Rusya’nın Ukrayna’yı İşgalinin Birinci Yılı
24 Şubat 2022’de Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in kendi ifadesiyle Ukrayna’da başlattığı “özel askeri operasyon” birinci yılını doldurdu. Bir yıldır devam eden savaş durumu, her iki ülkenin yanı sıra uluslararası sistemde başta Avrupa’dakiler olmak üzere pek çok ülkede etki yarattı. Batı, ekonomik yaptırımlarla Putin’i zayıflatma girişiminde bulunsa da enerji konusundaki bağımlılığı yaptırımların etkisini azalttı. Putin’in savaşı kazanamayıp devrileceği söylendi ama bu da gerçekleşmedi.
Peki bu savaş uluslararası sistemde hangi temel değişikliklere yol açtı? Bunların ne kadarı kalıcı yapısal değişimlere işaret ediyor? Batı ittifakı, bir süredir aradığı yeniden dirilmeyi sağlayabildi mi? Bir yılın ardından karşımızda zayıflayan mı yoksa güçlenen bir Rusya mı var? ABD bu süreçte nasıl bir performans gösterdi? Türkiye yeni jeopolitik dengenin kendisine açtığı alanı ne kadar değerlendirebildi?
Perspektif bu sorulara Taha Özhan, Evren Balta, Alper Coşkun ve Yaşar Aydın ile yanıt aradı.
“İşgal girişiminin yıldönümü öncesi yaptığı konuşmayla, Putin, kümülatif bir Batı yaklaşımıyla Batı ittifakına ihtiyaç duyacağı enerjiyi de sağlamaya devam edecek.”
TAHA ÖZHAN
Rusya’nın Ukrayna’yı işgal girişimi birinci yılını doldurdu. Bir yılda uluslararası sistemde temelde ne değişti? Bunların ne kadarı kalıcı yapısal bir değişime işaret ediyor?
Rusya’nın işgal girişimi doğru bir tarif. Zira bir yılı gözümüzün önünden geçirdiğimizde, Moskova’nın tahayyül ettiği sürecin oldukça uzağında bir yerde olduğunu görüyoruz. Dolayısıyla, sınırı ilk geçen birlikleriyle birlikte bir tır dolusu da birkaç günde elde edeceği zaferi için tören bandosu malzemesi gönderen Moskova’nın, Ukrayna’nın tamamını ele geçirip kutlama yapması bir yana ağır bir fatura ile karşı karşıya kaldığı söylenebilir. Bu faturanın belki de en mütevazı kısmının Rusya’nın askeri ve ekonomik kayıpları olduğu söylenebilir. Zira asıl kayıp, Moskova’nın Sovyetlerin dağılması ardından hem kendi jeopolitik konumlanması hem de dünyanın Rusya’yı konumlandırdığı koordinatların büyük ölçüde değişmesiyle ortaya çıkacaktır. Sadeleştirilmiş bir tarifle, Rusya olabilecek en yanlış jeopolitik zamanda, olabilecek en yanlış askeri varsayımlarla ve olabilecek en yanlış ekonomi-politik projeksiyonlarla bir işgal girişimi başlattı. Bu üç eksende de bu denli vahim yanlışları yapabilmeniz için reelpolitikten kopmuş olmanız gerekir. Zaten Putin de işgali ilan ettiği konuşmasında bu kopuşu attığı adımların gerekçelerini tarihsel revizyonizm ve retropya içerisine şekillendirerek göstermişti.
Uluslararası sistemin aynı anda hem pandemiden çıkış hem ABD’de Trump sonrasından çıkış hem de Çin’in Xi ile ekonomik Pekin’den jeopolitik Pekin’e geçiş tartışmalarının göbeğinde Rusya’nın işgal girişimi gerçekleşti. Küresel sistemde birçok dinamik hareketlenirken Moskova’nın bu değişimleri kendisi için bir fırsat olarak değerlendirdiğini düşünebiliriz. Ancak geldiğimiz noktada bu küresel jeopolitik hareketlenmenin Rusya’ya bir fırsat sunmadığını görüyoruz. Aksine her üç aksta da yaşanmakta olan hareketlilik Rusya’nın adımını kendileri için kaldıraç veya araç olarak kullandılar. Moskova’nın Batı’nın askeri ve jeopolitik pasifizme duçar olduğu önyargısı, Batı’nın özellikle de Avrupa’nın ürkek de olsa jeopolitik ve askeri odaklanmasını güçlendirdi. Çin’in yaşanan krizde oldukça pragmatist bir tavır takınarak çıkarlarını maksimize ederken Batı ile ilişkilerinde radikal kopuşların önünü açmadığını gördük. Amerika’nın Ukrayna desteğinin Moskova’nın Gürcistan, Doğu Ukrayna ve Suriye tecrübesine yaslanarak beklediği gibi hiç de utangaç olmadığını gördük. Sonuçta Rusya birkaç ay içerisinde “bir sorundan” hızla “bir tehdide” rücu etti. Küresel enerji arzına ve fiyat istikrarına, küresel gıda arzı ve fiyat istikrarına, küresel üretimin ihtiyaç duyduğu birçok hammadde arzına, nükleer barışa, göç hareketlerine varıncaya kadar birçok başlıkta “bir tehdit” unsuru olarak kodlandı.
Bu tehdidin bir yönüyle bütün aktörler için kullanışlı ve tam zamanında ortaya çıktığı da söylenebilir. Rusya tehdidi üzerinden uzun yıllardır donmuş ve tıkanmış birçok başlıkta hareketlilik yaşandı. Hem ekonomi-politik hem de jeopolitik hareketlilik ivmelendi. ABD’nin Çin’le rekabetinde Avrupa’yı daha az gözeteceği düzlemin önü açıldı. ABD’nin bu yönelimine cevap vermek isteyen Avrupa’nın “Rus tehdidi” ile tahdit edildiğini görüyoruz. Macron’un Washington ziyaretinde bu durum açık bir şekilde ifade edildi. Avrupa bir yandan Rusya’nın işgal girişiminin güvenlik ve ekonomik maliyetleriyle yüzleşirken diğer yandan ABD-Çin rekabetinin zorladığı G-2 dünyasının baskısını hissediyor. Çin’in hinterlandındaki ülkelerin de hızla askeri harcamalarını artırma süreçlerini başlatmaları, Tayvan tartışmasının hararetini koruması, aynı anda küresel sonuçlar üretebilecek bütün kriz alanları ve aktörlerinin aktif hale gelmesine yol açtı. Bu denli güçlü bir hareketlilikten kısa vadede yeni bir düzen fikri veya insicamlı bir ittifak ekseni çıkması kolay görünmüyor. Üstelik Washington’un bir taraftan Trump döneminin jeopolitik yaralarını tedavi ve telafi etmeye yönelik retoriği diğer yandan fiili adımlarında her anlamda Trump’ın “Önce Amerika” politikasını hayata geçirmeye çalıştığı dönemde parçalı küreselleşmenin ivme kazanmaya devam etmesini beklemek doğru olur. Buradan büyük bir deglobalizasyon dalgası çıkmasını beklemek bu aşamada abartılı olur. Ancak retoriğin aksine herkesin düne göre biraz daha kendi başının çaresine bakmaya gayret ettiği, biraz daha kendi göbeğini kesecek şekilde hazırlık yaptığı bir döneme girdiğimiz söylenebilir. Avrupa bir yandan ABD ile Rusya işgali sonrası ciddi bir şekilde güvenlik ittifakını güncellerken diğer yandan askeri harcamaları benzer bir trendde devam ederse bir noktada “stratejik otonomi” gündemini de öncelemeye başlayabilir. Diğer yandan ABD’nin estirdiği sübvansiyon rüzgârı karşısında korumacılık adımlarını atmaya başlayan Brüksel’in Washington’la gerilimleri artabilir. ABD, Avrupa ve Çin, sorunları çözüm için ortak olmasa bile biraz daha sahici ve uzlaşıya yakın vizyon geliştirmedikleri sürece bu yaşanmakta olan eğilimin değişmesi için özel bir sebep bulunmuyor.
