Sanatçının Hafıza Odası
Batman’da doğan Ahmet Güneştekin, kendi yaşadıklarını içine doğduğu toplumun hafızası ile birleştirip bu coğrafyanın mitolojik örgüleri ile yeniden yorumluyor. Eserleri sadece sanatı ve estetiği odağa alan çalışmalar değil aynı zamanda yaşadıklarının da bir tanığı. İstanbul’da “Hafıza Odası” ile sanatseverlerle buluşan Güneştekin’e Perspektif olarak eserlerini, Türkiye’yi, ayrı hafızaların birleşmesinin mümkün olup olmadığını sorduk.
Serginiz daha önce başka şehirlerde ülkelerde de sergilendi. Kaldı ki bu da ilk serginiz değil. Kendinizi ifade tarzınız, süreç içinde nasıl şekillendi? Daha doğrusu Türkiye’nin içinden geçtiği süreç ile sizin sanat serüveniniz arasında nasıl bir etkileşim var?
Çocukluğumda hikâye dinlemeyi çok sevdiğimi anımsıyorum. Dinlediğim hikayelerin ve hatta şarkıların ritimleri düşünce dünyamı büyük ölçüde etkilemiştir. Özel bir coğrafyada büyüdüğümün farkındaydım. 25 yaşında Batman’dan ayrılıp İstanbul’a geldim. Sanatçı olarak kendi yolumu bulmam gerekti, ama özellikle, o zamana kadar gördüğüm her şeyden ayrışacak özgün bir üslup keşfetmeyi istedim. Bu amaçla Türkiye genelinde çok sayıda şehirde saha araştırmaları yürüttüm, dinlediğim kişisel bellek anlatıları ve bu anlatıların doğduğu dünyaların renk uzayı görme biçimimi şekillendirdi. Mitoslar işlerimin dinamiğini oluşturdu. Şu anda İstanbul’da yaşayan ve üreten bir sanatçıyım ama tarih boyunca birbirlerini zenginleştirdikleri kadar, birbirleriyle rekabet eden ve çatışan farklı kültürlerin kesiştiği bir dünyada büyüdüm. Bu nedenle işlerim yaşadığım coğrafyanın tarihiyle yakından ilişkili. Türkiye özellikle 2000’li yıllardan başlayarak oldukça dinamik bir kültür ve sanat hayatı yaşamaya başladı. Hem uluslararası alanda oldukça öne çıkan sanatçılarımızın başarılarına, hem de İstanbul odaklı gelişen sayıları gün geçtikçe artan kültür kurumlarının ardı ardına açılmasını izledik. Başka dünya kentlerinde olduğu gibi kültürün şirketleştirilmesine tanık olduk; başka bir deyişle, devletlerin kültür üretimindeki rolünün azalması ve kültürün özel sermayenin eline geçmesi. Dolayısıyla bu yeni kültür ve sanat kurumlarının ağırlıklı olarak özel şirketler tarafından desteklendiğini ya da bizzat kurulduğunu görüyoruz. 2000’lerden başlayarak yeni bir dil geliştiren bu sanatçı insiyatifleri ve sanatçıların yanı sıra kültür ve sanat yöneticileri tarafından kurulan insiyatiflerin de olduğunu görüyoruz. Sanat yönetiminin aldığı bu yeni yönle paralel olarak benim kişisel tarihim de aynı iklimde benzer bir yönde ilerledi. Aynı dönemde Atatürk Kültür Merkezi’nde açılan Karanlıktan Sonraki Renkler başlıklı ilk sergim kişisel tarihimde önemli bir eşik oldu. Ama uluslararası sanat yolculuğumun başlangıcını oluşturan İstanbul’daki Karaköy Antrepo 3’te 2012 yılında açılan Yüzleşme adlı kişisel sergimdir.
Bu sürece farklı bir açıdan bakarsak siz sadece eserlerinizi sergilemiyorsunuz. Düzenli olarak izleyicilerinizle bir araya geliyor onlarla sohbet ediyorsunuz? Sizin sanat çizginizle birlikte serginize gelen insanların sanatınızla ve sanatınız üzerinden birbirleriyle etkileşimi, profili, bakışı nasıl değişiyor?
Özellikle süreli sergilerde sanatçının katılımıyla düzenlenen konuşmalar uluslararası çağdaş sanat müzelerinde ve galerilerde çok yaygındır, çevrimiçi olarak bu konuşmalara erişmeniz dahi mümkün. Hafıza Odası sergisi için benzer bir yaklaşım geliştirdik. Her cumartesi Pilevneli Mecidiyeköy’de interaktif sanat konuşmaları gerçekleştirdik. Oldukça da ilgi gördü. İzleyiciyle etkileşimi sürekli kılmak benim için önemli. Yapmak istediğim şey kendi bakış açımı dayatmadan insanlara ulaşabilmek. İzleyicinin deneyimi ile şekillenen kendi yorumunu çok önemsiyorum.
