Sanal Özgürlükten Tekno-Faşizme
Naif bir iyimserlikle düşlediğimiz ütopya çoktan önüne kattığı her şeyi yutan bir distopyaya dönüşmüştü bile. Çin’de mobese kameraları aracılığıyla vatandaşlarının devletçe uygunsuz bulduğu davranışları kredi puanlarına yansırken “erdemli vatandaş” fikrinin babası Platon -kemiklerinden eser kaldıysa- kabrinde ters döndürülüyordu. Özgürlük beklentisiyle çıktığımız yolculukta tüm dünyanın bir açık hava hapishanesine dönüşmesi onur kırıcı olması bir yana kahredici bir azap.
Türkiye’de internetin miladı kabul edilen ilk bağlantı 12 Nisan 1993’de ODTÜ’de yapıldığından benim de lisans öğrenciliğime denk gelen bu dönemde okuldaki bilgisayarlardan en fazla ABD Kongre Kütüphanesi ve bazı Amerikan üniversitelerinin kütüphanelerinin giriş sayfalarına erişim söz konusuydu -en fazla ben bu kadarını becerebiliyordum. Aslında bu emekleme tadındaki cehdimiz farkında olmayarak insanlık tarihinin Tarım ve Sanayi Devrimlerinden sonraki Bilişim Devrimine tesadüf etmekti.
Geçen yaklaşık otuz yılda bu devrimin hepimizi nasıl çepeçevre kuşattığını herhalde öğrencilerimizden gelen talep üzerine öğretim üyesi olarak çalıştığım Necmettin Erbakan Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde seçmeli kod yazımı dersi açmamızdan anlaşılır diye düşünüyorum. Bu anlamda eğer zihinsel bir engel yoksa okuryazarlığın sıradanlaştığı bir dünyada medya okuryazarlığından finans okuryazarlığına, okuryazarlığın envaî çeşidi arasında dijital okuryazarlığın giderek başatlık kazandığı fark etmemek mümkün değil.
İnternetin özgürlüklerin önünü açmasından ziyade kendi başına bir özgürlük alanı hatta özgürlüğün ta kendisi olduğunu vehmettiğimden dolayı bu imkânın bizi olabileceğimiz yegâne şeye yani insan olmaya götüreceğini düşünenlerdendim. Zira insan ancak özgür olabildiği kadar insan olacağına göre internet ve onunla mücessemleşen teknolojik atılımlar bize bunu sağlayacaktı. Bu hüsn-ü-zan dolu hayalperestliğimin cüssesinden daha büyük büyük bir hayal kırıklığına dönüştüğünü zamanla fazlasıyla müşahede ettim. Zira nasıl ki insana dair hiçbir fenomen insan gibi nakısalarla dolu olup mutlak bir iyilik taşımıyorsa, onun ürettiği hiçbir hizmet ve/ya ürün de pek farklı değildi nihai kertede.
İnternet, elbette özgürleştirici olabildiği kadar özgürlük kırıcı hatta yok edici de olabiliyordu. Dahası internet erişimi sayesinde akıllı telefonlar aracılığıyla kelimenin tam anlamıyla bir ağ toplumuna dönüştük. İnternet, diğer yandan, bireye kendini her anlamda keşfetme olasılıkları sunsa da bireyciliği giderek artan insan siyasî otoriteler karşısında daha kırılganlaşıyordu. Bunun iki sebebi vardı: Birincisi, herhangi bir siyasî otorite örgütlülüğünden tutun cebrîliğine kadar her bakımdan birey karşısında eşyanın tabiatı gereği güçlüydü. İkinci sebebi ise bireyin bireyciliği yoğunlaştığı oranda hem diğer bireyler ve onların gönüllü örgütlülükleri hem de devlet karşısında izole olmakta hatta marjinalleşmekteydi. Bireyin bu giderek belirginleşen çaresizliği sadece siyasî otoriterler karşısında mı oluşuyordu? Elbette hayır. Bireyin karşı karşıya kaldığı her türlü örgütlü yapı, buna sivil toplum da dahil olmak üzere, adeta bireyi daha fazla tutsak almak üzere çeperlerini genişletiyordu. Böyle bir dünyada hayatta kalmak bireyi daha fazla örgütlü bir toplumun parçası olmaya itiyordu ve bu ise günün sonunda paradoksal bir şekilde birey olmaktan vazgeçip bir cemaatin parçası olmaya kadar gidiyordu.
İşin özü, naif bir iyimserlikle düşlediğimiz ütopya çoktan önüne kattığı her şeyi yutan bir distopyaya dönüşmüştü bile. Örneğin, Çin’de mobese kameraları aracılığıyla vatandaşlarının devletçe uygunsuz bulduğu davranışları kredi puanlarına yansırken “erdemli vatandaş” fikrinin babası Platon -kemiklerinden eser kaldıysa- kabrinde ters döndürülüyordu. Bu da hepimizi 1984’ün okuyucundan çok mukimi kılarken benzer tasarruflar eşliğinde bir yandan ulus-devletten Tanrı-devlete geri döndüğümüz gibi Büyük Biraderin bizi her an gözetlediği bir panoptikonda yaşadığımızı fark ediyoruz. Özgürlük beklentisiyle çıktığımız yolculukta tüm dünyanın bir açık hava hapishanesine dönüşmesi onur kırıcı olması bir yana kahredici bir azap.