Batı’nın Rusya’ya tepkisini nasıl okumak gerek? Başta beklenmedik ölçüde net bir tutum takınıldı. Sonrasında bu tavrın arkası ne kadar geldi? İşgal öncesi dinamikler yine hâkim olur mu? Yoksa status quo ante tümüyle kayboldu mu?
Batı’nın Rusya’ya verdiği tepki süreç içerisinde oluştu. Bu süreç üç aşamalı gelişti. İşgal ihtimalinin yükseldiği dönem, işgalin hemen ardından verilen tepkiler ve toz bulutu nispeten kalktıktan sonra, yani yaz aylarında Batı’nın aldığı pozisyon. İşgalden hemen önceki süreçte derli toplu bir Batı pozisyonundan bahsetmek zordu. Anglo-sakson ittifakın reflekslerinin insicamlı olduğu söylenebilir. Ancak özellikle Fransa ve Almanya ciddi anlamda gelgitler yaşadılar. Fransa’nın AUKUS’la başlayan tedirginliği bu dönemde çok açık bir şekilde görüldü. Benzer şekilde, 1980’lerden beri Moskova ile enerji boru hatları üzerinden başlayan müstakil bir ilişkiye dönüşen Rusya-Almanya ilişkileri ciddi bir stres testine girdi. Hatta bu iki ülke özelinde bu sürecin işgalden hemen sonraki haftalarda bile devam ettiği söylenebilir. Her iki ülke de Kırım gibi olmayan ama Kırım tepkisini de çok fazla aşmayan bir politika setiyle Rusya’ya cevap verilmesi eğilimindeydi. Milyonlarca insanın hızla göç etmesi, 20’nci yüzyıl sosyal muhayyilesinin hızla tekrar canlanması, Avrupa’nın tamamında refleksleri değiştirdi.
İkinci dönem ise işgalin en kanlı denilebilecek döneminde sorunun büyük ölçüde askeri olarak ele alınması ve dolaylı bir şekilde Ukrayna lehine savaşa dahil olunmasıyla başladı. İlk dönemde Rusya’nın Batı kontrolündeki küresel finansal sistemden “fişinin çekilmesiyle” Avrupa’nın istikameti belli olmuştu. Rusya’nın enerjiyi silahlandırma tehdidi karşısında ciddi tereddütler yaşasalar da aktif bir şekilde “taraf olmaksızın” bu tehditleri yönetemeyeceklerine ikna oldular. Son dönem ise yaz aylarıyla gelişen çok daha sistemik ambargo rejiminin hayata geçirilmesinin yanında askeri olarak sahada dengeleri doğrudan etkileyecek yardımların Ukrayna’ya yapılması ve Rusya’ya karşı askeri desteğin geçici olmaktan çıkarılarak kalıcı hale getirilmesiydi. NATO’nun genişlemesi, hava savunma sistemi, Leopard tankları ve füze sistemleri gibi kritik askeri destek kararları bu dönemde alındı. Ancak bu son dönem hem ittifakın güçlendiği hem de şikâyetlerin arttığı dönem oldu. Bir taraftan ittifak güçlenirken diğer yandan bütün ambargo rejimlerinde süreç içerisinde yaşandığı gibi ambargoyu delen unsurların ortaya çıkması, Rusya’nın komşusunun ABD ile mukayese edilmeyecek düzeyde yaşadığı ekonomik kayıplar –özellikle Macron’un ağzından– dile getirildi. Batı’nın kendi iç dinamiklerinde yaşadığı kırılmalar devam ederken Rusya’nın işgal girişiminin bu kopuşları tamir ettiğini söyleyemeyiz.
Ancak Ukrayna’nın işgal edilme girişimi Batı’nın ekonomi-politik gerilimlerinin daha sükûnetle yönetilmesine imkân verdi. Başka bir deyişle ekonomik meydan okumalar somut negatif sonuçlar doğursa bile jeopolitik ve güvenlik ittifakı bu durumdan sert bir şekilde etkilenmedi. Birbirlerine karşı sübvansiyon savaşı veren aktörler, Amerikan malı al, Avrupa malı al kampanyası yapanlar askeri işbirliklerini de yapan aktörler oldular. Bu durumun yakın dönemde radikal bir değişime uğramasını beklememek lazım. Ayrıca işgal girişiminin yıldönümü öncesi yaptığı konuşmayla, Putin, kümülatif bir Batı yaklaşımıyla Batı ittifakına ihtiyaç duyacağı enerjiyi de sağlamaya devam edecek gibi görünüyor.
İşgal girişimi Batı ittifakına aradığı yeniden dirilmeyi sağladı mı? Biden yıl dönümünde Kiev’de idi. ABD’nin bir yıllık performansını nasıl okuyorsunuz? Washington istediklerini ne kadar başardı?
Amerikan yönetimi, uzun yıllardır devam eden jeopolitik bunalımından çıkmak için Biden’la yeni bir sayfa açacağını ilan etmişti. Biden iktidara gelişini “Amerika geri döndü” diye ilan etmişti. Ancak hem Biden’ın tam anlamıyla 20’nci yüzyıla ait siyasal kodları hem de güvenlik ve dış politika ekibinin abartılı düzeyde monolitik bürokratlardan oluşması “yeni bir sayfa” için gerekli “siyasal vizyonun” inşa edilmesini meşkuk kılıyordu. Öyle de oldu. Bir yıl geçmesine rağmen abartılı “demokrasi zirvesi” ve “Afganistan’dan çekilme” dışında küresel kriz noktalarına yönelik teknokrat çıkışları aşan bir jeopolitik yaklaşım göremedik. Rusya’nın işgali Washington’un bu başarısızlıklarını örttüğü gibi doğrudan savaşmadan Avrupa’yı içine alan, Çin’e mesaj veren oldukça konforlu bir araca dönüştü. Washington’un bu aracı sonuna kadar kullandığını söylemek mümkün. Washington açısından risk primi oldukça düşük, Amerika dışındaki paydaşlar açısından ise doğrudan maliyetle yürüyen bu süreçten Biden’ın kazançlı çıktığını söylemek yanlış olmaz.
Savaş Rusya’da neyi değiştirdi? Putin devrilir beklentileri vardı ama hâlâ iktidarda. Yaptırımlar başta sert bir etki yaptı ama Rusya ayakta kaldı. Tehdit oluşturma kapasitesi büyük oranda tahrip olmuş zayıf bir Rusya mı var artık?
