başarabilmesi. Amerikalılar ‘Ruslar işgal edecek. Ha geldi ha geliyor’ diye epeyce anlatıyorlardı. Hepimiz Amerikalılar yine burada biraz istihbaratı kendi optiklerinden dünyaya yayıyorlar diye düşünüyorduk. Neticede bu tahminleri doğru çıktı ama aynı Amerika saldırı başladıktan kısa bir süre sonra Zelenski’ye ve ailesine onları tahliye etme önerisinde bulundu. Dolayısıyla orayı Amerika da doğru okuyamadı. Ancak Zelenski’nin, kendi toplumunun direnç kapasitesini iyi okuduğunu söylememiz mümkün. Bunu doğru hesap ederek, Batı’yla ilişkilerini doğru kurgulayarak, müthiş bir iletişim başarısı sergileyerek dünyada kendi lehindeki bu desteği artırdı. Dolayısıyla Batı’nın Rusya’nın bu saldırganlığı karşısında birlikteliğini koruyabilmesinin böyle farklı unsurları var. Rusya’nın hesap hataları kadar Ukrayna’nın sergilediği performans da önemli.

 

EKONOMİK GERÇEKLER UKRAYNA’YA DESTEĞİ ZAYIFLATABİLİR

 

İlk başta öyle ya da böyle Rusya çok güçlü bir ateş gücüyle ilerler tedirginliği vardı. Şimdi Ukrayna geri almaya başladı. Ama Rusya’yı tümüyle çıkartması ne kadar mümkün? Nereye evriliyor sizce gerilim?

 

Putin zamanın bazı yönlerden kendi lehine işlediğini hesap ediyor. Ukrayna’yı destekleme iradesindeki birlikteliğin ve direncin ekonomik sıkıntılarla, kışın yaklaşmasıyla, enerji darboğazının yaratacağı etkilerle, enflasyonun getirdiği büyük baskı neticesinde yavaş yavaş kırılmalara sebep olabileceği hesabını yapıyor. Haklı olabildiğine dair işaretleri birçok yerde görüyoruz. Avrupa içindeki tartışmalarda görüyoruz. İtalya’sından, Fransa’sına kadar. Birkaç gün önce Amerika’da gördük. 30 Demokrat Partili Kongre üyesinin yayınladığı bir mektup oldu. Mektubu Biden’a yazdılar ve o mektupta ‘Ukrayna saldırı altında, evet desteklememiz lazım. Her türlü kaynağı sunmamız lazım. Bu kabul edilebilir değildir ama tek başına sadece çatışmanın sürmesine sebep olacak kulvarda ilerlemek de makul değil. Senin de Başkan Biden olarak söylediğin gibi mutlaka bir aşamada müzakere olması lazım. Dolayısıyla senin ABD Başkanı olarak ve ülke olarak Amerika’nın Rusya’yla bir yandan da diplomasi koridorunu ve kanalını kullanmanı, bunu da değerlendirmeni bekliyoruz’ dediler.

 

Mektubun Demokrat Partili Kongre üyelerinden geliyor olması tabii son derece anlamlı. Çünkü seçim kontekstini de hatırlarsak, Amerika’daki Demokratların kamuoyunu etkilemek üzere kullanmaya çalıştıkları, belki zihinlerde iz bırakacak olmasa dahi bazı şeyleri etkileyebilecek söylem şuydu: ‘Eğer Cumhuriyetçiler gelir ise Rusya’ya karşı daha yumuşak bir politika benimseyecekler. Putin yanlısı tavırlar benimseyecekler. Dolayısıyla Demokratlar iktidarda kalmalıdır’. Fakat bunu erozyona uğratan bir iç kırılmanın tezahürü olarak bu mektup ortaya çıktı. Ama 24 saat içerisinde mektubu geri çekti Demokratlar. Böyle bir iç dinamik de yaşandı. Özellikle ekonomik gerçeklerin ve dinamiklerin etkisiyle, biraz da zaman içerisinde bu tür çatışma ortamları doğrudan angaje olmasalar bile ülkelerde bir zihni yorgunluk yaratıyor.