İşte böylesine kontrol altında tutulan bir dünyada hangi özgürlükten dem vuracağımız doğrudan tartışmalı bir meseleye dönüşmektedir. Böylesine bir distopya ise ancak Black Mirror veya Peripheral dizilerini aratmayacak cinsten olsa da kısmen ve/ya tamamen yaşadığımız bir gerçeklik. Öte yandan, özgürlükler bir kere askıya alınmaya görsün otoriteryanizm, totaliterizm hatta faşizm sökün edercesine başımıza üşüşmektedir. Sanal dünya hiper-realite olanaklarıyla gerçek dünyadaki zorbalıktan daha rafine versiyonlarıyla arz-ı-endam etmektedir. Bundan dolayı, siber güvenlik sadece devletlerin veya şirketlerin değil daha ziyade hane halkının daha doğrusu bireyin bizatihi meselesidir. Zaten, duvarda tüfek asılıysa er geç oyunun sonunda patlar ilkesi gereği güvenlik bir mesele olarak konuşulmaya başladıysa özgürlüklerin daralacağı, flulaşacağı hatta yok olacağı aşikardır. Dahası giyilebilir teknolojiler yaygınlaştıkça hatta deri altına yerleşiklik kazandıkça yapay zekalı robotlar tarafından dünyamızın ele geçirilmesine gerek kalmadan bizler yavaş yavaş robotlara dönüşmüş olacağız. Bizi bekleyen başka bir distopya ise robotlara karşı yarı insan-yarı robot melez bir tür olarak yaşam mücadelesi vermemiz, kendimizi tedricen yok edişimizin de zirvesi olacaktır.
İnterneti bir devrim olarak selamlarken küreselleşmeyle ilintisi ve birbiri için geri besleme ünitesi olarak işlev görmesi ortadadır. Kaldı ki; bilgiye ulaşımın internet sayesinde bu kadar kolaylaştığı ve bu vesileyle gezegenimizin bir köye hatta mahalleye dönüşmesi mümkün oldukça insanlar arasındaki her türlü makasın daralacağına dair beklentimiz de an be an berhava olmaktadır. Zira madem ki bilgi çağındayız ve hepimiz bilgiye erişim sağladıkça bilgi toplumunun saygın bireyleri haline geliyoruz o zaman bu yoğun ve kesif cehaleti nasıl açıklayacağız? İşin gerçeği, bilginin astronomik enflasyonu niteliği nicelik lehine aşındırdıkça makasın ziyadesiyle açılması kaçınılmazdır. Çünkü bilgi manipüle edildikçe ve troller marifetiyle tahrif edilip kirletildikçe artık bilgi değil cehaletin süsüne dönüşmektedir. Böyle bir ortamda, internet bir bilgi kanalından çok çeşit çeşit soytarıya rastlayacağınız bir panayıra dönüşmektedir ve sosyal medya tam da bunun belirgin mekanıdır artık. Öyle ki; sosyal medya eşzamanlı birer ticarî faaliyete dönüşürken konvansiyonel medya da sabah ve öğle sonrası kuşağı programlarında evlendirme dairesi işlevinin kısıtlanmasıyla asayiş ekipler amirliği haline gelmiştir.
Benim gibi Vizontele kuşağından olanlar için evdeki siyah beyaz tek ekrandan şimdilerde evdeki veya eldeki ekran sayısının kemmiyeti şaşırtıcı boyutlara ulaşmaktadır. Bir nevi hepimiz ekran bağımlısı bir hayat yaşamaktayız. Çünkü akıllı cep telefonlarımız birer güçlü bilgisayar olarak hayatımızı onunla idame ettirdiğimiz ve bunun için de ücretsiz Siri veya Google Asistan gibi sanal yardımcılara da sahip olduğumuz yeni bir dünya bahşettiler bize. Elbette bunun bir bedeli olacaktı ve bu bedel de Faust’taki kadar ağır bir bedel olarak ruhumuzu satmakla son buldu.
Yukarıdaki yazdıklarımdan tabii ki teknoloji karşıtı olduğum veya “ah o eski günler” nostaljisi yaptığım vehmine kapılmasın kimse. Bu yazı da nihayetinde o teknolojik olanaklar dahilinde yazılıp son tüketicisine ulaştırılıyor. Tekno-faşizm dediğimde sadece özgürlüklerin otoritelerce hoyratça kısıtlanmasını kastetmiyorum, tam tersine metazori bir şekilde uygulamaları yüklediğimizde ve/ya güncellediğimizde bile uzun bir metnin sonunda sadece “evet” seçeneğiyle baş başa kalmak ve kabullenmediğimizde erişimimizin yok olmasını dile getiriyorum.
Tekno-faşizmi besleyen diğer bir neden ise internetin bilgiye ulaşmayı kolaylaştırdığı ölçüde bilgi tembelliğini mümkün kılmasıyla gerçekleşti. Örneğin, Arapçada öğrenci anlamına gelen talebe kelimesinin, talep edenden gelmesi ve İtalya’daki ilk kurulan üniversitelerde tam da bu etimolojiye uygun şekilde öğrencilerin kendilerine ders vermek üzere hocalar bulup onlara ücret ödemelerini düşününce; bilginin çokluğu ve bilgiye erişimin kolaylığı insanların bilgiye olan kayıtsızlığını da açıklamaktadır. Bir tür varlık içinde yokluk misali böylesine bir bilgi bombardımanı beraberinde bilgiye karşı kayıtsızlığı ve dolayısıyla cehaleti de besledikçe sanal özgürlükler yerini tekno-faşizme terk ediyor.