Rusya tarihine göz attığınızda karşınıza neredeyse tam anlamıyla bir savaş tarihi çıkar. Rus aklının en hazırlıklı olduğu süreçlerin tıkanmış savaşlarla, kısır döngüye hapsolmuş işgallerle dolu olduğunu görürsünüz. Putin bu yönüyle ayırt edilecek ya da dikkat çekecek bir isimden çok oldukça bilindik bir Rus figürdür. Tanrısal Kudretli Devleti (Velikaya Dırjava) ayağa kaldırmak ve Rus Dünyası (Ruski Mir) tahayyülü içerisinde yeniden var etmek misyonuna ram olmuş bir yönetimin kendi dünyasında savaşın sonuçlarına dair değerlendirmelerinin farklı olduğunu görmek gerekiyor. Bu durum, yaşanan süreç karşısında reelpolitik bir muhasebenin ya da geçmişte görülen pragmatizmin ortaya çıkmasına da engel oluyor. Mesela Stalin veya Gorbaçov pragmatizm sergileyecek kabiliyetleri olan insanlardı. Ancak bölgesel ve küresel jeopolitik de bu imkânı sağlıyordu. Bugün ne Putin’in kendisi ne de küresel jeopolitiği şekillendiren aktörler Rusya’ya böylesi bir imkân sunuyorlar. Buna Çin’i de dahil etmek gerekiyor. Rusya, Suriye’de ne yapacağını ne kadar biliyorsa Ukrayna’da da ne yapacağını o kadar biliyor. Kısır döngüye girmiş işgal süreci yavaşlatılmış bir ivmede devam ediyor. Tam da bundan dolayı Putin attığı adımı daha önce duyulmadık bir isimle tarif etti: “Özel askeri operasyon”. Konvansiyonel savaş sürecinden kopararak tamamen kendisinin tarif ettiği dinamikler etrafında şekillendirdi. Yarın işgal girişimi tamamen dursa dünya bu duruma “Rusya savaşı kaybetti” ya da “savaşı durdurdu” diyecektir, Putin ise “özel askeri operasyonu” bitirdiğini ilan edecektir.
“Geldiğimiz noktada Rusya, ABD güvenlik doktrininde yeniden ana tehdit.”
EVREN BALTA
Rusya’nın Ukrayna’yı işgal girişimi birinci yılını doldurdu. Bir yılda uluslararası sistemde temelde ne değişti? Bunların ne kadarı kalıcı yapısal bir değişime işaret ediyor?
Rusya’nın Ukrayna’yı işgali her şeyden önce savaşı ve güç politikasını Avrupa topraklarına geri getirdi. Son dönemlerde odak noktası Asya Pasifik’e kayan ABD’yi de Avrupa savunmasında daha etkin bir rol oynamak zorunda bıraktı. Bu savaş Batı bloku içinde ve Batı blokunun müttefikleri ile savunma işbirliklerinin derinleştirilmesine ve NATO’nun öneminin altının çizilmesine neden oldu. İsveç ve Finlandiya gibi Soğuk Savaş döneminde bile tarafsız olan ülkeler dahi NATO’nun askeri güvenlik şemsiyesi arayışına yöneldiler. Üstelik Batı bloku kendi tarihinde eşine az rastlanır bir biçimde Ukrayna’ya olağanüstü bir askeri yardımı seferber etti.
Ancak bütün bunlar ne Rusya’yı engelledi ne de savaşın Ukrayna lehine kısa dönemde sona ermesine neden oldu. Esasen Ukrayna’nın ülkesini savunma arzusu ve yeteneği olmasaydı bu savaşın Rusya’nın istediği şekilde ve çok kısa sürede sonuçlanma ihtimali çok yüksekti. Temelde bu işgal ve sonrasında Batı blokunun geliştirdiği tutum, Batı’nın güç politikasının sonuçlarıyla yüzleşmeye istekli ve hazır olduğunu gösterdi, ama aynı zamanda bu isteğin sınırlarını da ortaya çıkardı. Demokratik toplumların savaşın maliyetlerini ödeme konusundaki isteksizliğinin bu politikanın en önemli sınırı olduğunu düşünüyorum. Maliyetlerin uzun vadeye yayılmasının savaşa verilen desteğin Batı kamuoyunda popülerliğini yitirmesine neden olma ihtimali çok yüksek. Zaten Putin’in en önemli stratejisi de Batı toplumlarının ödediği maliyetleri hem artırmak hem de zamana yaymak oldu.
Bu aslında uluslararası sistemde önemli bir yapısal değişikliğe işaret ediyor. Bir tarafta devlet kaynaklarının tamamını mobilize edebilen, iç denetim mekanizmalarını yok etmiş, yönettiklerine karşı da baskı, sansür, şiddet gibi yolları kullanabilen devletler var. Bu devletlerin savaş makinesini kullanabilmeleri çok daha mümkün. Öte yanda savaş söz konusu olduğunda maliyetleri devretme yolunu seçen, savaş tereddüdü yüksek toplumlar var. Bu ikisi arasındaki asimetrinin güç politikasını sınırlama arzusuna yapısal bir engel oluşturduğu hatta güç politikasını mümkün kıldığı söylenebilir.
Öte yandan, tam da yukarıda bahsettiğim dinamiklere bağlı olarak, Batı bu işgale ekonomik araçları kullanarak yanıt verdi. Rusya’ya yönelik yaptırımların boyutu ve çapı ekonomik araçların bundan sonra daha sıklıkla liberal uluslararası düzeni bozan devletlere karşı kullanılacağının bir işareti oldu. Savaş ekonomik anlamda bölgeselleşme eğilimlerini güçlendirdi. Bu eğilimin son derece önemli olduğunu, ekonomik çıkarlar ve işbirlikleri ile askeri ittifakların giderek daha fazla oranda örtüşeceğini söylemek mümkün.
Son olarak şunu söylemek isterim. Savaşın ilk dönemlerinde bu savaşın siyasi sonuçları bakımından demokratik ve otoriter devletler arasında bir yarılma yaratacağı iddiası vardı. Bu iddia hâlâ dolaşımda ama etkisi ilk dönemlerdeki kadar güçlü değil. Elbette Batı blokunun otoriter rejimlere olan yapısal güvensizliği devam ediyor, ancak tıpkı Soğuk Savaş döneminde olduğu gibi savunma ittifakları, hatta iktisadi bloklar, siyasal sistemin özelliklerinden daha çok güvenilir bir müttefik olup olmadığınızla şekilleniyor.
Batı’nın Rusya’ya tepkisini nasıl okumak gerek? Başta beklenmedik ölçüde net bir tutum takınıldı. Sonrasında bu tavrın arkası ne kadar geldi? İşgal öncesi dinamikler yine hâkim olur mu? Yoksa status quo ante tümüyle kayboldu mu?
Soğuk Savaş sonrasında Rusya’nın Batı sistemine nasıl entegre edileceği ya da entegre edilip edilemeyeceği en önemli tartışma ve gerilim konularından birisiydi. ABD müesses nizamı Soğuk Savaş döneminden kalan refleksleri ile Rusya’ya yönelik daha sert bir tutum izlenmesini savunuyordu. Hatta Rusya’yı ana tehdit kategorisinden hiçbir zaman tamamen çıkarmadı. Buna rağmen Rusya ile 2007 yılına kadar devam eden bir yumuşama da söz konusuydu. Bu yumuşama Rusya-Gürcistan savaşı, 2013 Ukrayna krizi ve akabinde Rusya’nın Kırım’ı işgali ile sona ermişti, ancak yeni dönemin dengelerinin de nasıl kurulacağı belirsizdi. Trump döneminde Rusya ile geçici ve çok sınırlı bir yakınlaşma yaşandı, ancak bunun da temelde liderlik düzeyinde kaldığını söylemek mümkün.