Sanat ve sermaye ilişkisini nasıl tarif ediyorsunuz? Sermaye sanatın gelişmesi, ilerlemesi, zemin bulması için bir destek ve şart mı yoksa sanatı kendi öncelikleri doğrultusunda sınırlandıran, metalaştıran bir pranga mı?
1980’lerde yükselen küreselleşmeyle birlikte bütün hayat finansallaşmaya başlıyor. Sanat da giderek spekülatif bir yatırım aracına dönüşüyor. Bu dönüşümde kültürün ve sanatın özelleştirilmesi son derecede etkin oluyor. Hemen hemen bütün belli başlı sanat ortamları, müzeler, bienaller, fuarlar, küresel şirketlerin ve finans kuruluşlarının himayesine giriyor ve sanat piyasasının gösterilerine dönüşüyor. Kültür ile ekonominin bir olduğu böyle bir dönemde, hayatı ve siyaseti kuşatan finans, ona en aykırı duran, ona karşı en köklü direnişi gösteren sanatı da içine topluyor doğal olarak. Sanat finansal bir araca dönüştüğünden beri de etrafımızdaki gösterilerin hemen hepsi sponsorlu. Sponsor olmak ya da sponsora sahip olmak, toplumsal değer ve kültürel önemin ölçütü artık. Sanat piyasasının ortaya çıkışı burada ivmeyi yaratan. Sanatla paranın baştan beri son derecede ilginç bir ilişkisi var. Birbirlerini büyük bir güçle çektikleri gibi, itiyorlar da. O nedenle de sanat bu mücadelede tümüyle sessiz değil. British Museum ve BP sponsorluk ilişkisi örneğinde olduğu gibi sermayenin doğasına direnen sanat yaratma mücadelesi çağdaş zamanlarda da sürüyor.
Sizin eserlerinize mesafeli duran, eleştiren, koleksiyonlarına almakta tereddüt edenler de var. Bunları sanat/beğeni ekseninde de mi açıklıyorsunuz, farklı gerekçeler var mı?
Alıcılar çok farklı duygularla karar alıyorlar. Sanatçının ürettiği eserle ilgili duygusu alıcıda bir yankı bulmayabilir, alıcının da asla tahmin edemeyebileceğiniz kişisel bir nedeni de olabilir beğenisinin ardında. Aynı esere bakan kişilerde farklı algılar oluşur, çünkü farklı deneyimlerden geçmiş kişilerin yaptığı okumalardır bunlar. Jeff Koons’un Balon Köpek işi 58 milyon dolara satıldığında o dönem yaşayan en pahalı sanatçı olarak tarihe geçmişti. Sanatçıya göre çocukluğunun neşesini yansıtıyordu. Fakat onu satın alan New York’lu koleksiyoner için bir yatırım aracıydı. Daha farklı bir nedenle, sanata olan tutku ya da belirli bir kültürü ve sınıfsal konumu ifade ettiği için de satın alınmış olabilirdi. Bunun kesin bir formülü olduğunu düşünmüyorum. Konuyu ağırlıklı olarak sanat / beğeni ekseninde okumayı tercih ediyorum. Çünkü olması gereken bu, ama ne yazık ki Türkiye’de objektif olmayan bir yönelimde gelişiyor bu durum. Sanat piyasasında, sanat danışmanı ya da galeri belirli aktörlerin öngörüsüne bağlı kalmayı tercih eden belirli bir kesim var. Galeri ya da aracı olsun, bu aktörler ilişkileri olan sanatçıları öncelikli tutar, beğenilmesini sağlar, hatta kimi durumlarda ilişkisi olmayan sanatçıları karalama yoluna giderek ona ulaşılmasını dahi engeller. Koleksiyonerlerin bu yapay engellerin ötesini görebilmek için daha doğrudan ve iyi bir gözlem yapmaları gerekir.
Güncele “Hafıza Odası” serginize gelecek olursak neden böyle bir isim koydunuz? Hangi hafıza, kimin hafızası ya da hafıza ile derdiniz ne?