 

Amerikan toplumunda Ukrayna’yı desteklemek çok öncelikli görülen bir husus değil aslında. Hele ekonomik sıkıntılar göz önünde bulundurulduğunda. Dolayısıyla bu tür kırılmaları Amerika’da olduğu gibi Avrupa’da da görmek mümkün ve Putin’in hesaplarından birisi de bu. Bunun ne şekilde evrileceği kehanetinde bulunmaya imkân yok. Fakat mevcut veriler, eğer Putin direnebilirse zamanın gerçekten onun lehine işlediğini teyit ediyor.

Ekonomik gerçekler insanların önceliklerini zihinlerinde ona göre şekillendirmelerine sebep oluyor. Bunu Amerika’daki seçimlerde de göreceğiz. Enflasyon Demokratlara çok ağır bir fatura olarak seçim sonucunda çıkacak. Avrupa’da da böyle. Dolayısıyla enerji fiyatlarının artmasını buna bağlayanlar açısından Ukrayna’nın ilelebet desteklenmesi zaman içerisinde erozyona uğrayacak bir yaklaşım olacaktır tahminimce.

 

Bir taraftan da Rusya çok büyük yara almadı mı? Konvansiyonel askeri kapasitesinin çok kırılgan olduğu görüldü, malum Amerika’nın savaş konsepti aynı anda 2,5 savaş götürmek üzere kurgulanmıştır. Rusya’nın ise dünyanın başka bir köşesinde değil, tedarik zincirlerine doğrudan ulaşabildiği, sınırının dibinde Rusça konuşan bir coğrafyada bir çatışmayı istediği tempoda sürdüremiyor olduğu ortaya çıktı. Beraberinde Orta Asya ülkelerinde, eski Sovyet cumhuriyetlerindeki egemenliğinin ne kadar kırılgan olduğu ortaya çıktı. Rus hakimiyetinin, Rus hegemonyasının, Rus efsanesinin de bir darbe almasını getirmedi mi bu süreç? Bugün kazansa bile -ki kazanması da muhtemelen çok sınırlı olacak, belki sadece Donbass bölgesi orada kalacak ama Kırım’a giden köprü uçuruldu vs.- bu ciddi ciddi bir Pirus Zaferi olmaz mı?

 

Kesinlikle öyle. Gerçekten de bir bakıma Rusya efsanesi ve kendisine atfedilen askeri yetenek, dolayısıyla konvansiyonel caydırıcılığı ağır darbe aldı. Askeri gücüyle, bölgesine hâkim olma potansiyeliyle, Suriye ve Libya’da, hatta Afrika genelinde artan mevcudiyetiyle NATO’yu çevrelemeye ve Akdeniz coğrafyasına yerleşmeye başladığını konuştuğumuz, Karadeniz’deki hava savunma ve taarruz sitemleriyle kuş uçurtmaz hale geldiğini düşünmeye koşullandığımız bir Rusya vardı. Aynı Rusya, Ukrayna’da askeri planlama beceriksizliği ve ikmal hatlarındaki zafiyetleri nedeniyle çöktü. Öyle ki işte Kiev’in önünde dizilen kilometrelere baliğ o konvoya herkes bir anlam yüklemeye çalıştı. ‘Yok canım o kadar da rezalet olamaz. Herhalde bunun arkasında başka bir sebep var’ diye düşünmeye başladı herkes. Bu gerçekten beklenmedik bir darbe oldu Rusya için.

 

Dışarıdan algılanışını ve nüfuzunu da etkiledi. Bunu Kafkasya’dan, Orta Asya’ya kadar geniş bir alanda böyle düşünmek lazım.