Geldiğimiz noktada Rusya, ABD güvenlik doktrininde yeniden ana tehdit. Bu durum özellikle nükleer silahların kullanımı konusunda böyle. Biliyorsunuz Putin nükleer tehdidi yeniden masaya koydu ve geçtiğimiz günlerde ABD ve Rusya arasında nükleer silahları sınırlandıran son antlaşmayı da askıya aldığını açıkladı. ABD, bir nükleer güç olarak, Rusya’nın nükleer gücünü sınırlayan ana aktör ve bunu yapmaya devam edecek. Bu açıdan NATO’nun da önemi ve ABD’nin, Trump döneminde azalan, NATO’ya yönelik bağlılığı arttı. Bunun yanı sıra ikili işbirlikleri üzerinden de Avrupa güvenlik mimarisinde Rus tehditlerine karşı temel düzenleyici, dengeleyici bir rol oynamaya başladı.
Öte yandan Avrupa içinde de Almanya ve Fransa, işgal öncesinde Rusya ile göreli bir işbirliğinin kapısını hep aralık bırakmaktaydı. Özellikle Almanya ve Rusya arasındaki enerji koridoru önemliydi. Ancak savaş bu yarı açık kapı politikasını sona erdirdi. Hâlihazırda AB üyesi ülkeler arasında savaşın maliyetlerine ve doğrudan Ukrayna’ya askeri destek verilmesine dair farklı fikirler olsa da, Rusya’nın sınırlandırılması konusunda bir uzlaşma söz konusu. Bu işgal Batı blokunu ve hatta Batı kamuoyunu bir anlamda birleştirdi. Rusya ile Batı arasındaki bu askeri gerilimin Putin iktidarı döneminde aşılması mümkün olmayan bir gerilim hattı oluşturduğunu söylemeliyim.
Buna karşılık, asıl ayrışma, Küresel Güney’deki ülkeler ile Batı bloku arasında oldu. Bu ülkeler geçtiğimiz bir yılda ne Batı ne de Rusya ile özdeşleşti. Birçok ülke BM Genel Kurulu’nda ve BM İnsan Hakları Konseyi’nde Rusya’yı kınayan kararlarda çekimser kaldı, Rusya’ya yönelik ekonomik yaptırımlara katılmadı.
Küresel Güney’in tutumunun ne olacağı küresel dengelerde önemli olacak, ama hiç kuşkusuz buradaki önemli unsurlardan biri Çin ve ABD arasındaki gerilimin nasıl şekilleneceği ve Çin’in Rusya ve Batı arasındaki gerilimde nasıl bir rol oynayacağı. Hâlihazırda Çin, Rusya ile tamamen aynı pozisyonda görünmemeye dikkat sarf ediyor. Ancak ABD ve Çin arasındaki gerilimin artması hem Küresel Güney’in genel anlamda pozisyonunu hem de Rusya ile Çin arasındaki ilişkileri değiştirebilir.
Türkiye’nin Rusya-Ukrayna savaşındaki performansını nasıl görüyorsunuz? Ankara ne ölçüde dengeli bir politika izleyebildi ve yeni jeopolitik dengenin kendisine açtığı alanı ne kadar değerlendirebildi?
Bu dönem ciddi bir yeniden yapılanma dönemi. Türkiye böylesi bir yeniden yapılanma döneminde özerk dış politika siyasetini sürdürmeye çalıştı. Özellikle Ukrayna ve Rusya arasındaki arabuluculuk çabası bu açıdan önemli oldu. Ancak bu “özerklik” siyasetinde birden fazla sorun var.
Bunlardan ilki Türkiye’nin hâlihazırda işgal konusundaki tutumunun Küresel Güney ülkelerinin tutumu ile örtüşmesi. Bir diğer deyişle Türkiye geçtiğimiz dönemde tam anlamda ne Batı ne de Rusya ile özdeşleşti ne de ekonomik yaptırımlara katıldı. Ancak Küresel Güney’den farklı olarak Türkiye Batı ittifakının resmi bir üyesi. Bu tutumu ile şimdilik ittifakın içinde kimi kaşların kalkmasına neden oldu ama savaşın uzaması, tırmanması durumunda Türkiye’nin bu özerk siyaseti sürdürmesi daha da zorlaşıyor.
Bir diğer sorun Karadeniz güvenliği ile ilgili. Türkiye’nin, Rusya’nın dengelenmesi ve denetlenmesi için NATO’nun imkân ve kabiliyetlerine geçmişe göre daha fazla ihtiyacı var. Ancak Ankara’nın NATO ittifakına yönelik itirazları, İsveç üyeliğini onaylamamakta ayak diremesi ve Rusya ile devam eden ilişkileri NATO ve Türkiye arasında yeni gerilimler yaratıyor. Bu gerilimin devam etmesi ABD’nin NATO dışı ikili savunma ittifaklarına yönelmesine ve Türkiye’nin çatışmada ve ittifakta oynadığı rolün giderek azalmasına neden oluyor. Bölgede Yunanistan ve Polonya gibi devletler ittifak içinde daha fazla önem kazanıyor. Bu, Türkiye’nin bölgesel rolünü orta ve uzun vadede Türkiye aleyhine değiştirebilir, Türkiye’nin güvenlik sorunlarını artırabilir.
Üçüncü olarak, Rusya’nın askeri ve siyasi ağırlığını Ukrayna’ya kaydırmış olması, Rusya ve Türkiye’nin yakın çevrelerinde birlikte tesis ettikleri “yönetilebilir çatışma” durumunu sarstı. Türkiye bundan böyle bölgesel sorunların çözümü için daha fazla ortak arayışında olacak. Özellikle Batı ittifakının rolü bu konuda önemli ama bu ortaklığın yeniden tesisinin önünde önemli engeller var. En önemli engel karşılıklı güvenin sarsılmış olması.
Dördüncü olarak, Türkiye’nin ekonomik kırılganlığı ve enerji bağımlılığı Rusya’ya yönelik yaptırımlara katılmasına olanak tanımıyor. Ancak mevcut gerilimli siyasi ortamda, yaptırımları bozan ya da Rusya’nın bu yaptırımların etrafından dolanmasına izin veren ülkelerin kendilerinin de yaptırımların hedefi haline gelmesi son derece olası. Türkiye’nin yaptırımlara katılmasa bile, yaptırımların etrafından dolanan bir hat izlememesi önemli.
Son olarak şöyle diyerek bitireyim. Türkiye’nin mevcut tutumu haklı olabilir, hangi siyasi aktör iş başında olursa olsun benzer politikalar izleyebilir, ancak izlenen politikalar kadar önemli olan bu çıkarların ve tutumun hangi araçlar ve söylemlerle savunulduğudur.
“Savaş eninde sonunda bitecektir. Küresel sistemin oturması ve istikrara kavuşması ise daha uzun sürebilir.”
ALPER COŞKUN
Rusya’nın Ukrayna’yı işgal girişimi birinci yılını doldurdu. Bir yılda uluslararası sistemde ne değişti? Bunların ne kadarı kalıcı bir değişime işaret ediyor?
Rusya’nın Ukrayna’yı işgal girişimi küresel jeopolitiği tam manasıyla temelinden sarstı. Öyle ki, Soğuk Savaş sonrası dönem bu saldırıyla kapanırken, uluslararası sistemde nereye gideceği ve nasıl evrileceği belirsiz, kapsamlı bir değişim süreci tetiklendi.
En başta, 1990’lara hâkim olan, Avrupa-Atlantik coğrafyasında güvenliğin Rusya’yla işbirliği içinde tesis edilebileceğine dair ümitler söndü. O dönemde, ortak sınamalarla mücadelede birlikte çalışılabilecek bir muhatap olarak kabul edilen Rusya, bugün ağır yaptırımlara maruz ve en azından Batı’nın gözünde aykırı bir devlet konumunda.
