Salgından Sonra Siyaset-Sivil Toplum: Angajman mı, Müzakere mi?

Salgının gidişatının belirsizliği ve yol açabileceği hasarın henüz tespit edilememiş olması krizlere daha dayanıklı bir toplumun nasıl inşa edileceğine dair politikalar geliştirmeyi de zorlaştırıyor. Ancak uzun vadeli ve köklü politikalar önerme telaşına girmekten daha önemli bir aşama var. Siyaset ile sivil toplumun öncelikli konular etrafında konuşabilecekleri zemin, dil ve üslup geliştirmek.

Salgından Sonra Siyaset-Sivil Toplum: Angajman mı, Müzakere mi?

Koronavirüsü salgını uzadıkça hayatımızda nelerin kalıcı olarak değişeceğine ilişkin tahminler, yorumlar, analizler çoğalıyor ve çeşitleniyor. Bunların önemlice bir kısmını arzular-temenniler ile korkular-kaygılar oluşturuyor. Korkular ucunda, salgının demokrasilerin sonunu getireceği, militarist, baskıcı, popülist yönetimlerin güçleneceği argümanları yer buluyor. Arzular ucunda ise salgının tetiklediği toplumsal dayanışmanın eşitlikçi ve komünal toplum ütopyalarının önünü açtığı fikirleri var.

 

Şüphesiz kiminin arzusu ötekinin korkusu aynı zamanda. Ütopya-distopya ikilemine sıkışmayan metinlerde ise daha rasyonel yorumları görmek mümkün. Daha makul ve serinkanlı analizlerin ortak noktasını, siyasi ve sivil aktörler arası ilişkiler, aktörlerin muhtemel pozisyonları ve oyun değiştirme yeteneklerine dair dayanaklı yorumlar oluşturuyor.

 

Bundan sonra ne olabileceğini anlamamızı sağlayacak konulardan birini ise siyaset ile sivil toplum arasındaki ilişkiler oluşturuyor. Türkiye’nin salgın sürecine siyasi ve ekonomik kırılganlıklarla girdiği yaygın kabullerden biri. Sivil toplumun ise, karar mekanizmasıyla arasında zaten cılız olan iletişim imkânlarını da kaybetmiş ve kararları etkileme kabiliyetinden uzaklaşmış bir ortamda yakalandığı ileri sürülebilir.

 

Bundan sonra nasıl bir siyasi ve toplumsal hayatımız olabileceğini anlamak için siyaset ve sivil toplum alanlarındaki kırılganlıkların, zaafların ve potansiyellerin tartışılması gerekiyor. Zira sivil toplumun siyasete angaje olmaktan uzaklaşıp siyasetle kuracağı müzakereci bir ilişkinin, geleceği etkileyecek önemli dinamiklerden biri olması muhtemel.

 

Seçmenlerde Memnuniyetsizlik-Seçeneksizlik Psikolojisi

 

Sağlık sistemlerinin krizi taşıma kapasitesi ile başlayan tartışmalar, krizin ekonomiye, siyasete ve topluma etkilerine uzanıyor, eşitsizlikler, mağduriyetler gibi çeşitli boyutları içererek genişliyor. Yaygın kanaat siyasi ve toplumsal hayatımızda hiçbir şeyin aynı kalmayacağı şeklinde. Ancak her şeyin birdenbire değişeceği varsayımını doğrulayan işaretler de çok güçlü değil. En azından Türkiye siyaseti için. İktidar etki alanını ve toplumsal destek seviyesini korumaya yönelik olarak, salgını tek elden yöneten aşırı bir kontrol refleksi gösteriyor. Bununla birlikte muhalefet ile diyaloga girmekten ziyade rekabetçi bir tutumu benimsiyor. Muhalefet sözcüleri ise salgının yayılma tedbirlerinin vaktinde alınmadığı ve ekonomik tedbir paketinin yetersizliği vurguları ile iktidarın salgında başarısız bir performans ortaya koyduğunu savunuyorlar.

 

Her şey tıpkı salgından önceki gibi. Bu durum toplumun geniş bir kesiminin, iktidardan memnun olmasa da güvenilir bir siyasal alternatif olmadığına dair kanaatinin sürebileceğine dair kuvvetli bir işaret. Nitekim Türkiye seçmeni salgına memnuniyetsizlik-seçeneksizlik gerilimi ile girmişti. İzolasyon döneminden önce yapılan seçmen davranışlarına yönelik araştırmalar toplumun yeni öneriler duymaya açık olduğunu gösteriyordu. Araştırmalara göre, seçmenlerin üç konuda mutabakatından söz etmek mümkün. İlki, müsebbibinin iktidar olduğu ağır bir ekonomik krizden geçmekte olduğumuz. İkincisi, Cumhurbaşkanlığı sisteminin sorunların çözümünde yetersiz olduğu, hatta çözümleri zorlaştırdığı. Üçüncüsü ise durumu değiştirecek güven veren bir siyasi alternatifin olmadığı idi. Bunlara, aynı mutabakat seviyesinde olmamakla birlikte, yıpranmış adalet sistemi de eşlik ediyordu.

