Sanatla Değişmek, Dünyayı Dönüştürmek
Sanat, ne zaman sosyal sorumluluk projeleri hâlini aldı? Bienal kitapçığında altı başlık altında sıralananlar serginin temaları olarak değil de pandemi sonrası dünyanın ortak kaygılarının bir sıralaması şeklinde bizi kesiştirecek düşünce akışları olarak sunulur; hepsi de bu dünyaya karşı sorumluluklarımızla ilintilidir.
“En genel tanımıyla eleştirel sanat, tahakküm mekanizmalarına dair bilinç vererek izleyiciyi dünyanın dönüşümünün bilincinde olan eyleyiciye dönüştürmeyi amaçlar.”[1]
Bugünlerde İstanbul sokaklarında karşımıza çıkıveren 17. İstanbul Bienali’nin afişleri de Ranciere’in bahsettiği amacı yankılamaktadır: “Sanatla Değiş, Dünyayı Dönüştür”.
Farkındalık yaratmak, günümüz sanatının bitmeyen (ve de yetmeyen) sevdası. Belli bir bilinç seviyesine ulaşma/ulaştırma çabası, bugünün sanatçılarının kendilerine yükledikleri bir misyon: “Değişmelisin -sen- çünkü ihtiyacın var, dönüştürmelisin -dünyayı- çünkü ihtiyacı var.” Denklemin iki tarafı da olumsuzluğa vurgu yapmakta. İki tarafın da hâli kötü; hadi o zaman değişim ve dönüşüm zamanı. Keşke her şey bir koşu gidip üstlerini değiştiren ve böylelikle dünyayı dönüştüren süper kahramanların yaptığı kadar kolay olsaydı!
Küratöryel metinde geçtiği şekliyle etrafta öğrenecek daha ne kadar çok şey olduğuna dair tespit ve bir araya gelmenin önemi tekrar tekrar vurgulanıyor: “Bu âna hakkını vermek için beklenti ve amaçlarımızı baştan kurgulamalı, formatlarımızı gözden geçirmeli ve hem siyasi hem de felsefi olan temel bir sorgulamaya; samimi, toplumsal, cömert ve hararetli sohbetlere yol açmalıyız. Bu belirsiz aralıkta her şeyden çok birbirimizle ve dünyayla etkileşim kurmanın ister eski ister yeni olsun, alışılmadık yollarını deneme cesaretine ihtiyacımız var.”[2]
Bugüne kadar bir araya gelmenin ve konuşabilmenin yollarını ne kadar aradıysak bulamadık, ne ettiysek yapamadık itirafıyla ilerleyen metin, yönlendirme yapmayan, dikte etmeyen özenli bir dil kullanmaya hassaten dikkat ediyor. Kısıtlayıcı ve dayatıcı bir yönlendirmeye yol açmamak için bienaline isim bile vermeyen bienal ekibi bu özeni, bu aşamada da sürdürüyor. Öyle ki daha öncesinde “İsimsiz” başlıklı bienalimiz (12. İstanbul Bienali-2011) olmuştu ama isimsiz bir bienalimiz olmamıştı.