Yine aynı dönemde Avrupa’ya barışın egemen olduğu, savaş ihtimalinin ise uzaklarda kaldığı düşünülüp, bu algı NATO, Avrupa Birliği ve Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı (AGİT) gibi platformlarda temel strateji belgelerine yön verirken, Rusya’nın Ukrayna’ya saldırmasıyla iyimser beklentiler çöktü.
Yeni jeopolitik gerçeklerin yansıması olarak, NATO’nun 2022 yılının Haziran ayında, Türkiye’nin de onayıyla kabul ettiği Stratejik Konsept Belgesi’nde Avrupa’nın barış içinde olmadığı tespiti yapıldı ve Rusya öncelikli bir tehdit kaynağı olarak tanımlandı. Benzer bir değerlendirme, Avrupa Birliği’nin aynı yıl yayınladığı Stratejik Pusula Belgesi’nde yer aldı.
Yaşanan bu paradigma değişimini, Ukrayna savaşı öncesinden itibaren etkileri hissedilen, ancak Rusya’nın saldırısıyla iyice su yüzüne çıkan başka olgular da besledi. Avrupa-Atlantik coğrafyasının güvenlik mimarisinde uzun yıllar kilit rol oynayan silahların kontrolü anlaşmaları ile askeri kuvvetlerin nitelik, nicelik ve konuşlandırmalarına dair şeffaflık sağlamayı, böylece istikrar kurmayı amaçlayan mekanizmalar bir süredir aksamaktaydı. Sorunların temelinde Rusya’yla birçok alanda yaşanan ve idare edilmesi giderek güçleşen görüş ayrılıkları yatmaktaydı. Ukrayna savaşı bunları derinleştirdi ve içinden çıkılamaz hale getirdi. Saldırgan bir Rusya’yla güven artırmayı amaçlayan işbirliği çabalarından bahsetmek imkânsızlaştı. Üstelik, Rusya’nın Ukrayna’da nükleer silah kullanabileceğine dair korkutucu tahminler yapılırken, ABD ve Rusya arasında zamanında imzalanan nükleer silahların kontrolüne dair ikili anlaşmaların geleceği de belirsizliğe sürüklendi.
Küresel güvenlikte yaşanan bu kırılmalarla birlikte, farklı alanlarda uzun geçmişi bulunan bazı ezberlerin de bozulduğu görüldü. Tarihi tecrübelerinin etkisiyle askeri alanda pasifist geleneği benimsemiş olan Almanya’nın savunma harcamalarında rekor artışa gittiği ve Ukrayna’ya tank sevk etmeye yöneldiği, İsveç ve Finlandiya gibi tarafsızlıklarıyla nam salan iki ülkenin ise NATO üyeliğine soyundukları görüldü. Diğer yandan, COVID-19 krizi vesilesiyle gündeme gelen tedarik zinciri güvenliği konusu, Ukrayna savaşıyla artarak ön plana çıktı. ABD’nin Çin’i dengeleme arayışıyla birleşen bu dinamik, ABD ve Avrupa Birliği arasında dahi karşılıklı korumacılık iddialarını tetikleyerek ilginç bir boyut kazandı ve sonuç itibarıyla küreselleşmenin geleceğiyle ilgili spekülasyonlara yol açtı.
ABD öncülüğünde Rusya’ya karşı sürdürülen yaptırım çabalarında ve Rusya’yı küresel sistemin dışına itme uğraşında küresel ölçekte önemli gedikler mevcut olmakla birlikte, Rusya’nın Ukrayna’ya yönelik eylemi Birleşmiş Milletler (BM) üyesi ülkelerin ezici çoğunluğu tarafından gayrimeşru bulundu ve kınandı. Uluslararası barış ve güvenliği koruma sorumluluğunu taşıyan en üst organ olan BM Güvenlik Konseyi’nin (BMGK) veto yetkisine sahip beş daimî üyesinden biri hakkında ortaya konan bu küresel yargı önemli. İster istemez, mevcut küresel sistemin öngörülen amaçlar doğrultusunda nasıl işleyeceği sorusunu beraberinde getiriyor.
Birinci yılını geride bırakan savaş tüm hızıyla sürerken, savaş teorisi uzmanları tarafları barışa götürecek koşulların henüz ortaya çıkmadığından bahsediyorlar. Bu koşullarda, savaşın ne zaman ve ne şekilde son bulacağı belirsizliğini koruyor. Şimdiden belirgin olan husus ise, bu savaşın uluslararası sistemde, bazı yönleriyle esasen önceden filizlenen bir değişim sürecini tetiklediği, ancak bunun ölçeğini katlayarak artırdığı gerçeği. Ukrayna savaşıyla küresel sistem geri dönüşü olmayan bir değişim sürecine girmiş bulunuyor. Savaş eninde sonunda bitecektir. Küresel sistemin oturması ve istikrara kavuşması ise daha uzun sürebilir.
İşgal girişimi Batı İttifakı’nın aradığı yeniden dirilmeyi sağladı mı? Biden yıldönümünde Kiev’de idi. ABD’nin bir yıllık performansını nasıl okuyorsunuz? Vaşington istediklerini ne kadar başardı?
Rusya’nın Ukrayna’yı işgali Batı İttifakı’nı kötü zamanda yakalamıştı. Trump döneminin yarattığı tahribatı giderme vaadiyle ortaya çıkan ve bu haliyle müttefikleri nezdinde ümit yaratan Biden yönetimi, Afganistan’dan çekilme fiyaskosuyla transatlantik ilişkilere kendi eliyle ağır bir darbe indirmişti. Bu ilişkilerin kilit oyuncusu Fransa’yı ise, İngiltere’yi de yanına alarak Avustralya’yla imzaladığı, nükleer denizaltı satışını da içeren anlaşmayla (AUKUS) rencide etmeyi başarmıştı.
Bu tablo, Avrupa’da stratejik otonomi, yani ABD’ye bağımlılıktan kurtulma heyecanını yeniden canlandırırken, transatlantik ilişkilerin, hatta NATO’nun geleceğine dair tereddütlere yol açmıştı. Putin’i Ukrayna’da hesap hatasına sürükleyen de bu algı oldu. Batı’nın birlik içinde karşısına çıkamayacağı yanılsamasına kapıldı.
Rusya’nın 2014 yılında Kırım’da ve Ukrayna’nın doğusunda başvurduğu hibrit taktiklere dahi gerek duymadan, Ukrayna’nın egemenliğini aleni şekilde hiçe sayması ve bu defa açıktan güç kullanımına başvurması Batı İttifakı’nı adeta şok ederek diriltti. Bunda katalizör rolünü Putin oynadıysa, İttifak’ın toparlanmasını sağlayan da tahminlerin aksine ABD yönetimi ve Başkan Biden oldu.
Biden, kendi karalarının sebep olduğu ve İttifak’ın ahengini bozan yakın travmaların hızlıca aşılmasını sağlayabildi. Avrupa Birliği ve geniş anlamda Batı dünyasıyla yakın eşgüdüm içinde bir yandan Rusya’ya karşı cezalandırıcı tedbirlerin devreye sokulmasını, bir yandan da Ukrayna’ya maddi ve askeri destek akışını sağladı. Siyasi düzeyde ise Ukrayna Başkanı Zelenski’yi Vaşington’da ağırlayarak ve zor koşullar altındaki Kiev’i bizzat ziyaret ederek, Ukrayna’nın yanında durma kararlılığını ortaya koydu.