 

Bir kere Putin’in Ukrayna hakkında kullandığı söylem, Ukrayna’nın siyasi kimliğini ve bağımsız bir ülke olarak var olma hakkını reddetme cüretkârlığı, sadece Ukrayna’da değil eski Sovyetler Birliği coğrafyasının tamamında yankılandı. Bunun belirli tepkileri tetikleyecek bir söylem olduğu aşikâr. Nitekim, Rus etkisini kendisine göre her zaman dengelemeye özen gösteren Kazakistan’da bunu çok net bir şekilde gördük. Kazakistan yönetimi Ukrayna saldırısını tasvip etmediği gibi, Rusya’ya bağımlılığını azaltmaya yöneldi.

 

Ermenistan-Azerbaycan denkleminde Rusya’nın bir nevi atalete sürüklenmesi ve Azerbaycan işgal altındaki topraklarını azat ederken sessiz kalması da manidar oldu. Ermenistan’daki Rusya bakışında kırılmalara neden oldu.

 

Tabiatıyla Türkiye’nin de bu gelişmeler karşısında kendisine göre değerlendirmesini yaptığını varsaymak lazım.

 

İşin ilginç yanı, nükleer yetenekleri bir yana, Rusya’nın konvansiyonel askeri potansiyelini pek kimsenin doğru okuyamadığı anlaşıldı. Birçok varsayımın gerçekte boş çıktığını gördük.

 

Konvansiyonel anlamda kâğıttan kaplan olduğu algısı Rusya için ciddi bir sorun. Ukrayna ilerlemesini sürdürüyor hâlâ ve bu defa, Rusya’nın nükleer silah veya kirli bomba kullanma olasılıklarını konuşmaya başladık. Ukrayna’daki amaçlarına konvansiyonel yeteneklerle ulaşamayan Rusya’nın eskalasyona mı yöneleceği sorusu gündemde. O soru tabii çok kritik.

 

TÜRKİYE DENGE SİYASETİNİN MEYVESİNİ TOPLAYAMIYOR

 

Türkiye’ye gelirsek… Ankara’daki diplomatların bir kısmı başlangıçta ‘evet bir ay geçer, iki ay geçer ama Türkiye tarafını seçmek zorunda kalır’ gibi cümleler kullanıyorlardı. Ama Türkiye taraf seçmedi. Soğuk Savaş zamanında bile siyah-beyaz değildi Türkiye’nin Sovyetlerle ilişkisi. Şimdi hiç değil. Türkiye’nin Rusya ve Ukrayna arasındaki bu ilişki sürecini nasıl görüyorsunuz? Ne kadar sürdürülebilir olduğunu düşünüyorsunuz? Bunu Amerika nasıl okuyor?

 

Türkiye’nin benimsediği tutum hakikaten ilginç bir örnek haline geldi açıkçası. Türkiye şu ana kadar dengeleri kendisine göre başarılı bir şekilde koruyabildi.

 

Amerika’nın dünyayı, özellikle demokratik ve otoriter, kurallara dayalı dünya düzenini savunanlar ve savunmayanlar şeklinde kategorik bir ayrıma tabi tuttuğunu ve giderek ağırlaşan yaptırımları hatırladığımızda, Rusya’nın bu davranışı karşısında iki arada bir derede durmak kolay sürdürülebilecek bir tavır değil.

 

Türkiye, 2014’ten bu yana Kırım örneğinde olduğu üzere Ukrayna’nın toprak bütünlüğüne ve egemenliğine bağlılığını gayet kuvvetli bir şekilde ortaya koydu. Savaş başladıktan sonra bunu bir saldırı olarak niteleyerek ve boğazları kapatarak vb. doğru ilkeler temelinde hareket etti. Buna karşılık, Rusya’nın güvenini de kendisine göre korumayı başardı. Bunu benim beklentilerimi de aşacak şekilde, tahminlerin ötesinde bir başarıyla yaptı.