Bütün bu özen ve dikkatle amaçlanan, toplumsal etkileşimi ve -uzlaşım olmasa da- kamusal paylaşımı artırmak, ‘gelin canlar bir olalım’ düsturunun bir nevi çağdaş versiyonunu işler hâle getirmek. Fakat çağdaş versiyonda ‘ne olursan ol gel’ kısmı biraz karışık. Çünkü “Burada, yalnızca onları anlayacak bilgi ve donanıma sahip bulunan; bundan ötürü, belirli ilgi alanlarını paylaşan özerk bir toplumsal grup şeklinde örgütlenme eğilimi gösterecek olanların anlayabileceği seçim ve stratejiler söz konusudur.”[3]
Bu beklenti de daha garip bir duruma yol açar. Farkındalık kazanması istenenler ile gelip izlemesi beklenenler bir türlü örtüşmez/örtüşemez. Afişlerin kime hitap ettiği karışır. Üstelik bienal metninde gösterilen dikkat ve özene ters bir şekilde çığırtkanlık yapar, -değiş ve dönüştür diye- bas bas bağırırlar adeta. İzleyicinin ‘niye’ ve ‘neye’ diye sormasına izin vermezler. “Sanat, ‘siyasi doğrulamacılık’ tarzında yalnızca biricik görüş açısının, yani kendisininkinin özgürlüğünü kabul eder ve izleyiciyi kör bir onaylama edimiyle sınırlandırır.”[4]
Yalan mı? Değil; her ne kadar demokratik, çoğulcu, eşitlikçi söylemler ortaya konulsa da alttan alta üst bir söylemin (birilerini) hizaya sokma edimi gözlemlenir. Dahası, bu söylemler sanat şemsiyesi altında güvenli bir alanı kendilerine yurt edinmişlerdir. Peki sanat, ne zaman sosyal sorumluluk projeleri hâlini aldı? Bienal kitapçığında altı başlık altında sıralananlar serginin temaları olarak değil de pandemi sonrası dünyanın ortak kaygılarının bir sıralaması şeklinde bizi kesiştirecek düşünce akışları olarak sunulur; hepsi de bu dünyaya karşı sorumluluklarımızla ilintilidir:
“1. Alternatif bir habercilik aracı olarak ortaya ne konabilir? 2. Alternatif öğrenme gelenekleri neler olabilir? 3. Geçmişin bilgisi kurumsallaştırılmadan yaygınlaştırılabilir mi? 4. Hayatlarımızı ve ekonomilerimizi sağlıklı bir toplum ve çevre yaratacak şekilde nasıl yeniden düzenleyebiliriz? 5. Duyu-ötesi bir okuryazarlık, dünyayla temasımızı artırabilir mi? 6. Farklılıklarla nasıl yaşayabiliriz? Dünya sevgisini nasıl yeşertebiliriz? Özür dilemeyi ve bağışlamayı, şiddet ve zulmü aşmayı nasıl öğrenebiliriz?”[5]
İtiraz edilecek hiçbir madde yok, herkesin mutabık kalacağı, kesişimin sağlanacağı genel söylemler bunlar. Ben yedinci bir madde ekleyerek sanatı (!) da işin içine katmak isterdim:
7. Sanatın incelikli ve derinlikli dilleri ne zaman aramızdan kayboldu? Yerelliğin ardından yas tutmayı, bu derece küreselleşen ve aynılaşan bienaller ne kadar üstlenebilirler? Çoğul dilleri dümdüz eden sanat pratikleri ne ölçüde yaralarımıza merhem olur? Getirilen/getirilecek olan eleştirileri baştan muhafazakâr veya otoriter birer tavır olarak yaftalamak, iletişim kanallarını açık tutmak isteyenlerin elinde nasıl gerekçelendirilir? Bozulan dengeleri yeniden/yeni yollarla tesis etmek uğruna yola çıkılan sergi alanlarında yabancılaşan seyirci profili hiç mi fark edilmedi, nasıl bu kadar körleşildi?
*Bu yazı, -birer ‘beyaz yakalı’ olmuş- bir grup üniversite mezunu gencin rehberli tur eşliğinde bienalin bir bölümünü gezmelerinin ardından “hiçbir şey anlamadım” şeklindeki ortak beyanlarına mukabil yazılmış ve onlara ithaf edilmiştir…
__
[1] Jacques Ranciere, Estetiğin Huzursuzluğu, çev. Aziz Ufuk Kılıç, İstanbul: İletişim Yayınları, 2012, s. 48.
[2] https://bienal.iksv.org/tr/17-istanbul-bienali/kuratoryal-metin
[3] John Frow, Cultural Studies and Cultural Value, Oxford: Clarendon Press (1995): 131 vd. Aktaran Mario Perniola, Sanat ve Gölgesi, çev. Kemal Atakay, İstanbul: İletişim Yayınları, 2016, s. 84.
[4] Hans Belting, Sanat Tarihinin Sonu, çev. Mustafa Tüzel, İstanbul: İletişim Yayınları, 2020, s. 86.
[5] 17. İstanbul Bienali-Rehber, küratöryel metinden özetle, s. 22-23.