NATO yeni Stratejik Konseptini Rus saldırısının gölgesinde hazırladı ve müttefikler ortak iradeyle hem savunma harcamalarında hem de savunma ve caydırıcılık tedbirleri ile askeri hazırlık seviyelerinde Rus tehdidini dikkate alan adımlar attılar. Ukrayna NATO üyesi olsaydı Putin’in bu saldırıya cesaret edemeyeceğine dair değerlendirmeler arasında, iki önemli AB üyesi İsveç ve Finlandiya’nın yıllar sonra milli güvenlikleri için İttifak’a katılmayı gerekli görmeleri ise NATO’nun devam eden önemini teyit etmiş oldu.
İktidara gelirken Biden yönetiminin Rusya’yla ilgili planları farklıydı. Putin’i sorunlu bir muhatap olarak görmekle birlikte, kaynaklarının ağırlığını Çin’e verme düşüncesinin de etkisiyle, ABD yönetimi tüm görüş ayrılıklarına rağmen Rusya’yla öngörülebilir ve istikrarlı bir ilişki arayışındaydı. Bunu birçok vesileyle açıkça ifade etti. 2021 Haziran ayında Rusya ve ABD Başkanları arasında Cenevre’de yapılan zirve toplantısı bu anlayışın uzantısıydı. Ancak, Putin, Ukrayna’ya saldırarak, bu kurguda ciddi bir revizyonu tetikledi ve Vaşington’da Rusya’yı gerçek hasım olarak görme eğilimindeki çevrelerin görüşlerinin ön plana çıkmasını sağladı. Bu noktadan sonra, Çin’den algılanan tehdit önemini korumakla birlikte, açık ve daha yakın tehdit olarak Rusya kabul edildi. Kimilerine göre Ukrayna savaşı, Rusya’nın zayıflatılmasının ve temsil ettiği tehdidin dengelenmesinin de aracı oldu. Bu çerçevede, bir yandan Ukrayna’nın her türlü destekle ayakta tutulması, bir yandan da Batı İttifakı’nın diri kalması bir öncelik halini aldı.
Biden yönetiminin bu süreçteki karnesine bakıldığında, büyük ölçüde başarılı olduğu söylenebilir. Her şeyden önce, savaşa doğrudan müdahil olmadan, Ukrayna’nın Rus saldırısını püskürtmesini sağlayabildi. Uluslararası ilişkileri tanımlayan değerler bütünü ve egemenlik ile toprak bütünlüğüne saygı ilkeleri temelinde Rusya’nın eyleminin yanlışlığının küresel ölçekte kabul görmesini temin edebildi. Böylece zamanında ağırlıkla kendisinin kurguladığı küresel düzene meydan okuyan Rusya’nın amaçlarına ulaşmasını engelleyebildi.
Batı İttifakı’nı kendi öncülüğünde bir arada tutarken, Rus (ve aynı zamanda Çin) tehdidi optiğinden küresel ölçekte savunma harcamalarında görülen ciddi artıştan ekonomik anlamda en fazla istifade eden ülke oldu. Benzer şekilde, Batı dünyasının fosil yakıt ihtiyacında Rusya’ya bağımlılığını sona erdirme arayışında sıvılaştırılmış gaz satışlarıyla ön plana çıkmayı başardı. Bu performansını ABD içinde siyasi başarıya tahvil edebildi ve en azından, ABD’nin sağladığı 30 milyar dolara yakın desteğin ülke içinde yıkıcı bir siyasi polemiğe dönüşmesini engelleyebildi.
Diğer taraftan, Rusya’nın amaçlarından vazgeçmediği ve tüm yaptırımlara rağmen ekonomisini ayakta tutmayı başardığı, hatta Batı’dan dışlanmasına karşın, Küresel Güney’in desteğiyle alternatif bir ekonomik ekosistem içinde kendisine hayat bulduğu ortada. Silah ve mühimmat tedarikinde de İran ve Kuzey Kore gibi alternatif kaynaklardan ihtiyaçlarını karşılamaya yöneldiği görülüyor. Henüz devreye girmiş olmasa dahi, Çin’in de bu bağlamda Rusya’ya nefes aldırma ihtimali her zaman var.
Kısacası, savaşın kısa vadede biteceğine dair herhangi bir emare yokken, Rusya’nın hem askeri hem de ekonomik ihtiyaçlarını her şeye rağmen karşılayabildiği gerçeği söz konusu. Üstelik, Putin’in, kendi halkını iknaya yönelik kuvvetli enformasyon kampanyasının da etkisiyle, en azından şimdilik ülke içindeki desteğini koruyabildiği görülüyor.
Bu haliyle bakıldığında, savaşın yenişememe aşamasına geçtiği ve kısa vadede sona ermeyeceği ortada. Bu gerçeğin beraberinde getirdiği, Ukrayna’da süregiden can ve mal kayıplarının yanı sıra, her an mevcut olan çatışmanın büyümesi riski düşünüldüğünde, birinci yılının sonunda Ukrayna savaşında ABD dahil herkes için son derece kırılgan bir noktada yola devam edildiği açık. Rasyonel zeminde düşünüldüğünde, neresinden bakılırsa bakılsın ortada sorunlu bir tablonun bulunduğu ve barışa giden yolda daha fazla çaba gerektiği kuşku götürmüyor.
Türkiye’nin Rusya-Ukrayna savaşındaki performansını nasıl görüyorsunuz? Ankara ne ölçüde dengeli bir politika izleyebildi ve yeni jeopolitik dengenin kendisine açtığı alanı ne kadar değerlendirebildi?
Türkiye, Ukrayna savaşında izlediği politikada şu ana kadar kendisine göre başarılı oldu denebilir. Ancak, bu denge politikasının, etkileri uzun vadede görülebilecek önemli bazı maliyetlerinin de olduğu gözden kaçırılmamalı. Kısacası, ortada mutlak bir başarı hikâyesinden ziyade, olumlu ve olumsuz yanları bulunan, karmaşık bir tablo mevcut.
Öncelikle, Türkiye 2014 yılından itibaren yaptığı şekilde, Ukrayna’nın toprak bütünlüğüne ve egemenliğine desteğini sürdürmek ve Rus işgalini savaş olarak tanımlamak suretiyle kendisini ilkesel olarak doğru noktada konumlandırdı. Türk boğazlarını kapatarak ve bu konudaki kararlılığını deneyen Rusya’nın karşısında iradesini koruyarak doğru tavrını sürdürdü. Ayrıca tahıl anlaşmasına ön ayak olarak ve her ne kadar başarısız kalmış olsa dahi, taraflar arasında barış görüşmelerine canlılık kazandırmaya çalışarak, jeostratejik önemini pekiştirmesini bildi.
Bu ilkesel zeminde durmak ve Ukrayna’ya başta insansız hava araçları olmak üzere, silah sistemleri ve mühimmat satışlarını sürdürmek suretiyle, kendisine başka alanlarda nispi hareket serbestisi elde etmeyi başardı.
