Savaşlar, Çocuklar ve Barışa Örgü

“Çok fazla” olarak nitelendirilmeleri için kaç çocuğun ölmesi, kaç çocuğun depresyon ve travma sonrası stres bozukluğu semptomları göstermesi, kaç çocuğun vücudunun yarısından fazlası yanmış halde getirildiği hastanede morfin ve ağrı kesici olmadan ameliyat edilmesi gerektiğini sorguluyorsun…  Çatışmalardan sağ kurtulan çocukların yaşadığı acıyı uzaklardan hissediyorsun. Savaş, hayatta kalanın da omuzlarına acı yüklüyor ne de olsa…

Dünya çoğu zaman onu bir mantık çerçevesine yerleştirme çabamızın bir uzantısı olarak “Neden?” sorumuza sağır, herkesin gözü önünde yaşanan insani trajedilere kör ve kayıtsız kalır. 

 

Her şeyin bir kurmaca olmasını dilersiniz, ama bombalar peşi sıra düşerken, çocuk hastaneleri bile vurulurken, yüzü bir türlü gülemeyen çocuklar savaş sahasına dönmüş oyun parklarının orta yerinde bir tahterevallinin yanı başında haykıra haykıra ölürken, kayıpların acılı yüzleri gözümüzün önünden bir an olsun ayrılmazken, hakikat denen o illet, soğuk bir kış rüzgârı gibi yüzünüze çarpar, sizi hissizleştirir. 

 

Varoluş daha da anlamsızlaşır. “Savaşın sonunu sadece ölüler görür” derken Platon, ne kadar da haklıdır… Savaşın sonunu, hastane morglarındaki paramparça ve kimliği tespit edilemeyen çocuk cesetleri görüyor. 

 

Çatışmaların, yıkımların, göçlerin, ötekileştirmelerin, şeytanlaştırmaların zihinlerde açtığı yaralar kaygılarımızı körüklüyor; şu kısıtlı ömrümüzde şefkatle bizi sarıp sarmalamasını beklediğimiz dünyanın keşmekeşinin içinde ayağımızın altındaki zemini kayganlaştırıyor. 

 

Bir yandan da çocuklarının bacaklarına ve karınlarına isimlerini usul usul yazan ve çatışmalarda olur da ölürlerse kimliklerinin bulunması için önceden önlem alan çaresiz anneler, gözyaşı kurumuş babalar düşüyor gözbebeklerinin önüne… 

 

Her an öleceğini, yaralanacağını, hedef alınacağını bile bile yaşamanın, hayatın ölümü beklemekten ibaret hale gelişinin trajik resmini çizebildik mi dersiniz? 

 

Barışa Örgü 

 

Sonra bir anda Slovenya’da 13 yaşındaki ilkokul öğrencisi Anja Rozen tarafından yapılan ve dünya çapında 600 bin çocuğun resim gönderdiği bir yarışmada birinci olan, barış temalı çizimi düşünürken buluyor insan kendini… 

 

Örgü ören bir çift el var çizimde. Resmini şöyle yorumluyor Anja: “Çizimim bizi bağlayan ve birleştiren toprakları temsil ediyor. İnsanlar birbirine örülmüştür. İçlerinden biri ayrılırsa diğerleri düşer. Resmimdeki eller dünyayı temsil ediyor ve dünya bizi birbirimize bağlıyor, bir arada tutuyor. Hepimiz gezegenimize ve birbirimize bağlıyız ama ne yazık ki bunun farkında değiliz. Barış sayesinde gezegenler ve dünya istikrar ve büyüme sağlar.” 

 

Yani, diyor ki Anja, hepimiz birbirimize örülmüşüz ve hepimiz birbirimizin hikâyesini örüyoruz. 

