Rusya İle Çelişkilerimiz Giderilemez

Ankara Rusya’ya karşı yürütülen yaptırım kampanyasının Putin devrilinceye kadar veya en azından Putin rejimi etkisiz hale getirilinceye kadar sürdürüleceğini görüyor olmalı. Buna karşılık yine de ya Putin ayakta kalırsa diye temkini elden bırakmıyor. Ancak Batı ittifak sisteminin bir üyesi açısından bu tutumun sürdürülebilir olması zor. Bu sürecin sonunda küresel dengelerin değişeceği, uluslararası mimarinin yeni baştan şekilleneceği bir konjonktür oluşursa -ki bu çok mümkün görünüyor- kaybeden tarafta yer alma riskinden söz ediyorum.

ibrahim kiras

Rusya’nın Ukrayna’yı işgal girişimi başta Avrupa kıtasındakiler olmak üzere bir çok ülkede tarihte kaldığı düşünülen korkuları canlandırdı. Tarihinde en çok Rusya ile savaşmış, bir dönem başkenti olan İstanbul’un birkaç kilometre ötesinde Rus işgali görmüş, doğu illeri resmen Stalin tarafından talep edilmiş ve en son olarak Suriye’de Silahlı Kuvvetleri Rusya tarafından hedef alınmış Türkiye’de ise toplumsal korkular ve duyarlılıklar ile iktidarın Rusya’yı ürkütmeme politikası iki farklı uçta duruyor.

 

Rusya’nın Türkiye ile tarihini özel olarak takip eden ve son yirmi yılda takip edilen dış politikaya eleştirel yaklaşımlar getiren Karar Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni İbrahim Kiras ile bu korkunun sebeplerini, Batı’nın Moskova’yı anlamamaktaki ısrarını, Türkiye’nin önündeki seçenekleri ve riskleri konuştuk.

 

Rusya’nın Ukrayna işgaliyle Batı ve dünya bir anda Rus saldırganlığını ve tehdidini keşfetti. Oysa 2000’lerin başında Çeçenistan’da başlayan ve tam anlamıyla bir katliama dönüşen Rus askeri müdahaleleri hız kesmeden 2008’de Gürcistan’da, 2014’te Kırım’ın ilhakında ve hepsinden önemlisi 7-8 yıldır Suriye’de devam etmekteydi. Bütün bu süreçler boyunca, özellikle de Suriye’deki krizi çözülemez hale getirirken, aynı anda hem mültecilerin hem de terörün dünyaya yayılmasına yol açarken jeopolitik bir körlük içerisinde izlediler olan biteni. Siz bugün gelinen noktada Batı’nın verdiği tepkiyi, geçmişine bakarak nasıl değerlendiriyorsunuz?

 

Batı dünyasının Rusya’ya bakışındaki bu belirgin değişimi tek bir sebebe bağlamak yeterli olmayabilir. En başta gelen sebep daha önceki saldırganlık örneklerini doğrudan kendi çıkarlarına veya güvenliklerine yönelik hayati bir tehdit olarak algılamamış olmaları galiba. Bu durumu da jeopolitik körlük tabiriniz gayet güzel açıklıyor. Peki jeopolitik körlüğe yol açan şey ne?

 

Soğuk Savaş yıllarında ilmek ilmek örülen stratejik kuşatma halkaları vardı. Demir Perde yıkıldıktan sonra ise benzer bir tedbirin Rusya için de düşünülmesine gerek görülmedi. Çünkü harap ve bitap durumdaki Rusya’nın bir gün yeniden Sovyetlerin konumuna yükseleceği öngörülmüyordu. Hatta bu dönemde NATO’ya artık gerek kalmadığı fikri dahi ciddi ciddi tartışıldı. Dünyanın artık tek kutuplu kaldığı düşünülüyordu. Tarihin sonu bile ilan edilmişti, hatırlarsanız.