 

Fakat ortada şöyle bir sorun var. Türkiye aslında bu denge siyasasıyla sağladığı başarının meyvesini yeterince toplayamıyor. Nedeni de şu: Türkiye’nin genel yönelimi ve ana ekseni hakkında, dünyada kendisini nerede konumlandırdığı konusunda tereddüt var. Bu, Batı-Doğu ayrımının, NATO veya “diğerleri” tanımının da ötesinde bir mesele. Türkiye dünyaya bakışı ve genel vizyonu itibarıyla konumunu flu bıraktığı müddetçe, bu savaşta kendisine göre haklı sebeplerle ilkeli ama dengeli davranma siyasasını anlatmakta zorlanıyor. Her iki taraftan da bakıldığında, daha ziyade fırsatçı olarak görülüyor. Bu ise etki ve ikna gücünü azaltıyor.

 

Mesela biraz dış politikadan örnek vererek devam edeyim. Sayın Cumhurbaşkanı Semerkand’a Şanghay İşbirliği Örgütü Toplantısı’na gitti. Bu güzel ve bir itirazım yok. Çünkü orada da bir gerçeklik var. Türkiye’nin kendisine göre o ülkelerle ve yapıyla etkileşim içinde bulunması normal. Fakat bunu çok daha ileri bir noktaya taşıyacak şekilde Şanghay İşbirliği Örgütü’ne tam üyelik hedefinden bahsetmesi işin rengini değiştiriyor. Üstelik, hemen ardından New York’ta Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda Şanghay İşbirliği Örgütü veya böyle bir hedeften bahsetmeyip Türkiye’nin Avrupalı kimliğini, NATO müttefiki olarak 70 yılı geride bıraktığını vurgulaması, adeta iki farklı ortamda nabza göre şerbet vermesi dikkatlerden kaçmıyor. Yarattığı algı ise Türkiye’nin yalpaladığıdır. Bu iki örnek benim gözümde dengeden ziyade bir tutarsızlık olarak algılanıyor. Öyle algılandığı ölçüde de Türkiye’nin dış politikada savrulduğu izlenimini pekiştiriyor. Kendisini nereye konumlandırdığı hakkında tereddüt yaratıyor. Benim kanaatime göre bu da Türkiye’nin etki gücünü ciddi şekilde azaltıyor.

 

Amerika, Rusya’nın Ukrayna’yı işgali çerçevesinde Türkiye’nin oynadığı rolü ve takip ettiği siyaseti nasıl okuyor? Bu bağlamda bir sorun da Amerikan yönetiminin Türkiye’yle ilişki kurmaması. Antony Blinken hiç gelmedi Ankara’ya ki gezmediği ülke kalmadı. Biden çok nadiren, mecburen Sayın Erdoğan’la görüşüyor. Bu işe yarar bir politika mı? Sonuç verir mi yoksa seçimi mi bekliyor Amerika?

 

Bir kere Amerika’da da Türkiye’de de mevcut sorunların devamı nedeniyle karşılıklı bir bıkkınlık söz konusu. Sorunlar olduğu yerde duruyor ve bunlar üzerindeki temaslar daha ziyade bir sağırlar diyaloğu şeklinde cereyan ediyor. Suriye bağlamında, S-400 ve yaptırımlar ile FETÖ bağlamında vaziyet böyle. Dolayısıyla ortada böyle bir negatif dinamik var ve bu da ister istemez ilişkilere etki ediyor.

 

Amerika’daki bakış açısını sordunuz özellikle. Bahsettiğim bu tablo Türkiye’ye bakışa ve benimsenen yaklaşıma etki ediyor.