 

Charlie Mackesy’in Çocuk, Köstebek, Tilki ve At kitabında köstebeğin, “Bazen yalnızca nefretten söz edilir ama dünyada hayal edemeyeceğin kadar çok sevgi var” demesi misali…

 

Slovenya’dan Vietnam’a uzanıyor çocukların örgüleri… Vietnam Savaşı’nın simgesi olan ve atılan bombanın etkisiyle çığlık çığlığa yollarda çırılçıplak koşan, vücudu yanıklar içindeki küçük kız Kim Phuc, Slovenyalı Anja’nın gözlerinde canlanıyor silinmeyen yaraları eşliğinde…  

 

“O Adam Benim!” 

 

Kim Phuc’un, 1996 yılında Washington’da Vietnam Savaşı’nı anmak için düzenlenen bir törendeki sözleri ve ardından yaşananlar ise “savaş” söz konusu olduğunda hep kulaklarımızda yankılanmalı.  

 

Kim Phuc, “O bombaları atan pilotla karşılaşsam, ona geçmişi değiştiremeyiz, derdim. Ama bugün, yarın ve hatta sonsuza dek barışa hizmet etmek için elimizden geleni yapabiliriz!” dedikten sonra kürsüde eline bir kâğıt sıkıştırılmıştı ve kâğıtta “Kim, o adam benim!” yazıyordu. 

 

Üzerine 1972’de Napalm bombası atan uçağın pilotu ona titreyerek, çok büyük bir mahcubiyetle bakıyordu… 

 

Kim Phuc, kollarını açarak adama koşmuş ve ona sarılmıştı. Pilot Plummer ise, o dönemde yapılanlar karşısında yıllardır harap halde yaşıyor, Kim’in fotoğrafını cüzdanından ayırmıyordu. İkisi de sonsuza dek barışa hizmet etmek için elinden geleni yapmak istiyordu artık… 

 

Ardından “büyük devletlerin” dünyasına dönüyorsun ve barışa hizmet etmek için ellerinden neler geldiğini ama neler yapmadıklarını düşünürken buluyorsun kendini… 

 

Çocuk hakları için en yaygın kabul gören uluslararası standart olan Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi’nin, çocukların sağlık, eğitim, oyun, insanca yaşam, istismar ve zarar görmekten korunma haklarına dair maddeleri ve Cenevre Sözleşmesi’ne 1977 yılında eklenen ilave protokollerle çocukların çatışma sırasında korunması ve kendilerine gerekli yardım ve bakımın sağlanmasına dair hükümler geliyor aklına. 

 

“Çok fazla” olarak nitelendirilmeleri için kaç çocuğun ölmesi, kaç çocuğun depresyon ve travma sonrası stres bozukluğu semptomları göstermesi, kaç çocuğun vücudunun yarısından fazlası yanmış halde getirildiği hastanede morfin ve ağrı kesici olmadan ameliyat edilmesi gerektiğini sorguluyorsun kendi kendine ağır bir dille yazılmış uluslararası protokollerin satır aralarında… Gözünün önünü molozların arasından kurtarılmış ve travma sonucu tir tir titreyen Gazzeli çocukların videoları kaplıyor.

 

gazze çocuk

 

Kâğıt Üzerinde Kalan Protokoller 

 

Devletlerin bu protokollere, sözleşmelere, taahhütlere imza atmadan önce, her koşul altında “çocukların her şeyden önce geleceği” gerçeğini neden bir türlü içselleştiremediğini anlayamıyorsun… Hem de çatışmaların birinci kurbanının ve bedeli en çok ödeyenin her daim çocuklar olduğunu bile bile… 

 

Çatışmalardan sağ kurtulan çocukların yaşadığı acıyı uzaklardan hissediyorsun. Çoğu zaman “sağ kurtulmanın”, pek de “sağ” olmadığını, kolunu, bacağını veya en yakın dostunu, yakınını, annesini, bakım verenini kaybeden, travma sonrası stres bozukluğunun âlâsını yaşayan, okula gidemeyen, öğrenme güçlüğü çekmeye başlayan, hayattaki öncelikleri bir anda değişiveren, hıçkırıkları boğazına dizilen bir çocuğun ne kadar “sağ” olarak nitelendirilebileceğini sorguluyorsun yine kendi kendine… Savaş, hayatta kalanın da omuzlarına acı yüklüyor ne de olsa…