 

Tabiri caizse, Soğuk Savaş’tan zaferle çıkmanın sarhoşluğu “stratejik gevşeklik” hasıl etti Batı’da. Aslında dünya ne Varşova Paktı’nın ne de Sovyetlerin dağılmasını bekliyordu. Hazırlıksızdı herkes. Bu yüzden bir süre sonra petrol ve doğalgaz sayesinde toparlanıp yönetiminde istikrar sağlayan Rusya, kendi hayat alanını kontrol altına alma iddiasıyla yeniden yayılmacı siyasetine dönüp buna yönelik siyasi ve askeri girişimler başlattığında ne olduğunu anlamakta zorlandık. Kimileri Rusya’nın buna hakkı olduğunu düşündü. Kimileri çok fazla baskı ve aşağılanmanın Rusya’yı hırçınlaştıracağını, kontrolden çıkaracağını ileri sürdü. Dolayısıyla dokunmayalım dediler. Bu süreçte Moskova adım adım dört bir yanındaki eski nüfuz alanlarında yeniden at koşturmaya başladı.

 

Batı dünyasının bütün bu olanlar karşısında tepkisiz ve etkisiz kalmasının bir başka sebebi de dünyanın tek kutbu olduğu zehabına kapılan ABD’nin, bu iddiasıyla çelişen bir şekilde, Batı blokunun liderliğini sürdürmekte zaafa düşmesiydi. 

 

Avrupa’da birbirine zıt görünen ama ikisi de aynı kapıya çıkan iki fikir belirmişti. “NATO’ya gerek kalmadığına göre ABD’nin liderliğine de gerek yok” fikri ile “NATO’ya hâlâ gerek var ama ABD burada üstüne düşeni yapmaya niyetli olmadığına göre bizim birleşik Avrupa olarak ABD’nin rolünü üstlenmemiz gerekir” fikirleri…

 

Bir şey daha var… Batı dünyasında, özellikle de ABD’de Demir Perde’nin yıkılışının yol açtığı zafer sarhoşluğundan söz ettim demin. Avrupa’nın bu sırada bir sarhoşluğu daha vardı. Schengen ile içerideki sınırları kaldıran ve daha önemlisi ortak para birimi Euro’ya geçmeyi başaran Avrupa, bir zamanlar hayal gibi görülen bu “birleşme” hedefine ulaşmış olma duygusunun sarhoşluğu içindeydi.

 

2000’li yılların başında ABD’nin Irak işgali dolayısıyla karşımıza çıkan fotoğrafı hatırlayalım. Atlantik’in iki yakasının, kendi güvenlik öncelikleri bakımından birbirinden koptuğu günler… Aynı zamanda Avrupa’nın da kendi içinde biri Washington’ın yanında, öbürü Almanya ile Fransa’nın etrafında saf tutan iki parçaya bölündüğü dönem…

 

ABD’nin Irak’ı işgaline karşı çıkan Schröder ile Chirac’ın “düşman” diye yaftalanmaları… Hatta bir bütün olarak Avrupa’nın “eski, köhne dünya” diye nitelendirilmesi Washington tarafından…

 

Buraya gelinen süreçte Doğu Avrupa’daki AB genişlemesi Rusya’nın nüfuz alanına yönelik bir genişleme miydi yoksa aynı coğrafyada ABD’nin yönettiği NATO genişlemesiyle rekabet içinde Atlantik’e doğru bir genişleme miydi, bunu da ayrıca değerlendirmek lazım.

 

Diğer yandan, 11 Eylül sonrasında dizginleri ele geçiren neo-con takımının kılavuzluğunda Irak ve Afganistan işgalleriyle en büyük düşmanı İran’ı iki büyük hasmından kurtaran Washington’ın stratejik şaşkınlığı ve dağılmışlığı var. 

 

2008’de Rusya, bugünkü Ukrayna gibi kendisini Batı dünyasına ait hisseden Gürcistan’ın bir kısım toprağını tıpkı bugün Ukrayna’da yapmaya çalıştığı gibi, buradaki etnik gerilimi yükseltmek suretiyle koparıp aldığında Beyaz Saray’da hâlâ oğul Bush oturuyordu. Neo-con etkisi zayıflamıştı artık ama tam da o günlerde başkanlık seçimi sathı mailinde bulunan ABD’nin bu dönemde Rusya ile uğraşacak enerjisi de yoktu, kendi kamuoyunda buna yönelik bir talep ve beklenti de yoktu, asıl önemlisi neo-conların tahrip ettiği kurumlarında bu doğrultuda stratejik bir dikkat de yoktu.