 

İkincisi, yine karşılıklı olarak güven ilişkisinin zedelenmiş olması ABD’nin davranışına yansıyor. Örneğin, Rusya-Ukrayna savaşı karşısında Türkiye’nin benimsediği denge politikası Vaşington’da güvene dayalı bir optikten ziyade, kuşkuya dayalı bir noktadan okunuyor. Öyle olduğu ölçüde de biraz kurnazlık olarak algılanıyor. Her ne kadar sağduyulu düşünen çevreler açısından, Türkiye’nin gerçeklerini doğru okuyanlar bakımından Türkiye’nin yaklaşımı anlaşılsa dahi, genel algı Türkiye hakkındaki tereddütlerin gölgesinde kalıyor. Biz de bazen bu ekmeğe yağ sürüyoruz açıkçası. Şanghay İşbirliği Örgütü’ne katılma hedefi veya bundan kısa bir süre önce Tahran’da Putin ve İran lideriyle verilen üçlü görüntü ister istemez bazı dinamikleri tetikliyor. Tahran’da üçlü görüntü vermek bir yana, örneğin İran’la savunma sanayii alanındaki işbirliğimizi derinleştirmek arzusunda olduğumuzu söyledik. Sayın Cumhurbaşkanı böyle dedi. Şimdi bunlar öyle boşa söylenecek laflar değil. En azından bu konuları çalışanların bütün o konuşmanın içinden çekip alacakları ve Türkiye’ye dair değerlendirmelerinde dikkate alacakları önemli göstergeler.

 

Dolayısıyla S-400 vb. bütün bunları üst üste koyduğunuzda, sivil nükleer enerji iş birliği alanında Türkiye’nin Rusya’yla geliştirdiği ilişkiyi hatırladığımızda, Sayın Cumhurbaşkanı’nın Sinop’ta yapılması planlanan santral için de Putin’le görüşmekte olduğunu söylediğimi düşündüğümüzde, bunların bir bütün olarak Türkiye’nin algılanışına etki ettiğini görmemiz gerek. Yönelimimiz hakkında kuşku katsayısı artıyor açıkçası.

 

Tabii bu gözlemleri sorunuza cevaben, Vaşington optiğinden söylüyorum. Türkiye’nin de Amerika’ya bakıp söyleyeceği -başta Suriye’deki siyasasının yanlışlığı olmak üzere- çok şey var. Ankara’daki tepkisel hissiyat ve ABD’nin yönelimi hakkında duyulan endişe de ayrı bir konu.

 

TÜRKİYE’NİN BAĞLAMA LİMANI BATI DÜNYASI

 

Türkiye’nin hayal kırıklıklarının zemini var. PYD meselesi olabilir, 15 Temmuz’dan sonra yalnız bırakıldığını düşünmesi olabilir. Birçok konu var ama dengeleme sürecinde kullandığı bu cümleler, Amerika’nın nasıl baktığından bağımsız olarak Türkiye’nin çıkarlarına ne kadar hizmet ediyor? Yani Ortadoğu’da temel rakibi olan İran’la ortak savunma işbirliğine gidiyor olmak ya da Merzifon Hava Üssü’nün varlık sebebi Rus uçaklarını engellemek. Şimdi bunun için kendi hava kuvvetlerini Rusya tehdidine karşı konumlandırmış bir ülkenin S-400 üzerinden savunma geliştirmeye çalışması… Yani Amerika’nın nasıl baktığı ayrı bir soru işareti; bu siyasetin Türkiye’nin güvenlik çıkarlarına ne kadar hizmet ettiği ayrı bir soru işareti. Bu bağlamda Rusya’yla girilen bu asimetrik ilişkinin nasıl düzeltilebileceğine dair bir fikriniz var mı? Yoksa bu asimetrik ilişki Türkiye’yi kendine daha da çok çeken bir girdap halinde devam mı eder?

 

Etmemesi lazım. Yani Türkiye’nin gelişmeleri iyi okuması ve çıkarlarını ilerletirken de çok dikkatli olması lazım.