Nitekim, NATO dayanışmasına katılırken, Rusya’yla kapsamlı ve uzun vadeli çıkarlarını zarara uğratmamak uğuruna müttefiklerinin büyük kısmının, genel anlamda da Batı dünyasının kurguladığı yaptırımlar rejiminin dışında durabildi. Üstelik, hava sahasını açık tutarak ve seyahat imkânlarını kısıtlamayarak, Rusya’nın dış dünyaya açılan kapısı olma konumunu pekiştirdi. Bu sayede, başta turizm alanında olmak üzere, Rusya kaynaklı gelir beklentilerinde düşüşü frenleyebildi. Bunun da ötesinde, üçüncü ülkelerin Rusya’yla dolaylı ticaretlerinin güzergâhı haline gelerek, kendisine hem özellikle Rusya nezdinde siyasi hem de genel anlamda ekonomik getiri sağlayabildi.
Bu tablo karşısında karşılaştığı eleştirileri, Ukrayna ile diyalog ve işbirliğini en üst düzeyde tutarak, ayrıca icabında uygulamalarında ince ayarlara başvurarak kendisi için büyük sorun olmaktan çıkarabildi. Örneğin Rusya’nın MİR ödeme sisteminin Türkiye’de kullanılmasına izin vereceğine dair ilk açıklamasını, tepkiler üzerine değiştirmek suretiyle düzeltmesini bildi.
Diğer taraftan, fırsatçı yönleri olan ve ister istemez böyle algılanan bu denge politikasının, Rusya’nın Ukrayna savaşıyla kendisini Batı nezdinde içine düşürdüğü, kısa vadede geri döndürülmesi zor görünen son derece olumsuz konumu yeterince dikkate almadığı söylenebilir. Türkiye aynı hesap eksikliğini, terörle mücadele beklentileri nedeniyle anlaşılabilir bir zemine otursa dahi, İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyelik süreçlerini geciktirerek yineliyor. Mevcut jeopolitik ortamda, hangi sebeple olursa olsun, bu süreci tıkamanın yüksek bir maliyeti söz konusu. Türkiye, haklı beklentilerinin karşılanmasını, NATO üyelik sürecini rehin aldığı izlenimi vermeyecek bir zeminde ilerletmenin yolunu bulmalı, hatta bu amaçla ABD dahil, müttefiklerini göreve çağırmalıdır.
Batı’yla ilişkilerinde son yıllarda sorun yaşayan Türkiye’nin nispet yaparcasına Rusya’yla ekonomik işbirliğini derinleştirmesinin, savunma sanayii ve nükleer enerji alanlarında uzun vadeli çalışma hedeflerine yönelmesinin siyasi maliyeti Ukrayna savaşıyla artmış durumda. Rusya’nın bu savaşta sergilediği performansın düşüklüğünün ise, teknolojik olarak bu işbirliklerinin akılcılığını Ankara için ayrıca sorgulanır kıldığı aşikâr. Üstelik, Batı dünyasına adeta her vesileyle meydan okuyan Türkiye siyasi elitinin, iş Rusya’ya gelince, abartılı bir ihtiyatlılık içinde hareket etme eğiliminde olması, çok konuşulmayan, ancak göze batan bir çelişki halinde ortada.
Bu genel tablonun etkisiyle, NATO müttefiki olarak Türkiye’nin Batı dünyasındaki algılanışında esasen mevcut olan önyargıların derinleştiği, üstelik, Türkiye’nin hasım olarak algıladığı Yunanistan gibi ülkelerin bu boşluğu başarıyla doldurmaya yöneldikleri bir dönemdeyiz. Bu noktada, Ankara’nın Batı dünyasıyla ilişkilerinin, çok yönlü dış politika yelpazesi içinde kolaylıkla harcanabilecek bir detay olmadığı gerçeğini idrak etmesi yerinde olur. Halbuki, Türkiye’yi Batı dünyasında yalnızlaştıran dinamiğe Ankara’nın bizzat, kendi eliyle hız kazandırdığı, böylece kendisi için uzun vadeli siyasi maliyeti derinleştirdiği gerçeğiyle karşı karşıyayız.
Türkiye’nin Ukrayna savaşı karışışındaki konumlanmasının bu son optikten de düşünülmesi ve izleyeceği politikanın, başta Dışişleri Bakanlığı olmak üzere, ilgili kurumların alternatifli siyasa önerileri temelinde ve uzun vadeli bir bakışla, kısacası gerçek devlet aklıyla geliştirilmesi gereklidir. Kısa vadede ortaya çıkan başarı algısı, daha geniş ve uzun vadeli zemine oturan, dolayısıyla önem taşıyan bu ihtiyacı unutturmamalıdır.
“İşgal Batı ittifakında gözle görülür bir dirilmeyi sağladı, ittifak içindeki dayanışmayı güçlendirdi.”
YAŞAR AYDIN
Bir yılda uluslararası sistemde ne değişti?
Rusya‘nın uluslararası hukuka aykırı askeri saldırısı ile başlayan Ukrayna Savaşı birinci yılını doldurdu. Moskova’nın hızlı bir askeri taarruzla Ukrayna silahlı güçlerini hezimete uğratıp Ukrayna hükümetini dize getirmek suretiyle bir barış antlaşması dikte etme hedefi üzerine kurulu olan savaş stratejisi, Ukrayna ordusunun mukavemetine ve halkının direncine takıldı. Rusya – Ukrayna Savaşı daha ilk aylarda bir “yıpratma savaşına” dönüştü. Böylece barış, hatta ateşkes olasılığı daha uzak bir noktaya taşınmış oldu. Savaş, Avrupa hükümetlerinde Rusya karşısında askeri caydırıcılığın önemini ve silahlı güçlerin takviye edilmesinin zorunluluğunu bilince çıkardı. Örneğin Almanya hükümeti, askeri harcamaların GSYİH’nın yüzde ikisine tekabül edecek şekilde artırılmasını ve bunun yanısıra 100 milyar Euro’luk bir fon oluşturulmasını kararlaştırdı. Transatlantik ittifakın ivme kazandığını da söyleyebiliriz. Ancak uluslararası sistemde yapısal bir dönüşümün gerçekleşmekte olduğunu söylemek henüz mümkün değil. Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısı sonrası öne çıkan birçok mülahaza öncesinde de –daha dar çevrelerde olsa da– yapılıyordu. Örneğin Avrupa Birliği’nin jeopolitik düşünceye önem vermesi, dünya siyasetinde daha etkin olması ve küresel güç mücadelesinin gereklerine uygun stratejiler geliştirmesi ve davranış sergilemesi yönündeki fikirler çok daha önce tartışılıyordu. Rusya–Ukrayna Savaşı’nın dünyanın çok kutuplu bir yöne evirilişinin ve büyük güç savaşının yeniden ivme kazandığının hem bir sonucu hem de onun bir semptomu olduğunu söyleyebiliriz.
Batı’nın Rusya’ya tepkisini nasıl okumak gerek? İşgal öncesi dinamikler yine hâkim olabilir mi?
Rusya’nın Ukrayna saldırısı özellikle Avrupa Birliği ülkeleri için büyük bir şok yarattı. İkinci Dünya Savaşı sonrasında inşa edilen kural temelli dünya düzeni büyük bir sarsıntıya uğramış durumda Rusya’nın yayılmacı hedefleri karşısında. Uluslararası ilişkilerde güvenlik ve jeopolitik konular gündemin baş köşesine oturdu. Avrupa Birliği ortak kararlar alarak, geniş siyasi ve iktisadi yaptırımları devreye soktu. Savaşın bir başka sonucu ise AB’nin ABD’ye yakınlaşması oldu. Eski dinamiklerin tamamen tasfiye olacaklarını söylemek çok iddialı olur, ancak yeni dinamiklerin kalıcı olacağını söyleyebiliriz. Örneği Avrupa Birliği ülkeleri bunda sonra uluslararası ilişkilerde sadece yumuşak güce dayanmanın yanlış olduğunu gördüler, bundan sonra sert güce daha fazla ehemmiyet verecekleri muhtemel. Askeri harcamaların ve caydırıcılığın artırımına gidildiği görülüyor ve bunun devam ettirileceği söylenebilir.