 

Toparlarsak… Bütün bu sebepler veya faktörler itibarıyla Rusya’nın 2000’li yıllarda eski nüfuz alanlarını yeniden kontrol altına almaya yönelik, irredentist diyebileceğimiz, yayılmacı ve saldırgan siyasetine tepkiler söz düzeyinde kaldı. Bilahare 2014’teki Kırım’ın işgalini de aşağı yukarı 2000’lerdekiyle aynı refleksle veya reflekssizlikle seyretti Batı dünyası.

 

BATI KURUMLARININ İŞLEVSELLİĞİ


Peki, 2014’te Kırım’ın işgali ve ilhakı gibi son derece büyük bir jeostratejik hamleye ses çıkarmayan Batı dünyasında ne değişti de bugün Ukrayna konusunda tahminlerin ötesinde bir kararlılıkla bu kadar güçlü bir tavır koyulabildi?

 

Bu sorunun cevabı öncelikle Putin’in cüretinin derecesiyle ilgili. Yukarıda saydığımız sebepler dolayısıyla ABD ve Avrupa, Moskova’nın Çeçenistan ve Gürcistan’da şiddet kullanarak, Azerbaycan gibi bazı ülkelerde ise yumuşak gücünü devreye sokarak nüfuz alanı genişletme ve yayılma hamlelerine cevap verememişti. Kırım’ın ilhakına da kınama mesajları dışında itiraz gelmediği için Putin el yükseltti. Bir ülkeyi komple işgale kalkıştı. Yüzölçümü olarak Avrupa’nın en büyük ülkesini hem de. Rusya ile Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri arasındaki tamponu ortadan kaldırma girişimi jeostratejik bir huruç harekâtı aslında. 

 

Dolayısıyla bugüne kadar Rusya’ya ses çıkarmayan Batılılar, Putin’in Ukrayna’yı da işgal etmeye hazırlandığı ortaya çıkınca “Bu kadarı da olmaz artık” dediler. İşin şakayla karışık bir boyutu bu bence. Yani bu kadar basit aslında durumun açıklaması. Ama sadece bir boyutuyla…

 

Bir de tabii gerek ABD’de gerekse Avrupa’da bazı şeyler denk geldi. Benim bir tezim var bununla ilgili. Diyorum ki Batı dünyasında zayıf liderlerin olduğu bir dönemde bu hadisenin ortaya çıkması Batı açısından şans oldu. Putin için de şanssızlık… Almanya’nın karizmatik ve tecrübeli başbakanı Merkel yok bugün, İngiltere’de Boris Johnson gibi biri var, ABD’de Biden hiç de güçlü bir figür değil. Bugünkü mücadeleyi bu üç lider yürüttü. Macron da var sahnede AB dönem başkanı olarak gerçi ama bu üçü liderlik etti Rusya karşıtı kampanyaya. Bu zayıf liderlerin başarısı belki de zayıflıklarının neticesi. Çünkü güçlü ve karizmatik liderler böyle durumlarda kendi kişisel ağırlıklarıyla kurumların işleyişlerini istemeden de olsa bloke edebiliyorlar. Ama şimdi siyasi hassasiyeti olmayan, milli çıkarlar doğrultusunda uzun vadeli stratejik hesaplar yapabilen, askeriye ve hariciye başta olmak üzere kurumların ağırlığı etkili olabildi. 

 

Ancak diğer yandan Batı ülkelerinin kamuoylarındaki hâletiruhiye de etkiledi karar alma süreçlerini belirli ölçüde. Özellikle Almanya’nın tutumunda kamuoyunun yaklaşımı, etkili oldu demesek bile, hükümetin bu yönde karar almasını kolaylaştırıcı bir rol oynadı diyebiliriz sanıyorum.

 

Ama elbette en önemlisi kurumların işlevselliği… Tam da bu dönemde kurumlar Avrupası’nın ve kurumlar Amerikası’nın sahneye çıkabilmesi siyasi iradenin karar alma mekanizmasının dişlilerine yağ oldu.

 

Buna mukabil Rusya’da kurumların etkisinin minimum seviyede olduğu bir siyasi konjonktür söz konusu. Çar Putin, otokrasinin keyfini çıkarıyor orada. Öyle ki Ukrayna’nın işgal senaryolarını hazırlayan güvenlik kurumları raporlarında, Başkan’ın hoşuna gitmez diye, olumsuz öngörülere yer vermemişler. Üç günde girer alırız Ukrayna’yı, Batı dünyası bir şey yapamaz demişler özetle. Çünkü plan Başkan’ın planı. Sakıncalı yanlarından söz etmek Sibirya’ya sürülme sebebi olabilir. 