Pilevneli Project sunumuyla Daax Corporation iş birliğinde 5 Aralık’ta açılan Hafıza Odası nesneler üzerinden belleğin doğasına baktığım işlerden oluşuyor. Benim için bir sözlü tarih çalışması. Örneğin sergiden işlerden Bellek videosunda geçmişin gerçek seslerini ve arşiv görüntülerini kullanıyorum. Burada gördüğünüz kayıt altına alınmış seslerin ve belleklerin tarihi yeniden yorumlama yeteneğini nasıl kazandığı. Sözlü tarihler bireysel hayatlarla ilgilenir ve her hayat ilginçtir. Bu nedenle çok uzun bir zaman diliminde üzerine sıklıkla düşünegeldiğim sorular etrafında şekillendi bu sergi: Anılar ne işe yarar? Hatıraları somutlaştırmak için nesneleri nasıl kullanırız? Belleğimiz geçmişimizi nasıl yapılandırır? Geçmişin nasıl hatırlanacağına kim karar verir? Bellek politikaları nasıl oluşur? Serginin başlığında kullandığım oda benim için kavram olarak kurgusal rolü eşyalarla güçlenen hem açık hem de kapalı bir mekân. İç içe geçmiş iki süzgecin varlığından söz ediyorum burada: Odanın duvarları bunlardan biri. Odanın duvarları içine örülen diğer katman ise eşyalardır. Eşya da tıpkı oda gibi geçirgen, iletken, taşıyıcı bir hikâye malzemesidir. İkinci bir süzgeç görevi gören bu eşyalardan anılar yayılır. Benim için hafıza odası da eşyalar, nesneler aracılığıyla dış dünyayı kendi kurmaca odama taşımak anlamına geliyor. Anıların, geçmiş konusunda hatırladıklarımızın, şimdiyle ilgili inandıklarımızın ve gelecekle ilgili hayal ettiklerimizin kırılgan ama güçlü ürünleri olduğunu düşünüyorum.
Eserlerinizde geçmişi bugüne taşıyorsunuz, unutulanları farklı ve çarpıcı bağlamlar içinde yeniden bugüne taşıyorsunuz. Hafıza Odası demenizin sebebi unutkanlığa dikkat çekmek mi? Ya da hafızalarımızı birleştirmek için mi? Ya da temel problem hafızasızlık mı?
Hayatlarımızın nesnelerde bıraktığı fiziksel izlerden büyülenmişimdir her zaman. Eşyalar duygusal dünyamıza eşlik eder ve düşüncelerimizi tetikler. Yoktunuz enstalasyonundaki tüm eşyalar, toplumsal göstergeler ve insan ilişkilerinin depolandığı, üzerine kazındığı nesneler olarak ortaya çıkar. Bisiklet bu eşyalardan biri. Hafıza Tepesi enstalasyonunda da lastik ayakkabıları aynı düşünce çizgisiyle çalıştım. Nesneler birden çok yaşam rolüne sahiptir, akışkandır. Sahip oldukları gücü farklı nedenler için kullanırlar. Bazı nesneler çağrıştırıcıdır; güçlü anılar uyandırırlar ve kimliğimizin önemli bir parçasını temsil edebilir. Sergideki bu ve diğer işleri yakınlaştıran, birbiriyle ilişkilendiren nedenler, eşyanın ve mekânın sadece bir nesne, bir yer olmalarının dışındaki bu boyutlardır. Yoktunuz enstalasyonu yaşam alanımızda, mekânları dolduran nesnelerin, pasif bir eylemsizlik halinde olmadıklarını, kendilerine özgü bir yaşam sürdüklerini hatırlatır. Mekânı anlamlandıran nesneler var olmadıklarında sadece yaşam alanlarımızı değil, benliğimizi de eksik tanımlamış oluruz. Bu nedenle Yoktunuz mekân ve nesnelerin sınırlandırdığı bir iç kabuk ve buradaki her nesne geçmişe ait bir anın somutlaşmış halidir. Yıkıntıya dönüşmüş büyük bir kütle görürsünüz ilk bakışta, yakınlaştıkça nesneleri tanımaya başlarsınız. Bütün nesneler duvara gömülüdür ve geçmişi işaret eden son izlerdir. Yaşanmış hayatları hatırlatan sadece bu nesnelerdir.
En çok “Cennet Kimin?” isimli eserinizden bahsediyorsunuz. Ne anlam ifade ediyor demeyelim ama siz ne demek istediniz bu eserle? Anadolu medeniyetinin efsaneleri, masalları, edebiyatı, sizin beslendiğiniz kaynaklar cenneti mi önceliyor cehennemi mi? Sizin cennet vurgunuz bu kaynakları onaylıyor mu bir karşı duruş mu?
