Samimiyetin Sosyolojisi

Bütün hayatı boyunca doğduğu köyden çıkmamış biri için samimiyetten başka bir seçenek yoktur. Herkesin birbirini ismiyle çağırdığı, çoğunluğun birbiriyle zaten akraba olduğu bir sosyallikte samimi olmamak mümkün değildir. Seçenekleriniz bellidir. Fazla zorlarsanız dışlanırsınız. Yani olduğunuz halle olmak zorunda olduğunuz hal arasındaki mesafe azdır. İşte samimiyetin sosyolojisi tam da burada başlar!

Gençliğimde ben de çok önemserdim samimiyeti, çünkü büyük ihtimalle iyi niyetin, dürüstlüğün, içi dışı bir olmanın, şeffaflığın akrabası gibi gelirdi bana. Hatta Mevlana’nın “Ya göründüğün gibi ol ya da olduğun gibi görün” ifadesinin tek kelimelik karşılığı gibi görünürdü. Artık bugün pek öyle gelmiyor. Samimiyet artık bana kesinlikle olumlu bir şey gibi gözükmüyor. Hatta samimiyet ile mesafe arasında bir tercih yapmak zorunda kalsam artık mesafeyi seçeceğimden eminim. Samimiyet kavramı hakkında hâlâ çok samimi, fazla olumlu hisler besleyenlere bu yazıyı okumamalarını özellikle öneriyorum. Çünkü yazacaklarımdan pek hazzetmeyebilirler. Daha önemlisi de bu yazıyı okumanın hayat enerjilerini düşüreceğinden korkarım. Çünkü bu yazı aşırı doz samimiyet manifestolarından artık bıkmış, bunalmış biri tarafından yazılmıştır. Düşünme soyutlayabilmeyle başlar diyerek yazının dedikodu köşe yazısı olmadığını da belirteyim!

 

Modern hayatın en önemli göstergelerinden biri de giderek çok daha fazla insanla temas ederek yaşıyor olmamızdır. Bir anlamda hayatımızın mekânsal ve zihinsel olarak yarıçapı sürekli olarak genişlemektedir. İşte bu nedenle artık kendimizden çok farklı insanlarla karşılaşmak, çalışmak, yaşamak zorundayızdır. Bütün hayatı boyunca doğduğu köyden çıkmamış biri için samimiyetten başka bir seçenek yoktur. Herkesin birbirini ismiyle çağırdığı, çoğunluğun birbiriyle zaten akraba olduğu bir sosyallikte samimi olmamak mümkün değildir. Çevrenizdeki herkes sizi doğduğunuzdan beri tanımaktadır. Seçenekleriniz bellidir. Fazla zorlarsanız dışlanırsınız. Yani olduğunuz halle olmak zorunda olduğunuz hal arasındaki mesafe azdır. İşte samimiyetin sosyolojisi tam da burada başlar!

 

Her ne kadar pek çokları için samimiyet genellikle kişisel, bireysel bir özellik olarak görünüyor olsa da aslında oldukça sosyolojik bir konudur. Özellikle yerleşik, normları olan bir kamuya sahip olmayan, dolayısıyla yurttaşların kamusallık tecrübelerinin az olduğu toplumlarda samimiyet saygı duymayı, insan yerine koymayı, değer vermeyi, önemsemeyi, liyakati, hukuku ikame eden bir anahtar haline gelir. Samimiyetin sosyolojisinden söz etmek zaten samimiyetin sadece kişisel boyutta çözümlenebilir bir kavramdan çıkmış olduğuna delalet eder.

 

Kamu demek, hatta medeniyet demek her bir kişinin samimiyetinin diğerlerinin temel hakları bağlamında sınırlandırılabilmesini içerir. Örneğin geğirmek, osurmak, kütüphanede çorba içmek, kırmızı ışıkta durmamak, insanları taciz etmek de oldukça samimi girişimler olarak savunulabilir failleri tarafından. “Abi, napim içimden öyle geldi.” “Abi, napim”e özellikle dikkat çekmek isterim! Tam burada aklıma geldi: Gazete Duvar’da birkaç yıl önce yazdığım bir yazının başlığı “Hödüklüğün Sosyolojisi” idi. Bu yazıyla birlikte ona da tekrar göz atmak pek faydalı olabilir. Yani samimiyet ile hödüklük arasında da sosyolojik bir akrabalık yok değildir. Bir anlamda samimiyet, kontrolsüz bir içinden gelme faaliyeti ise başlı başına bir tehlikedir. Psikiyatrik ucu sosyopatlığa, hukuki ucu seri katilliğe kadar gidebilir. Biraz abarttım mı? Bence hayır.