 

Salgın ve izolasyon döneminde de bu gerilimi değiştiren bir tutuma tanıklık ettiğimizi söylemek henüz zor. Bu dönemde iktidar tarafında kriz yönetimi ve iletişimi açısından öne çıkan yaklaşımın yönetimi tek elde toplama ve propaganda iletişimi olduğu anlaşılıyor. Merkezden uzaklaşan her girişimin önü kesiliyor, öne çıkan muhalif belediyeler kriz yönetiminden sapma gibi görülüyor, bağış toplama girişimleri engelleniyor, sokağa çıkma yasaklarının uygulanmasında hiçbir rol verilmiyor. İletişimde ise hakikat iletişiminden ziyade siyasi propaganda tavrı daha belirgin.

 

Salgının sağlık boyutu teknik bir şeffaflıkla ele alınıyor ama yol açabileceği ekonomik ve sosyal hasara ve devletin sahip olduğu ekonomik kaynaklara ilişkin hakikatler kamuoyu ile paylaşılmıyor. Bunun yerine başarılı yönetimin göstergeleri olarak sağlık sisteminin becerisine, gelişmiş ülkelere yardımlara ve tedbir paketlerinin bonkörlüğüne vurgu yapılıyor. Bunlar bir propaganda kampanyasının pozitif iletişim tarafı. Negatif iletişimde ise muhalefetin geçmiş ve güncel performansının umutsuzluğu öne çıkarılarak, seçmene mevcuttan başka bir şansı olmadığı hatırlatılıyor. Dolayısıyla, iş birliğinden ziyade rekabetçi bir tutum benimseniyor.

 

Muhalefet kanadında ise siyasi parti sözcüleri duyulabilir kapsayıcı bir öneri ortaya koyamıyor, daha çok hükümet performansını notlama çabası ile görünüyorlar. Muhalefetin sözcülüğünü büyükşehir belediye başkanları üstlenmiş durumdalar. Tedbir önerileri, hizmet çabaları ve kampanya girişimlerine belediye başkanları öncülük ediyor. Durumun eşitsizliği ve sözcüler arasındaki güç dengesizliği seçmenlerin mevcudu korumaya ikna olmasını kolaylaştırıyor. Aynı zamanda karar mekanizmasının merkeziyetçi ve homojen karakteri için de elverişli bir ortam sunuyor.

 

Bunlara rağmen, izolasyon döneminde ne iktidarın ne de muhalefetin beklentileri gerçekleşmiş görünüyor. İktidar salgını yönetme sürecini arzu ettiği ölçüde merkezileştirebilmiş değil. Muhalefet ise iktidarın kötü bir yönetim sergilediği konusunda ikna edici olmaktan uzak. Sonuçta, siyasi alanda salgın öncesindeki denge durumunun bozulmasına yol açtığı söylenebilecek işaretler görmek zor.

 

Salgının Değişime Açtığı İmkânı Üstlenecek Bir İrade Var mı?

 

İzolasyon dönemine dair uluslararası kuruluşların yayımladığı raporlar salgının ekonomik küçülmeye yol açacağı, işsizliğin ve yoksulluğun rekor seviyelerde artacağı tahminlerinde bulunuyor. İşsizlik ve yoksulluk gibi sonuçların ise eşit dağılmayacağı, alt sınıflar ve azınlık grupları üzerinde yıkıcı etkileri olacağı öngörüleri var. Bu durumun hem ekonomik sistemler hem de yönetim mekanizmalarının tasarımını etkileyecek büyüklüğe ulaşabileceği yorumları yapılıyor. Sonuçta salgının iktidar değişimlerinin de ötesinde, toplumsal, siyasal ve ekonomik örgütlenmeye dair kapsamlı bir değişime imkân açtığı söylenebilir. Ancak imkâna sahip olmak yeterli değil, bunun için değişim talebinin temsilcisi çoğulcu, müzakereci bir sivil toplum ve güvenilir siyaset sözcüleri gerekli. Siyasetin iktidar dışındaki sözcülerinin bunu yapabileceklerine dair bir işaret verdiklerini söylemek zor. Değişim için siyaset ile sivil toplum arasında kriz zemininde, yeni karşılaşma ve konuşma araçlarına, konularına ve önerilerine ihtiyaç var.