 

Türk Akımı olarak bildiğimiz boru hattı daha Türkiye’yle istişare edilmeden, Putin birdenbire ‘Boru hattı yapacağız. Adını da Türk Akımı koyacağız’ dedi. Hep bizim gönlümüze hitap ediyor. Aynısını geçenlerde yaptı. Türkiye’yi bir gaz merkezi haline getirebiliriz dedi. Aynı Rusya, Suriye’de 34 askerimizin şehit edildiği operasyonda belirleyici rol oynadı. Ben 90’lı yılların başında Moskova’da görev yaptığımda, Rusların izniyle PKK ofisi açılmıştı. Moskova’nın PKK’ya olan ilgisi Sovyetler Birliği dönemine uzanır. Dolayısıyla bu gerçekleri de unutmamak lazım. Burada mesele Amerika iyi, Rusya kötü; Rusya iyi, Amerika kötü meselesi değil. Türkiye’nin bir adım geri çekilip, durumu sağlıklı şekilde tahlil ermesi ve menfaatlerini ilerletmeye yönelik siyasasını iyi bir zemine oturtması lazım. Nasıl Amerika’ya bağımlılık Türkiye’nin çıkarına hizmet etmiyor ise, nasıl terörle mücadelemizde Amerikan tutumunu haklı olarak eleştiriyorsak, Rusya’yı da aynı mercekten sınava tabi tutmalıyız. Türkiye’nin ne Amerika’ya ne de Rusya’ya bağımlı olmaması lazım.

 

Ama bu hedefi güderken, Türkiye’nin kendi iradesiyle belirlediği ve içselleştirdiği bir bağlama limanı olması lazım. Türkiye’nin bağlama limanı Batı dünyasıdır. Batı dünyası olmasının sebebi de benimsediği ilkeler, demokrasi, çoğulculuk ve insan haklarına bağlılığı ve genel anlamda dünyaya bakışıyla ilgilidir. Atatürk’ün çağdaş medeniyet diye tasvir ettiği budur. Bu genel çerçeve ise Türkiye’nin yerini tanımlar. Ancak bu tanım, dünyanın kalan kısmına ilgisizlik ve duyarsızlık anlamına da asla gelmez. Türkiye’nin bu konuda kendisini sınırlayan mutlak anlayışları ve gereksiz tartışmaları geride bırakması gerekir.

 

Türkiye seçime yaklaşıyor. Eğer ki bir iktidar değişikliği olursa birçok alanda çok dramatik değişiklikler olacağına dair beklentiler var. Dış politikada böyle aşırı, dramatik bir 180 derece değişiklik mümkün mü? Gerekli mi? Muhtemel görüyor musunuz?

 

Bence gerekli değil. Belki iki boyutta düşünmek lazım. Yani tabii ki her iktidar, kim olursa olsun kendisine göre dış politikanın rengini uyarlayacaktır. Bazı alanlarda öncelikleri farklı olacaktır, vurguları farklı olacaktır. Bunu da doğal kabul etmek lazım. Ama o değişkenliğin yanında bir de devamlılık boyutunun her zaman olacağını varsaymak lazım. Bunlar Türk dış politikasını düşündüğümüzde bazı temel parametrelerde iktidarlardan bağımsız olarak Türkiye’nin kendi çıkarlarını gözetmek üzere alacağı tedbirleri bir nevi sabit kılıyor. Belki bunları tatbik etme yöntemleri değişebilir. Yunanistan örneğini düşünelim. Yeni gelecek herhangi bir hükümetin Ege’deki sorunların özünü değiştiremeyeceğine göre tek yapabileceği şey, bunlarla mücadele yöntemini, daha doğrusu kendi çıkarlarını ilerletme yöntemini değiştirmesi olacaktır.