 

Dolayısıyla bugün kurumları çalışan devletler var bir tarafta, öbür tarafta ise kendi kurumlarını kendi elleriyle iğdiş etmiş bir tek adam yönetimi.


Türkiye’yi de biraz değerlendirelim. Biraz önce mevzu bahis yaptığımız süreci Türkiye doğrudan etkilenerek yaşadı. Gürcistan ve Kırım’ın jeopolitik neticeleri, bu adımlardan aldığı güçle Suriye’de Rusya’nın varlığı Türkiye’ye ağır bir fatura çıkardı. Batı’dan farklı olarak sıcak bir şekilde yaşadığımız bu krizi nasıl yönettiğimizi düşünüyorsunuz?

 

Açık konuşmak gerekirse, Türkiye’nin dış politikası bugün büyük ölçüde Suriye meselesinin rehini durumunda. Hatalı öngörülerle dahil olduğumuz Suriye iç savaşında yalnız başımıza kalışımız, özellikle de buradaki Kürt varlığının Türkiye’nin çıkarlarına aykırı birtakım senaryolar ve projeler içinde karşımıza çıkması bir başka hatalı siyasete yöneltti bizi. Ayağımızı yorganımıza göre uzatmadığımız için ortaya çıkan tehditler karşısında çaresiz kaldık. Bunun sonucunda, denize düşenin yılana sarıldığı gibi, Rusya ile asimetrik bir dostluk geliştirdik.

 

Suriye iç savaşında hasmımız olan ülkeyle Suriye’deki lokal mevcudiyetimizi sürdürme karşılığında “stratejik dostluk” diye nitelendirdiğimiz ama ne strateji ne dostluk kavramlarıyla ilgisi olmayan tuhaf bir ilişki ihdas ettik… Doğalgaz ve S-400 alıp domates sattığımız için tuhaf değil. Gerçekçi ve sürdürülebilir olmadığı halde dış politikamızı bu işbirliğine ipotek etmemiz tuhaf. Çünkü yakın, orta ve uzun vadeli çıkarlarımızın hiçbiri örtüşmüyor, aksine çelişiyor. Yalnızca Suriye’de değil. Balkanlar’da da, Kafkasya’da da, Doğu Akdeniz’de de. 

 

Oysa bir ülkenin güvenliğinin ve dolayısıyla dış politikasının esaslarını jeopolitik konumu belirler. Rusya bizim bu manada yan yana değil karşı karşıya olduğumuz bir komşumuz. Tıpkı İran gibi. Elbette ticaret başta olmak üzere birçok alanda iyi ilişkiler içinde olmamız mümkün ve ayrıca gerekli tabii ama güvenlik ve savunma alanında bir araya gelmemize izin vermeyen giderilemez çelişkiler var aramızda. Ukrayna meselesinde tam da bu yüzden kendi milli çıkarlarımız ile “Rusya’nın dostluğu” arasında kaldık. 

 

Her bakımdan hassas olmamız gereken bir durum karşısında, bir ülkenin başka bir egemen ülkenin toprağını ele geçirme girişimi ve bu arada terörist ayrılıkçılığı meşrulaştırma girişimi karşısında “Biz ikisinden de vazgeçmeyiz” açıklaması yapmak zorunda kalmamız üzücü. 

 

KAYBEDEN TARAFTA YER ALMA RİSKİ


Hükümet yetkilileri takınılan bu tutumu denge politikası olarak nitelendiriyorlar… Öncelikle bu yaklaşım doğru mu? Daha da önemlisi sürdürülebilir mi?

 

Ankara’nın denge politikası izlediği iddiası içeride karşılık bulabilir belki ama bir defa denge politikası denen şeyin bu olmadığını söylemek lazım. Neyle neyi dengeliyoruz? Üyesi olduğumuz bir ittifakın, hem de varoluş sebebi olan bir güce karşı mücadelesinde denge siyaseti yürütmek en azından paradoksal bir durum. Taşıdığı bütün kaygılara rağmen Almanya’nın bile aklına gelmedi bunu yapmak!

