Seçim Ekonomisinin Geleceğe Maliyeti
Seçim ekonomisi kapsamındaki hamlelerin büyük çoğunluğu, eşitsizlikleri derinleştirmekten başka işe yaramadığı gibi, geleceği de ipotek altına alıyor. Çünkü bu hamleler bir yandan da bir gelecek borçlanması; ‘devletin fedakârlığı’ olarak kavramlaştırılan da bu… O fedakârlığın maliyetini yıllardır yaşamak yetmiyormuş gibi bir de çocuklarımıza devrediyoruz…
2019 yılında erken emeklilik konusuyla ilgili, “Arkadaşlarıma söylüyorum. Beni bu yola asla teşvik etmeyin. Milletimin zararına olan bir şeye asla yokum. Seçim kaybetsek de yokum. Bütün dünya bizim sistemimizi kendine uyarlamaya çalışıyor, bizdeki bazı köhne zihniyetler sistemi çökertmek için hinlik peşinde koşuyor” diye konuşan Cumhurbaşkanı, üç yıl sonra EYT’lilere bekledikleri müjdeyi verdi. Bunun ‘devlet için fedakârlık’ olduğunu ama motivasyonun ‘millet’ olduğunu, “Her konuda ve her zaman olduğu gibi bu düzenlemeyi de milletimiz için yapıyor, milletimize adıyoruz” sözleriyle vurguladı. Devlet ve millet kavramları haliyle ‘seçim-iktidar’ kavramlarını görünmezleştiriyor. Oysa buradaki motivasyonun ‘millet’ olmadığını, 2019’da pek ihtimal dahilinde görülmeyen ‘seçim kaybetmenin’ bugün için daha ağır basması olduğunu herkes teslim ediyor.
Sadece seçim ekonomisi için değil, genel itibarıyla iktidarın 20 yıllık süreçte ‘devlet-millet’ ikiliği üzerinden attığı zikzaklı adımları rasyonelleştirdiğini biliyoruz. Özellikle de söz konusu sosyal güvenlik konusu olunca. Ana muhalefet partisi olan CHP, sistemle ilgili değişikliklere tepkisinin günü kurtarsa da ilerisi için yapısal sorunlar oluşturmaktan kaynaklandığını halka anlatamadığı gibi, millete karşı rejimin, statükonun koruyucusu gibi konumlandırıldı. Kimi zaman bu konumlandırma CHP’nin de işine geldi, çünkü güçlü bir damarı da vardı. Koç Üniversitesi öğretim üyesi Erdem Yörük’ün Türkiye’de Refah Devleti ve Siyaset isimli kitabı bu konuda geniş kapsamlı bir kaynak niteliğinde.
Türkiye’nin refah sistemindeki tarihsel dönüşümünü, siyasi arka planıyla birlikte ele alan Yörük, 1960’lı yıllardan günümüze kadar olan durumu partilerin tutumlarından, iktidar-muhalefet ikiliklerine kadar geniş bir yelpazede analiz ediyor. Bu bölümde yer verilen Meclis tutanakları; iki parti arasında sosyal güvenlik ile sosyal yardım bakışı olarak adlandırılabilecek iki temel politika farklılığını ortaya koyuyor. 2017’de vefat eden CHP Milletvekili Enver Öktem, 5263 sayılı Kanun’la ilgili görüşlerini açıklarken; “Hükümetin, yakında Meclis gündemine getirmeyi düşündüğü sosyal güvenlik reformu paketini de dikkate alarak net bir biçimde söyleyebiliriz ki, bu hükümetle birlikte Türkiye’de sosyal güvenlik sistemi de tarihe gömülmek istenmektedir. Yerine ne konulacaktır; sosyal yardım sistemi. Bu iki sistemin farkı nedir; sosyal güvenlik sisteminde vatandaşlar, emekçiler öznedirler, hak ve yetki sahibidirler; sosyal yardım sisteminde, bu haklar lütuf halini alır, kamu hizmeti yerine ticaretin hâkim olduğu bu düzende, parası olmayana da yardım yapılır, sadaka verilir” cümleleriyle anlatıyor bu tutumu…
İktidar bugün de sosyal yardım miktarlarının artmasıyla övünüyor ve seçim ekonomisi kapsamında yeni hamlelerin geleceğini duyuruyor. Enflasyonun ağır yükünün giderek daha çok hissedildiği bugünlerde; ücretli çalışanların bile hızla yoksullaştığını, gelir adaletsizliğinin giderek arttığını görüyoruz. Orta sınıflar için birkaç yıl önce kolaylıkla halledilebilen ihtiyaçlar bugün lüks gibi görünüyor. Bir yandan da devlete, sosyal yardıma bağımlı olanların sayısı artıyor ve bu konuda iktidar kesenin ağzını genişlettikçe genişletiyor.