İşgal girişimi Batı ittifakına aradığı yeniden dirilmeyi sağladı mı?
İşgal Batı ittifakında gözle görülür bir dirilmeyi sağladı, ittifak içindeki dayanışmayı güçlendirdi. ABD ise Batı dünyasındaki lider konumunu güçlendirdi. Ayrıca Polonya, Slovakya gibi doğu Avrupa ve Baltık ülkeleri nezdindeki koruyucu ülke imajını da tahkim etti. Ekonomik alanda ise uluslararası doğalgaz piyasasında rakibi Rusya’yı geriletmeyi başarmış gözüküyor. Almanya Rus doğal gazı yerine Amerikan sıvı gazına yönelmiş durumda. Bağımsız ve dünya siyasetinde söz sahibi AB projesinin ise gündemin alt sıralarına kaydığını gözlemliyoruz. Örneğin birçok Fransız-Alman savunma ve silah projesi rafa kaldırılmış durumda. Almanya’nın ABD’den F-35 savaş uçakları olacak olması da Avrupa Birliği içindeki Alman-Fransa ortaklığının eksi, ABD’nin ise artı hanesine yazılacak gelişme. Rusya’nın Ukrayna saldırısı sonrası sergilenen güçlü dayanışmaya ve alınan ortak yaptırım kararlarına ve transatlantik işbirliğinin öne çıkarılmasına rağmen, örneğin Almanya ve Avrupa Birliği ile ABD arasındaki –siyasi, iktisadi ve güvenlikle ilgili– ulusal çıkar farklılıklarının devam ettiği ortada. Örneğin Almanya’nın Çin politikasının amacı bu ülke ile ekonomik ilişkilerin devamı ve beklentisi Pekin’in uluslararası ilişkilerde kurallara ve uluslararası hukuka uygun davranması. ABD’nin tek hedefi Pekin’in kural temelli uluslararası siyasete riayet etmesi değil. Bir diğer –hatta başlıca– hedefi küresel ölçekte Batı dünyasının hegemon, küresel düzlemde ise tek süper güç olarak kalabilmek. Bu bağlamda Çin dengelemek ve etki alanlarını kısıtlamak gibi bir yaklaşım içinde. Almanya’nın halihazırda böyle bir hedefi de yok, gücü de yok.
Gerek Avrupa Birliği’nin gerekse Almanya’nın Rusya-Ukrayna savaşının yol açtığı jeopolitik durum karşısında gerekli olan düşünce dönüşümünü gerçekleştirdiğini söyleyemeyiz. Almanya’daki temel sorunlardan birisi, siyaset bilimcileri ve uluslararası siyaset uzmanlarının savaş olgusuyla yüzleşmek istememelerinden kaynaklanıyor. Bir başka zafiyet ise bu savaşın yerel bir savaş olmaktan ziyade küresel bir savaş olduğunu kavrayamamak. Ukrayna’nın doğusundaki savaş bir uluslararası güç mücadelesi. Çin de muhtemelen Avrupa üzerindeki etkinliğini artırarak çıkacak bu savaştan. Günün sonunda ABD ve AB Rusya ile Avrupa için yeni bir barış düzeni üzerinde müzakere edecekler. Bu müzakerelerde Çin, Rusya üzerinden AB’yi etkileyebilecek. Dolayısıyla, Batı dünyasının bu savaştan kazançlı çıkacağını söylemek için henüz erken.
En son çıkan yazılardan anında haberdar olmak için bizi @PerspektifOn twitter hesabımızdan takip edebilirsiniz.
TAHA ÖZHAN
Ankara Enstitüsü’nde araştırma direktörü olan Özhan, 2019-2020’de Oxford Üniversitesi’nde misafir akademisyen olarak görev yaptı. 2014-2016 yılları arasında Başbakan başdanışmanlığı, 25 ve 26. Dönem milletvekilliği ve TBMM Dış İşleri Komisyon Başkanlığı yapmıştır. 2005’te kurucu direktörlerinden olduğu SETA’nın 2009-2014 yılları arasında başkanlığını yürütmüştür. Doktorasını Siyaset Bilimi alanında yapan Özhan’ın yayımlanmış son kitabı “Turkey and the Crisis of Sykes-Picot Order” dır.
EVREN BALTA
Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler bölümünden mezun olan Evren Balta, 2007 yılında New York, CUNY- The Graduate Center’da “Rusya ve Türkiye’de Devlet Kapasitesi ve İç Çatışma” başlıklı tezi ile doktorasını aldı. Karşılaştırmalı siyaset, siyasal şiddet, güvenlik, vatandaşlık ve ulusötesi siyaset alanlarında çalışmalarını sürdürmektedir. Çok sayıda yayımlanmış makale ve derleme kitaplarının yanı sıra Küresel Güvenlik Kompleksi, Tedirginlik Çağı ve Türkiye'de Amerikan Pasaportu: Ulusötesi Dünyada Ulusal Vatandaşlık (O. Altan-Olcay ile birlikte) isimli kitapları mevcuttur.
ALPER COŞKUN
Ekim 2021’den bu yana Carnegie Uluslararası Barış Vakfı (Carnegie Endowment for International Peace-CEIP) isimli düşünce kuruluşunun Washington ofisinde, Avrupa Programı bünyesinde yer alan Türkiye ve Dünya projesinin başındadır. Türkiye üzerine araştırmaları; Türk dış, güvenlik ve savunma politikaları ve özellikle Türkiye-ABD, Türkiye-Avrupa ilişkilerine odaklanmaktadır. 32 yıl T.C. Dışişleri Bakanlığı’nda çalışan Coşkun, 2021 Temmuz ayında Büyükelçi sıfatıyla emekli olmuştur. Dışişleri Bakanlığı’nın merkez teşkilatındaki son görevi sırasında Uluslararası Güvenlik İşleri Genel Müdürü olarak NATO, transatlantik ilişkiler ve Avrupa-Atlantik güvenlik/savunma işleri ile silahların kontrolü/silahsızlanma dosyalarından sorumlu olmuştur (2016-2019). Öncesinde ise, T.C. Azerbaycan’daki Büyükelçisi olarak Bakü’de görev yapmıştır (2012-2016). Dış görevleri sırasında, Moskova ve Atina Büyükelçiliklerinde, BM Daimî Temsilciliği’nde ve Daimî Temsilci Yardımcılığı görevini üstlendiği NATO Daimî Temsilciliği’nde bulunmuş, 1999-2001 yılları arasında ise Roma’daki NATO Savunma Koleji’nde Fakülte Danışmanı ve Kıdemli Türk Temsilcisi olarak çalışmıştır.
YAŞAR AYDIN
Sosyoloji ve ekonomi dalındaki lisans ve yüksek lisans eğitimini Hamburg ve Lancaster Üniversitelerinde tamamlamış, sonrasında ise Hamburg Üniversitesi’nden doktorasını almıştır. Uluslararası İlişkiler, Türk dış politikası, milliyetçilik ve diaspora konuları üzerinde çalışan Aydın’ın, bilimsel makaleleri dışında üç telif kitabı bulunmaktadır. Hamburg Protestan Yüksekokulu’nda görev yapmakta, Alman ve Türk gazetelerine yorumlar yazmaktadır.