 

Salgının gidişatının belirsizliği ve yol açabileceği hasarın henüz tespit edilememiş olması krizlere daha dayanıklı bir toplumun nasıl inşa edileceğine dair politikalar geliştirmeyi de zorlaştırıyor. Ancak uzun vadeli ve köklü politikalar önerme telaşına girmekten daha önemli bir aşama var. Siyaset ile sivil toplumun öncelikli konular etrafında konuşabilecekleri zemin, dil ve üslup geliştirmek.

 

Siyaset ve sivil toplum arasındaki ilişkinin zeminini karar ve kararları etki alanları olarak düşünebiliriz. Karar alanında siyasi partiler, meclis ve iktidar/devlet mekanizması var. Kararları etki alanında yer alan bölgede ise gönüllü kuruluşlar, sendikalar, meslek odaları, akademi ve bağımsız medyanın oluşturduğu sivil toplum. Ancak Cumhurbaşkanlığı sistemi, hükümeti parlamento dışında kurulan bir organ hâline getirerek meclisle birlikte siyasi partileri de karar alanının dışına çıkarmış durumda. Büyükada, Gezi, bağımsız medya davalarıyla da kararlara etki alanını sivil toplumdan ve eleştirel medyadan arındırmış bir hâlde. Salgın döneminde belediyelere yaptığı müdahaleler ile yerel yönetimleri de karar ve uygulama alanından tasfiye ederek karar mekanizmasını homojenleştirme iradesini teyit etmiş oldu. İçinde bulunduğumuz durumda karar alanı son derece merkezî ve homojen bir karaktere bürünmüş, etki alanı ise sivil toplumdan arındırılarak sterilize edilmiş hâlde.

 

Buna karşın sivil toplum kanadında etkisiz de olsa ufuk açıcı tartışmalar yürüyor. Örneğin; bağımsız habercilik yapan internet medyasında zengin tartışmalar yapılıyor ve içerikler üretiliyor. Sivil toplum ise operasyonel kabiliyetleri törpülenmiş olsa da, salgının yol açtığı eşitsizlikler ve mağduriyetlere dair tanıklığa ve kanıta dayanan içerikler ortaya koyuyor. Sivil toplum aktörleri salgının eşitsizlikleri nasıl derinleştirdiği, ev içi şiddeti nasıl artırdığı, mültecilerin salgında ne kadar korumasız kaldıkları, mevsimlik tarım işçilerinin rotalarındaki salgın riski haritaları, ekonomik küçülmenin yol açabileceği işsizlik ve yoksulluk tahminleri, yeni dayanışma modelleri gibi pek çok bilgi, analiz, rapor üretiyorlar, çözüm modelleri geliştiriyorlar.

 

Sonuçta, bir yanda yakınına kendine angaje olmayan kimseyi yaklaştırmayan merkezî karar mekanizmasının aşırı kontrolü, diğer yanda kararları etkileyemese de ürettiği içeriklerle ve tecrübelerle yeni bir politikanın programını yazacak zenginlikte bir çoğulluk ve çeşitlilik ile sivil toplum. Bu ikisi, aralarındaki kalın ve ses geçirmez bir duvarla yan yana hayatını sürdürüyor.

 

Günahları ve Sevaplarıyla Türkiye Sivil Toplumu

 

İzolasyon sonrası giderek derinleşmesini bekleyebileceğimiz tartışmalarda çalışma ve eğitim hayatı, gelir ve kaynak paylaşımı, yönetim mekanizmaları, temel hizmetlere erişim, eşit yurttaşlık gibi konuların öne çıkması muhtemel. Bütün bu konular kimilerine göre yeni bir toplum sözleşmesine olan ihtiyacı açığa çıkarıyor. Hâl böyle olursa, bu tartışmalarda birikimine ve tecrübesine alan açılması gereken öznelerden biri sivil toplum olmalı. İzolasyon döneminde STK’ların, sendikaların, düşünce kuruluşlarının, akademisyenlerle iş birliği yaparak ürettiği raporlar hem verilere dayalı analizler ve tahminler içeriyor hem de salgının etkilerinin eşitsizliğini giderebilecek, krizlere karşı daha dayanıklı bir toplumun inşasına katkıda bulunabilecek politika önerileri ortaya koyuyorlar. Bu nedenle salgından sonra derinleşmesi muhtemel yeni politika üretme süreçlerinde siyasetle müzakerelerde aktif rol alabilecek sivil toplumun sözcülüğünü yapmaya adaylar.