 

Jeopolitik zorunluklar itibarıyla yerimizin nerede olduğu hususunu bir kenara bırakın… Rusya karşısında Soğuk Savaş’tan bu yana görülmemiş derecede geniş ve kararlı bir dayanışmanın içine girmiş olan bir Batı bloku, hatta dünya kamuoyu var ortada. Çin bile Rusya’nın karşısında yer almak zorunluluğu duydu. Türkiye ise yaptırımların hiçbirine katılmıyor. Hava sahasını bile kapatmıyor. Kendimizce haklı gerekçelerimiz var muhakkak. Mesela Rusya’yı kızdırırsak Suriye’de bize zarar verebilir deniliyor. Bunun dışında bizimle paylaşılmayan ne gibi kaygılar var, bilmiyorum…

 

Ankara herhalde Rusya’ya karşı yürütülen yaptırım kampanyasının Putin devrilinceye kadar veya en azından Putin rejimi etkisiz hale getirilinceye kadar sürdürüleceğini görüyor olmalı. Buna karşılık yine de ya Putin ayakta kalırsa diye temkini elden bırakmıyor. Temkin de iyidir tabii ancak Batı ittifak sisteminin bir üyesi açısından bu tutumun sürdürülebilir olması zor. Daha da önemlisi bunu sürdürmeye çalışmak ciddi riskler çıkarabilir karşımıza.

 

Bu sürecin sonunda küresel dengelerin değişeceği, uluslararası mimarinin yeni baştan şekilleneceği bir konjonktür oluşursa -ki bu çok mümkün görünüyor- kaybeden tarafta yer alma riskinden söz ediyorum.

 

Rusya krizi Türkiye açısından diğer yandan Batı ile yeni bir sayfa açıp açmama tartışmasını da beraberinde getirmiş durumda. Son yıllarda jeopolitik bir geleceğe yaslanmayan, sadece Suriye’de askeri harekât alanı açmakla sınırlı kalan, bunun yanında S-400 alımıyla birlikte Batı ilişkileri gerilen Ankara’nın, Batı ile yeni bir ilişki düzlemi arayabileceğini düşünüyor musunuz? Burada Rusya ilişkileri kaldıraç mı yoksa engel mi olur sizce?

 

Batı dünyasında Rusya’nın Ukrayna saldırısının yol açtığı toparlanmaya dahil olmak, Türkiye’nin Avrupa ve Amerika ile ilişkilerindeki arızaların onarılması ve fiili dışlanmanın giderilmesi için bir imkân olabilir mi? Bu soru bugünlerde yüksek sesle sorulmaya başlandı.

 

Neticede jeopolitik ve jeoekonomik zorunluklar Türkiye’nin milli çıkarlarını koruyabilmesi ve milli hedeflerine ulaşabilmesi için Batı sistemi içinde yer almasını gerektiriyor… Kuşkusuz Ankara bu realitenin rağmına izlenen siyasetin sakıncalarını ve asıl önemlisi sınırlarını görüyor. Manevra imkânını elden bırakmamayı da gözetiyor. Nitekim Erdoğan zaman zaman frene basıyor. Batı dünyasıyla ilişkilerde yaşanan sorunları bazı geri dönülmez sınırlar aşılmadan tamir etmek için birtakım hamlelere girişiyor ama bunlar her seferinde iç siyasi gereklilikler dolayısıyla akim kalıyor. Zaten Türkiye’nin dış politika alanında yaşadığı sorunların, atılan hatalı adımların sebebi dış politikanın iç politika malzemesi haline getirilmiş olması. Kurumsal geleneklerin, tarihi tecrübenin, stratejik planlamanın yerini miting meydanlarında kalabalıkları coşturabilme kriteri aldığından yaşıyoruz bazı sıkıntıları.