Cennet Kimin? adlı eser dahil olmak üzere Tanrının Arka Bahçesi Serisi’ndeki işlerde cennet bahçesinin bildiğimiz hikâyesini insanlığın kısa bir süre için erişilebildiği ama çabucak kaybettiği ölümsüzlüğün hikayesi olarak yorumluyorum. Cennet bahçesinin hikâyesinin ana temaları iyilik ve kötülüktür. Âdem ve Havva hayat ağacını yedikleri için cennetten kovuldular ve ölümsüzlük şansını da böylece kaybettiler. Hikâyenin savunduğu ölümlülüğün kabul edilmesidir esasında. Ölüm, en başından beri insan yaşamının karakteristiğiydi. Âdem ve Havva, günah işledikleri için ölmeleri gereken bir yere düşen ölümsüz varlıklar değildi; onlar sonsuz yaşam şansı olan, ancak bu hatayı kendi suçları ile kazanan ve aynı davranış nedeniyle bu şanstan mahrum bırakılan ölümlü varlıklardı. O nedenle benim cennet yorumum kutsal kitaplarda yazılandan daha farklı bir yönde gelişiyor. İşlerim cenneti ya da cehennemi öncelemiyor. Metafizik bir sonrayla ilgilenmiyorum, benim göstermek istediğim her şey soyut bir şimdiyi içeriyor. Farklı dinlerin kendi iç yönelimlerine göre farklı cennet kavramları ortaya çıkıyor. Cennet Kimin? adlı eser de daha geniş bir bakışla cennet kime, sadece inanan kişilere mi aittir sorusunu soruyor.
Geldiğiniz coğrafya, toplumsal ve siyasal tarih sizi nasıl besledi? Bu ülkeden yola çıkarak ortaya koyduğunuz çalışmalar Türkiye’de nasıl algılanıyor dışarda nasıl? Arada nasıl bir fark görüyorsunuz?
Bir esere baktığınızda ona olan mesafeniz eseri algılama yeteneğinizi belirli ölçülerde etkiliyor. Sanatçının düşüncelerine, eseri çalışırken hangi ivmeyle harekete geçtiğine, onun düşüncelerini neyin oluşturduğuna duygusal olarak bakma yakınlığınız burada belirleyici. Hafıza Tepesi’ndeki lastik ayakkabıların gösterdiği anlam dünyası başka bir kültürde ve coğrafyada yaşayan izleyiciye aynı anlam dünyasını göstermeyebilir. Bu nedenle kültürel ve sosyolojik uzaklık burada belirleyici olabilir. Ama diğer taraftan bu uzaklık esere daha kolay doğrudan bir bakışla da sonuçlanabilir. Bazı duygusal engellere ve önyargılara takılmadan bakmak da mümkün olabilir. Bu nedenle bazen bir esere bu tip bir uzaklıktan bakmanın daha da doğru bir kavrayış getirebileceğini de düşünüyorum.
Düşündüklerini hissettiklerini zaten eserleri ile anlatmaya çalışan bir insansınız. Peki bugünü anlatın, bugünkü Türkiye’yi yorumlayın dense nasıl bir psikoloji, nasıl bir halet-i ruhiye öne çıkar sizin için?
Çok da fazla bir şey anlatmama gerek yok esasında, sadece Hafıza Odası sergisine dikkatli bir şekilde bakmanız yeterli. Yüzyıllık bir hafızayı sorgulasam da orada bugünü anlattığımı göreceksiniz. Çürüme, Yoktunuz, Hafıza Tepesi enstalasyonları bugünün yıkımlarını anlatıyor. Hafıza Tepesi’ne baktığınızda Roboski’yi, Soma’yı, Sur’u Nusaybin’i, Şırnak’ı, faili meçhul cinayetleri görürsünüz.
Son dönemde bir ortaklaşma, tahammül sınırlarının genişlemesinden bahsediliyor siz de buna kimi zaman katıldığınızı belirtiyorsunuz? Diğer yanda da kutuplaşma tartışmaları var. Hangisi daha gerçek ve asıl önemlisi böylesi bir kimlik siyasetinin baskın olduğu dönemde ortaklaşma eğilimi olayların gidişatını şekillendirebilir mi? Yoksa zaten dar bir endişeli modern/kaygılı muhafazakâr adına ne derseniz marjinal bir kitleden mi bahsediyoruz?
Siyaset dünyamızı saran iklimin en büyük sorunlarından biri siyasi aktörlerin özellikle partilerin ürettikleri politikaların tutarsız oluşu. Söylemlerin sürekli değişmesi. En kötüsü de sadece etnik kökene dayalı politikalar etrafında bu söylemlerin şekillenmesi. Öteki kavramı üzerinden geliştirilen her düşünce, uygulanan her politika kutuplaşmayı ve çatışmayı beslemeye yönelik bir bakış ve bunun sosyolojik olarak bir karşılığını da göremiyoruz artık. Hele ki ötekini şefkatle kutsama söylemi, faşizm ve üst kibrin dışa vurumudur. Yaşadığımız yüzyıl çoğulculuğu zorunlu ve şart kılıyor, bunu görebilmek gerektiğini düşünüyorum.
En son çıkan yazılardan anında haberdar olmak için bizi @PerspektifOn twitter hesabımızdan takip edebilirsiniz.