 

İktidarın kendi çekirdeği dışındaki aktörlerle diyalog arzusu taşımadığı, yönünü buraya çevirse bile artık güven vermesinin zor olduğu, muhalefetin seçmen beklentilerini karşılayacak, duyulabilen ve güven yaratan politika önerileri ve iş birliği modelleri sunamadığı, yurttaşların ise iktidardan memnun olmadığı ama bir seçenek de görmediği bir durumda olduğumuz söylenebilir. Bu nedenle, izolasyon sonrası oluşması muhtemel yeni politikaların, iktidar ve sivil toplum ilişkilerinden ziyade, iktidara aday siyasi partilerle sivil toplum temsilcileri arasındaki müzakerelerle geliştirilebileceği savunulabilir.

 

Muhtemel bir siyaset-sivil toplum müzakereleri için siyasi durum üç aşağı beş yukarı böyle. Peki, Türkiye sivil toplumu bu beklentiyi karşılayacak tecrübeye, donanıma ve araçlara sahip mi? Geçmiş tecrübeler sivil toplumun avantajlı ve dezavantajlı yanları olduğuna işaret ediyor. Türkiye sivil toplumu yakın tarih içinde birkaç sınav yaşadı. Bunların başlıcalarını 28 Şubat, 1999 Depremi, Çözüm Süreci ve Gezi Davası olarak hatırlamak mümkün. 28 Şubat’ta seküler sivil toplum İslamî sivil toplumun maruz kaldığı hak ihlallerine ve mağduriyetlere kayıtsız kalmıştı. Gezi davasında ise tam tersine tanıklık ediyoruz. Kürt meselesinin siyasi çözüm fırsatında ise sivil toplum neredeyse topa hiç girmemiş, tematik alanlardaki tecrübesini müzakerelere yansıtmamış, müzakere sürecinde kendisini ilgilendiren boyutu insan hakları sınırlılığında ele almıştı. Oysa çatışmalı bir ortamın sivil toplumun ilgilendiği tüm konularla alakası kurulabilirdi. Müzakereler çevre, kadın, çocuk, engelli, eğitim gibi alanlardaki STK’ların katkıları ile daha kapsamlı ve derinlikli bir barış inşasına evrilebilirdi.

 

Sivil toplumun bu sınavlardan en iyisini 1999 Depremi’nde verdiği söylenebilir. Depremde devletin boşluğunu olağanüstü bir performansla kapatmış, arama kurtarmadan toplanan yardımların ihtiyaç sahiplerine ulaştırılmasına ve deprem sonrası oluşan mağduriyetlerin giderilmesine kadar pek çok önemli rol üstlenmişti. Hem yurttaşların katkılarını hem de özel sektörün desteğini harekete geçirmede ve yönetmede son derece önemli bir tecrübe edinmişti.

 

Bu sınavlardaki başarı ve başarısızlıklardan dersler çıkararak siyaset-sivil toplum ilişkisini salgın sonrası hayatın inşasında daha verimli ve etkili kullanmak için fırsat var. Bunun için sivil toplumun sahip olduğu özelliklerini, zaaflarını ve yeteneklerini hatırlamak gerek. Türkiye sivil toplumunun temel özelliği toplumun sınıfsal, kültürel, inanç ve kimlik eksenli çoğulluğunu kapsayan bir çeşitliliğe sahip olması. Türkiye’de 150 binden fazla sivil toplum kuruluşu var. Bunlar çevre ve insan hakları savunuculuğundan kalkınmaya, hemşeri örgütlenmelerinden hayırseverliğe çok geniş bir tematik ve metodolojik alana yayılıyor.

 

Ancak bu çeşitliliğe rağmen temel zaafını ise içe kapanma pratikleri oluşturuyor. Sivil toplum bir müzakere alanı olarak işlev görmekten ziyade, birbirine benzeyenlerin kümelenme alanı gibi çalışıyor. İki boyutta içe kapanmadan söz edilebilir. Birincisi, kimliğe kapanma. Sivil toplum alanında faaliyet gösteren kuruluşların büyük ölçüde kendi etnik, kültürel ya da inanç bazlı kimlik alanlarına kapandığını, etkinliklerini ve içeriklerini bu kapalı ortamda ürettiklerini, seslerini ise yine kendi benzerlerinin sınırlarında tuttuklarını gözlemlemek mümkün. İkincisi ise konuya kapanma. STK’lar üzerine düşündükleri tematik konularda uzmanlaşıyor, diğer uzmanlık alanlarından uzaklaşıyor. Oysa farklı tematik alanlarda çalışan STK’lar arasında pek çok bağ var ve bu bağlar ortaya çıktıkça politika önerisine dönüşme potansiyeline sahip. Söz gelimi çevre ve ekoloji meseleleri üzerine çalışan STK’lar ile anadil hakkı üzerine çalışan STK’lar arasında görünmeyen talep bağları var. Araştırmalara iki konuda da çalışan STK’ların sorunların merkezî karar mekanizması ile çözülemeyeceği tespitleri yansıyor. Ya da Müslüman feminist kadınların camilerden kendilerine ait payı talep eden tutumu ile engellilerin ya da bisikletlilerin şehirlerin kendileri için daha erişilebilir olması talepleri arasında çok güçlü bir eşit yurttaşlık talebi bağı var.