 

Biliyoruz ki Avrupa ve Amerika ile araya bir mesafe konulması, kimi zaman karşılıklı atışmaların yaşanması içeriye bağımsız dış politika diye satılabiliyor. Milli duyguları, milli duyarlılıkları güçlü bir toplum olarak bizde karşılığı var bu retoriğin. Ancak realitede daha büyük bağımlılıklar yaratan bir siyaset bu. Mesela bugün İdlib’de elimizi kolumuzu kıpırdatamıyor oluşumuz böyle bir bağımlılığın eseri. Ukrayna konusu da öyle aslında. Batı’ya her şeyi söyleyebiliriz ama ne olursa olsun Rusya’yı gücendiremeyiz. Batı’ya karşı bağımsızlık, Rusya’ya karşı bağımlılık! Yalnızca Rusya’ya karşı da değil. Çin karşısında da böyle bir kırılganlığımız var. Neden? Batılı ülkeler cemiyetindeki kürsümüzden konuşma imkânını terk ettiğimiz için. Bu yüzden Doğu Türkistan’da insanlık katledilirken avam tabirle üç maymunu oynamak zorunda kalıyoruz. Ne olur ne olmaz… Nazımızı çekecek değil çünkü Çin veya Rusya. Bu yüzden de ey Çin, ey Rusya diye içimizden geldiği gibi bağıramıyoruz miting meydanlarında.

 

İç politika bahsine girmişken… İktidarın dışarda geliştirdiği bağımlılık ilişkilerinin benzerlerinin içeride de mevcut olduğunu görmek lazım. Kendi siyasi çıkarının da gereği olarak dışarıdaki ilişkilerin yönünü bir parça değiştirmek için herhangi bir adım atmaya kalkıştığında “Dur bakalım ne yapıyorsun” diye eteğinden çeken ortaklarını kastediyorum.

 

Bütün bunlara bakınca dış politikamızda bahsettiğimiz doğrultuda bir manevra beklemenin gerçekçi olmayacağını düşünüyorum şahsen.

 

RUSYA DOĞAL RAKİBİMİZ


Son yazılarınızın birinde “93 Harbi’nde Rus ordusunun Yeşilköy’e kadar geldiğini, Avrupa güçlerinin baskısı üzerine başkent İstanbul’u işgal etmekten geri durduklarını hatırlamıyoruz. Osmanlı devletinin ömrünü en az bir asır daha uzatan ilacın Rus yayılmasını kendi çıkarlarına tehdit olarak gören Avrupa devletleriyle yaptığımız ittifaklar olduğunu unutuyoruz” diyorsunuz. Bunun sebebi nedir? Niçin böyle bir hafıza sorunu var? 

 

En zor soru bu… Sürekli üstüne basarak vurguladığımız birtakım doğal gerçeklerimiz var bizim. Jeopolitik zorunluklar da diyebiliriz buna. Üzerinde yer aldığımız coğrafyanın bizi icbar ettiği çıkar çatışmaları ve bununla bağlantılı olarak özellikle bazı dönemlerde ihtiyaç duyulan ittifak ilişkileri… Bunların ne olduğu belli. Kendi coğrafi mecburiyetleri ve tarihi hedefleri itibarıyla büyümek ve belki ayakta kalmak için bir yandan Doğu Avrupa ve Balkanlara öbür yandan Kafkaslara doğru baskı uygulamak, nüfuz alanını buralara doğru yaymak zorunda olan bir Rusya var karşımızda.

 

Bu bölgede Rusya doğal rakibimiz, Ukrayna Azerbaycan ve Gürcistan gibi Rus tehdidine maruz durumdaki ülkeler ise doğal müttefikimizdir. Rusya’nın tarih sahnesine çıktığı günden beri değişmeyen durum bu. Şimdi birtakım aydınlarımızın, hatta bazı emekli paşaların bile nedense unutmayı seçtiği, belki de görmek istemediği bu bariz jeopolitik realiteyi halk irfanı gayet veciz şekilde ifade etmiş vaktiyle: “Ayıdan post olmaz, Moskoftan dost olmaz” diyerek… Peki, aydın kamuoyunun bu unutkanlığı neye bağlanabilir? Öncelikle ideolojik saplantılar var. 1960’larda şekillenen Sol Kemalist siyaset tasavvurunun ABD ile Rusya’ya biçtiği roller hiçbir gerçekliğe dayanmıyordu. Ama o gün bütün dünyada, özellikle de Avrupa kamuoyunda gençler ve aydınlar arasında üçüncü dünyaya yönelik Amerikan müdahalelerinin yol açtığı romantik bir anti-Amerikanist rüzgâr vardı. Sol Kemalist aydınları da etkileyen bu cereyan, Marksist gruplar için ise Sovyet Rusya yanlısı pozisyonlarının meşruiyet kaynağı oldu. Türk solu bu duruşunu devam ettiriyor. Milliyetçi ve muhafazakâr cenahta ise bilhassa müttefik bir ülkenin PKK’nın Suriye kolu olan PYD ile geliştirdiği düşünülen işbirliğine duyulan öfke, Rusya sempatisi olarak kendini gösterebiliyor. Tuhaf olan şu ki Türkiye’ye karşı vaktiyle ASALA’yı kurup yönlendirdiği gibi PKK’nın da başlangıçtan bugüne kadarki asıl destekçisi olan Rusya bundan dolayı benzer bir öfkeye muhatap olmuyor.