 

Doğadaki güzellikler zihnine üşüşüyor bir yandan da… Biyolojik olarak kendi ışıklarını üretebilen planktonların Vaadhoo Adası’nda sürü halinde karaya vurduğu o meşhur “biyolimünesan” (biyo-ışıklandırma) serpintisine dair gördüğün o fotoğrafı düşünüyorsun. Bu özellikleri sayesinde avcıları korkutarak kendilerinden kaçırabildiklerini veya kendilerini avlamak için pusuda bekleyen hayvanların avcılarını bölgeye çekmek için bu özelliklerini kullandıklarını öğrenmişsindir kısa süre önce… 

 

Bir yandan da bombaların, füzelerin, silahların, acıların serpintisi çörekleniyor kalbine. Barışın ışıltısından korkanlara, sahte parıltılar kullananlara öfkeleniyorsun. 

 

Savaşın trajik olayları sıradanlaştırması karşısında isyan ediyorsun. Kaç çocuğun öldüğü değil, savaşın ekonomiyi nasıl etkileyeceğinin konuşulmasına içerliyorsun. Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinin ardından çevre ülkelere yönelik Ukraynalı mülteci göçü karşısında “Bunlar Iraklı, Suriyeli değil. Bizim gibi beyaz, mavi gözlü, sarı saçlı insanlar. Onlar ölüyor!” diyen ve birkaç ay önce Ortadoğulu mültecileri sınırdan geri püskürtürken Ukraynalı mültecileri kapıda güllerle karşılayan Avrupa zihniyetinin, İsrail’in Gazze’ye yönelik bombardımanı sırasında ölen, travma yaşayan, uzuvlarını kaybeden “kara tenli” çocukları hangi “renk skalası” üzerinden değerlendirdiğini tahmin edebiliyorsun. 

 

Ekranlardan tanıklık ettiğin acı ile arana bir türlü mesafe koyamıyorsun. Gazze’de, Ukrayna’da, Yemen’de, Suriye’de, Irak’ta ölen binlerce çocukla araya nasıl mesafe konur ki zaten? 

 

Ukrayna’dan Suriye’ye Çocuklar 

 

Çocuklara yaşatılan bu eziyet ve insanlık suçu karşısında çaresizlik ve kızgınlık duygusu içerisinde debeleniyorsun. Ukrayna’da savaş nedeniyle metro istasyonlarında oluşturulan sınıflarda eğitimine devam eden ilkokul çocuklarını görünce de, İdlib’de ailesinin geçimini sağlamak için okulu bırakıp alüminyum doğrama atölyesinde çalışan savaşın çocuklarının hikâyelerini okuyunca da aynı ölçüde kaygılanıyorsun. 

 

Suriye’de savaş ve çatışmalardan dolayı travma geçiren çocukların uykuya dalmalarına yardımcı olmak için nörolog ve müzik terapistlerinin danışmanlığında her akşam özel bir ninni yayınlayan radyo istasyonlarının frekansıyla çarpıyor kalbin…

 

Dünyanın tüm çocuklarının gözyaşlarını içine çekip onlara hiç kalmasın istiyorsun. 

 

Ve Aziz Nesin’in yakarışına ortak oluyorsun: “Öyle bir ağlasam / Öyle bir ağlasam çocuklar / Size hiç gözyaşı kalmasa… Öyle bir aç kalsam / Öyle bir aç kalsam çocuklar / Size hiç açlık kalmasa… Öyle bir ölsem / Öyle bir ölsem çocuklar / Size hiç ölüm kalmasa…”

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.