 

Örneğin birçok insan sosyal medyadaki hesaplarından kendine ait etkinlikleri, yorumlarını, fikirlerini düzenli olarak paylaşır. Kendisini takip etmeye layık bulanlar da bütün bunlardan haberdar olur. Peki ya söz konusu kişi bir de aynı paylaşımları cep telefonundaki isim listesinde yer alan herkese defalarca, tekraren göndermeyi tercih ederse bu davranışı nasıl nitelendirmek gerekir? Üstelik şahıs, buna yönelik rahatsızlığınızı belirttiğinizde kendini samimiyet kavramıyla savunuyorsa: “Aramızdaki samimiyete istinaden…” Yatak odanızdaki boy aynası karşısındaki çıplaklığınız samimiyet olabilir. Kişinin kendisiyle samimi olmasıdır belki. Ancak yurttaşın ana caddede çıplak dolaşması artık tacizdir. Samimiyet ile taciz arasındaki mesafe sanıldığından çok daha kısadır bazen. Bu açıdan bakıldığında samimiyet kamu bilinci önündeki en önemli engellerden biridir. İlginç bir biçimde güçlü kamusu olan toplumlarda insanlar daha az samimi gözükürler hep. Kimlere? Kamusu o kadar güçlü olmayan, samimiyetin her şeyi halledebildiği toplulukların insanlarına. Ya da tersi. Türkiye’ye ziyarete gelen özellikle Avrupalı turistlerin ağzından çok sık duyduğunuz bir değerlendirmedir: “Siz Türkler ne kadar da samimi insanlarsınız.” Ne diyorlardı böyle durumlarda: Komşunun tavuğu diye başlıyordu ama…

 

Samimiyet Mafyası

 

Örneğin “hamili kart yakinimdir” ideolojisi bir samimiyet mafyası yöntemidir. Ancak bu tür ağlar içinde nefes alabilen şahıslar sadece siyaseten, akrabalık bağları üzerinden, hemşerilik düzeneklerinden zaten samimi olduklarıyla iletişim kurabilirler. Burada yine samimiyetin yerleşik sosyolojisine oldukça teğet geçiyoruz farkındaysanız. Siyasi, ideolojik partizanlıklar, tarikatlar, cemaatler, WhatsApp grupları, futbol tribün gruplaşmaları aslında hep fazla samimi birlikteliklerdir. Ama bunlar çoğu zaman sosyolojik manada kamusallaşma önündeki çok somut engellerdir.

 

Oysa toplum bir samimiyetliliklerarası ağ değildir. Herkesin azami samimi olduğu, yani düzenli olarak içini boşalttığı, kustuğu bir çöplük değildir toplum. Eninde sonunda bilincinizin küflü derinlikleriyle sağladığınız mesafe sizin medeniyetinizi, başkalarıyla aranıza koyduğunuz mesafe ise sizin haysiyetinizi, şahsiyetinizi garanti edebilir. Herkesin kulağına küpe olsun.

 

Köylülükten medeniyete geçiş, samimiyetle mesafe arasındaki algoritmanın değişmesidir de aynı zamanda. Aklıma Norbert Elias’ın Uygarlık Süreci kitabındaki bazı derin tasvirleri geliyor hemen. Ama birkaç küçük alıntı için kitabı okumanızı engellemiş olmayayım! Elias bir yana, medeniyet inşası her zaman samimiyetle mesafe arasındaki belli bir ilişkiselliğe dayanır. Bu tıpkı insanlığa en büyük katkıları yapan büyük sanat, edebiyat, fikir, kültür yapıtlarının çok özel bir biçim/içerik ilişkisine sahip olmalarına benzer.

 

Bir de samimiyetin büyük bir erdem, hatta bir üstün kalite belgesi olarak savunulması yok mu! Özellikle de poetik üretim alanlarında. Bir filmin jeneriğinde “based on a true story” ibaresinden ifrit olduğum bir dönemim olmuştur. Özellikle de filmin sonunda gerçek kişilerin fotoğrafları gösterildiğinde oyuncuların onlara benzerlikleri nedeniyle seçilmiş olduklarını fark ettiğimde. Ne kadar da samimi değil mi? Daha sonra bunu senaristin hayal gücünün sınırlılığıyla açıklayıp geçer oldum! Olgunlaştım yani.

 

“Dostlar Alışverişte Görsün” Samimiyetleri

 

Bir roman hakkında yazılmış bir yazıda, yazmanın sürekli yazarın samimiyetinden övgüyle bahsettiğini düşünün. Burada “bir roman hakkında bir yazı” ifadesi, söz konusu metne “edebiyat eleştirisi” dememek için yapılmış bir tercihtir. “Yazman” da yazarı ikame etmektedir burada. Çünkü edebiyat, sanat eleştirisi yaratıcısının samimiyetinin tespiti ve onun övgüsü değildir. Bunlar daha çok imza günlerinde veya sergi açılışlarında tekrarlanan “dostlar alışverişte görsün” samimiyetleridir. Anlamsızdırlar. İçeriksizdirler.

 

Poetik üretim hayal gücüdür, kurgudur, biçimdir. Mallarmé’nin bir gün kendisine mealen “Bugün aklımda çok iyi fikirlerim var, çok iyi bir şiir yazabilirim” diyen bir arkadaşına yine mealen “İyi şiir kelimelerle yazılır, iyi fikirlerle değil” diye cevap verdiği rivayet edilir. Samimiyet iyi şair olmaya yetseydi, zaten herkesin potansiyel olarak şair olarak doğduğu bir toplumda ergenlikte yazılan bütün şiirler klasik olurdu.

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.