Salgın Sonrası Toplum
İLKE Vakfı Toplumsal Düşünce ve Araştırmalar Merkezi’nin (TODAM) hazırladığı Salgın Sonrası Toplum raporu, alım gücünün düştüğüne şöyle işaret ediyor: “Mevcut enflasyon ortamında hanelerin gıda ve giyim gibi temel ihtiyaçlarına yönelik alım gücü eridiği gibi konut ve taşıt gibi uzun vadeli hedeflerin gerçekçi olmaktan çıkması da toplumsal halet-i ruhiyede belirsizlik, endişe ve karamsarlığı derinleştiriyor. Dolaylı vergilerin yüksekliği kayıt dışı ekonomiyi çözümsüz hale getirirken, dar gelirli geniş tabakalar için tüketim eşitsizliğine yol açıyor. İhracat ve ithalattaki artışın toplumsal refaha dönüşerek alt tabakalara yayılması gerekiyor. Enflasyon oranı TÜİK verilerine göre Kasım 2022’de yüzde 85 oldu. Ücretler ise aynı oranda artmıyor.”
16 farklı kategoride verilerle pandemi sonrası toplumsal dönüşümün resmini ortaya koyan rapor, Türkiye’de kişi başına düşen GSYH’nın 2021’de 9.500 dolarla dünya ortalamasının altında olduğunu, buna karşın bankaların net faiz gelirinin ise 2022 Eylül itibarıyla bir önceki yıla göre yüzde 216 artarak 497 milyar lira olduğun hatırlatarak, “Dolayısıyla refahın geniş toplum kesimlerine eşitlikçi yayılması bakımından olumsuz bir gidişat olduğunu görmek gerekiyor” uyarısında bulunuyor.
Raporun bulgularından biri de eğitim, sağlık ve hukukta çok boyutlu bir dönüşümün yaşandığı. Salgınla birlikte ekonomik krizin etkisiyle bu üç alanda aşikâr hale gelen bir ‘anomi’ olduğu belirtilen rapora göre, ‘hekimlere yönelik şiddet, sözleşmeli öğretmenin geçinememesi veya genç bir avukatın nitelikli meslekî gelişim imkânından mahrum kalması arasında bir yapısal ilişki’ bulunuyor. “Üç alanda da mesleğin statüsü, gelir düzeyi, güveni ve kamusal güvencesi aşınıyor. Üç alanda da çarpıklıklara karşı bürokrasi kendini ve günü kurtarmaya, sermaye hem uzman emeğini istismar etmeye hem de hizmet alanı müşterileştirmeye yatkın” saptamasında bulunan rapora göre; ideolojik rantın, bürokratik tutuculuğun, kapitalist sömürünün ötesinde sağlık, hukuk ve eğitimde ortak fayda, değer, bilgi ve güven ittifakını kurmak gerekiyor.
Sosyal devletin en önemli iki adımı olan eğitim ve sağlık alanının giderek özelleştiği ve nitelikli hizmete ulaşmanın iyice sınıfsallaştığı bir dönemdeyiz. Eğitim ve sağlıktaki özelleştirmeler eşitsizlikleri derinleştirdiği gibi, toplum içinde ayrıcalıklı sınıfların oluşmasını sağlıyor. Eğitimle sosyal sınıfını değiştirebilme imkânı tamamen ortadan kalkıyor. LGS sınavının ebeveynlerin sosyal-kültürel-ekonomik arka planına göre eşitsizlikler oluşturduğunun, bakan olmadan önce bizzat Mahmur Özer’in yazdığı bir raporda vurgulandığını hatırlatayım.
Hukuksuzluğun Eşitsizliklere Maliyeti
Rapor, bu alanlarda yapısal reformların yanı sıra mesleki birtakım önerilerle sorunların çözümüne işaret ediyor. Ancak raporun farklı başlıklında sıklıkla ele alınan gelir ve servet eşitsizliğiyle ilgili asıl belirtilmesi gereken; eşitsizliklerin sadece ekonomik kararlarla ilgili olmadığı. Demokratikleşme, özgürlük, adalet alanında yaşanan sorunlar da bu alanlardaki sorunları katmerleştiriyor ve eşitsizlikleri büyütüyor. ‘Hukuk’ bölümünde Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvurularla ilgili son bir-iki yılda yaşanan artış oranı, durumu zaten yeterince anlatıyor. Ki bu Anayasa Mahkemesi Başkanı Zühtü Arslan’ın da sık sık dile getirdiği bir konu. Arslan, bu artışın uzun tutukluluk süreleriyle ilgili olduğunu dile getiriyor. Ancak bu konu da keyfiyete tabi; siyasi davalarda tutuksuz yargılama mümkün değilken, cinayet-şiddet davalarında kolaylıkla bu kararların alınabildiğini görüyoruz.
Daha önceki yazılarımda da eşitsizliğin yapısal sorunlardan kaynaklandığını dile getirdim. İktidarın hem pandemi sonrası hem de bugünlerde sürdürdüğü seçim ekonomisi hamleleri, kalıcı çözümler sağlamak yerine siyasal destek inşasıyla günü kurtarma hedefinde ve bu da durumu iyice ağırlaştırıyor. EYT konusundaki geri dönüşü de bu tutumun içinde değerlendirmek gerekiyor. Seçim ekonomisi kapsamındaki hamlelerin büyük çoğunluğu, eşitsizlikleri derinleştirmekten başka işe yaramadığı gibi, geleceği de ipotek altına alıyor. Çünkü bu hamleler bir yandan da bir gelecek borçlanması; ‘devletin fedakârlığı’ olarak kavramlaştırılan da bu… O fedakârlığın maliyetini yıllardır yaşamak yetmiyormuş gibi bir de çocuklarımıza devrediyoruz…