 

Sivil toplumun Türkiye’nin çeşitliliğini kapsayan yapısına karşın müzakere ortamı olarak işlev görememe zafiyeti yanında bazı potansiyel yetenekleri var. En önemli yetenekleri çevresel ve toplumsal alanda ortaya çıkan sorunları ve konuları keşfetme, görünür kılma, öncelikli gündem hâline getirme, çözüm modelleri geliştirme ve politika önerisine dönüştürme olarak sıralanabilir.

 

Sivil toplum özellikleri, zaafları ve yetenekleri ile salgın sonrası krizlere karşı daha dirençli bir toplumun inşasına hatırı sayılır katkı yapabilir. Ancak sivil toplumun siyaset ile ilişkisinin mevcut durumuna baktığımızda, biri siyasetten diğeri sivil toplum sözcülerinden kaynaklanan iki engel görünüyor. Siyaset, bütün tarafları ile sivil toplumu kutuplaşmanın bir mecrası olarak yorumlamayı tercih ediyor. Bu da siyasetin gözünde sivil topluma mevcut siyasi pozisyonları seslendirme rolü veriyor. Sivil toplum da siyasete kaynak ve lojistik destek sağlama enstrümanı olarak bakıyor ve kendine yardım etme potansiyeli olanlarla temas kurmayı seçiyor. Siyasetin kendine atadığı rolü benimsemeyen STK’lar ise angajmana girmiyor ama müzakere zeminleri de yaratamıyor.

 

Dolayısıyla, sivil toplum-siyaset ilişkisinde iki hâkim tutum ortaya çıkıyor. Ya angaje olmak ya da dışında kalmak. Her ikisi de sivil toplumun yeteneklerini siyasi karar alanının dışına çıkarıyor. Geriye elimizde içe kapalı dünyalarında önemli içerikler ve politika önerileri üreten, ancak siyasetle angajman ya da temassızlık ilişkisini aşan bir müzakere ortamı kuramadığı için kararlar üzerinde etkisi olmayan bir sivil toplum dünyası kalıyor.

 

Sivil Toplum Dengeleri Etkileyebilecek mi?

 

İzolasyondan sonra kabaca iki senaryonun gündemde olması muhtemel. Biri güvenlik politikasını sağlık gerekçesiyle zenginleştirmiş daha baskıcı ve otoriter iktidar pratiklerinin hayatımızı kuşatması. Diğeri çoğulluğa ve demokratikliğe dayanan, krizlere karşı daha dirençli bir toplumun inşası. Hangi senaryonun kazanacağı ortaya konacak iradeye bağlı. Salgının birini güçlendirip diğerini zayıflattığını söylemek mümkün görünmüyor. Ancak her iki senaryo için de zemini eşitlediği söylenebilir.

 

Sivil toplumun ayırdedici becerisi sahada oluşu, genellikle de bizzat sahanın kendisi oluşundan kaynaklanıyor. Sivil toplum kuruluşları mağduriyetlerin ortaya çıkışlarına ve tecrübe edilme biçimlerine hemen hemen tüm kamusal aktörlerden daha erken tanıklık ediyor. Bu yüzden sivil toplum muhtemel senaryolar arasındaki eşitsizliği bozabilecek yeteneklere ve potansiyellere sahip. Salgının etkilerinde ortaya çıkacak eşitsizlikler toplumsal taleplerde yenilenmeye yol açacak gibi görünüyor. Sivil toplum bunları keşfedip, görünür kılabilir ve siyasal alana taşıyabilir. Öte yandan, bu talepler doğrultusunda devleti denetleme kabiliyetini artırabilirse demokrasinin güçlenmesine katkıda bulunabilir. Ancak aynı zamanda zaafları ve geçmiş günahları da var. Bakalım yatırımını potansiyellerine mi, zaaflarına mı yapacak?

 

En son çıkan yazılardan anında haberdar olmak için bizi @PerspektifOn twitter hesabımızdan takip edebilirsiniz.

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.