 

SOYUTLAŞAN MİLLİYETÇİLİK

 

İktidarda ‘milliyetçi bir koalisyon’ var bugün. Son yıllarda milliyetçi dil dış politika yapımının da iç politika dilinin de ana eksenini oluşturuyor. Ana figürü de dış mihrak tehdidi. Bu iktidarın ve oluşturduğu zihinsel kodların içerisinde Rusya bir dış mihrak mı?

 

Geçmiş yıllarda, yani MHP muhalefet saflarındayken Erdoğan bu partiyi “Milliyetçilik lafla olmaz icraatla olur” diyerek eleştiriyordu. Bugünkü milliyetçi dil de bu açıdan değerlendirilmeli öncelikle. 

 

Biraz önce söz ettik, Doğu Türkistan’da Çin uzun zamandır bir etnik temizlik programı uyguluyor. Holokost’tan sonra modern dünyanın şahitlik ettiği en büyük zulüm organizasyonu bu. Bölge halkının İslami kimliğini silmeye yönelik politikaların yanında bir etnik arındırma siyaseti sürdürülüyor. Türkiye’de ise iktidardaki partilerden biri yıllardır mazlum Müslümanlar” diyor, öbürü öteden beri “esir Türkler” nutukları atıyor… Ama Çin zulmü altındaki Doğu Türkistanlılar ilgilerini çekmiyor. Cumhur İttifakı öncesinde Çin lokantalarının basılması ve Çinli zannedilen turistlerin tartaklanması gibi eylemleri Meclis kürsüsünde savunan kanat da artık Uygurların adını duymak istemiyor. Neden? Çünkü artık “Anca beraber kanca beraber”. Bunun dış politikadaki stratejik hatalara dayalı sebeplerini konuştuk biraz önce. Ayrıca bütün İslam dünyasını da sessizliğe sürükleyen ekonomik sebepler var. Ama bunların da mahiyetini şeffaflık eksikliği yüzünden tam olarak bilemiyoruz.

 

Rusya konusunda da aynı durum söz konusu… İç politikadaki milliyetçi dil de dış politikadaki milliyetçi dil de fiiliyatta milliyetçi bir siyaset üretmiyor. Tabanda bu yönde bir beklenti de yok zaten. Çünkü iktidarın retoriği, milli çıkarların ve milli hedeflerin tanımını değiştirdi ustalıkla. Bizim toplumda geçen yüzyılın başından bu yana dolaşımda olan birtakım komplo teorilerini milliyetçilik diye pazarlayabildi kitlesine. Böylece iktidar partilerinin elinde milliyetçilik hem kavram hem de uygulama olarak soyut bir düzleme oturdu. Ülkenin ve milletin somut problemleriyle ilgisi olmayan, hayalî birtakım düşmanlara karşı verilen, bir “beka mücadelesinin” desteklenmesi gerektiği fikrine dönüştürdü milliyetçiliği iktidar.

 

Beka mücadelesi anlatısı orijinal bir ürün değil aslında. Hürriyet ve İtilaf geleneğinin bugüne kadar getirdiği İngiliz-Yahudi-Mason anlatısıyla şimdilerde ulusalcıların Marksistlerden alıp kendilerine uyarladığı küreselci-ulusalcı anlatısının bir sentezi. Dolayısıyla dış mihrak dendiği zaman burada Rusya yok tabiatıyla…

En son çıkan yazılardan anında haberdar olmak için bizi @PerspektifOn twitter hesabımızdan takip edebilirsiniz.

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.