 

Türkiye şu anda biraz izole olmuş vaziyette. Yunanistan Türkiye’nin bu izolasyonundan istifade etme arayışında. İsrail’le ilişkilerimizde yaşanan -kendisine göre haklı veya haksız o ayrı bir tartışma mevzuu- kırılmalardan Yunanistan’ın nasıl istifade ettiğini görüyoruz. Ben Atina’da görev yaptığımda, Türkiye’nin İsrail’le ilişkilerinin son derece ileri düzeyde olduğu bir dönemde, Yunanistan’ın tek yapabildiği, Ermenistan’la, İran’la kendisine göre Türkiye’yi bir nevi dengeleme arayışıydı. Şimdi Türkiye’nin bıraktığı boşlukların hepsini doldurmak suretiyle -ki Amerika bakımından da Yunanistan bunu yapıyor- Türkiye’nin aleyhine kendi çıkarlarını ilerletme etme arayışında. Dolayısıyla temel bazı parametrelerde çok fazla değişiklik olmayacaktır ama Türkiye’nin çıkarlarını gözetme arayışında, daha doğrusu hem üslupta hem yöntemde uyarlamalar olabilir. Her ne kadar temel yaklaşımlarda farklılık olmazsa da, yeni bir iktidardan belki o beklenebilir. Ama söylediğinize tamamen katılıyorum. Böyle topyekûn yeni bir sayfa, her şey değişecek vs. hiçbir ülke için olmaz. Türkiye için hiç olamaz. Köklü bir devlet olduğumuz için.

 

Seçime kadar Türk-Amerikan ilişkilerinde bir değişim, bir dönüşüm, bir açılım bekliyor musunuz? Yoksa seçime kadar bu süreci yönetme, zevahiri kurtarma devam eder mi?

 

Amerikalılar ‘bekle-gör’ politikasını benimsemiş vaziyetteler. Biden zaten doğru düzgün temasta bulunmuyor. Blinken Türkiye’ye uğramıyor. Stratejik bir mekanizma kurdu Türkiye ve Amerika ama onun toplantısını dahi Vaşington’da yapmadılar, New York’a aldılar son anda. Dolayısıyla Türkiye’yle öyle fazla etkileşimde bulunmamayı tercih ettiği aşikâr Biden yönetiminin. Ben sizinle hemfikirim, bunun doğru olduğu kanaatinde değilim. Her ne kadar kurumsal düzeyde ilişkilerde ilerleme olduğunu ve o kanalların işlemekte olduğunu anlasak ve bu olumlu bir durum teşkil etse dahi, siyasi düzeydeki tema eksikliği de ortada. Vaşington’un burada hata yaptığı düşüncesindeyim. Ukrayna krizi iyi bir örnek mesela. En azından bu konuda Türkiye’yle doğrudan daha fazla etkileşimde bulunma arayışında olması beklenir normalde.

 

Rusya Savunma Bakanı’nın kirli bomba kullanma ihtimali bağlamında Fransa, İngiltere, Türkiye ve diğer bazı ülke savunma bakanlarıyla temasları oldu. Amerikalılarla da konuştular. Hemen Amerika, İngiltere, Fransa ortak bir açıklama yaptılar. Türkiye’yle bu alanda istişare yapıldı mı mesela? ABD Türkiye’yle etkileşimi o kadar asgari düzeyde tutmayı tercih ediyor ki, bence Türkiye’nin izlemeye çalıştığı malum denge politikasında Rusya’ya alan açıyor. Ankara ve Moskova’nın daha fazla yakınlaşma dinamiğini de aslında kendi tutumuyla besliyor. Bu benim kanaatime göre doğru bir tercih değil. Ama bunun kısa vadede değişeceğini çok zannetmiyorum. Seçimlere kadar Biden yönetiminin bu bekle-gör politikasını sürdüreceğini tahmin ediyorum.

 

Tabii Türk-Amerikan ilişkileri öyle âtıl bir yerde duran bir ilişki manzumesi değil. Mevcut sorunların da etkisiyle ilişkilerdeki erozyonun devam edeceğini hatırda tutmak gerekir. Bu dinamik ilişkilerdeki ayrışma hissini derinleştirir. Hem Türkiye nezdinde hem Amerika nezdinde. Dolayısıyla bu uzak durma siyasasının aslında tembel ve yanlış bir tercih olduğu kanaatindeyim.

 

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.