Seçim Sonrası Olay Yeri İncelemesi
Makro politikaların seçmende yarattığı etki sınırlı kalabiliyor. İşte tam da bu noktada, değerli ekonomist Mahfi Eğilmez’in de vurguladığı gibi, “mikro politika” ihtiyacı doğuyor ve sosyal yardım politikalarından yoksul hane ziyaretlerine, geniş istihdam çözümlerine, parti üyeliklerine dek seçmenin “kalbine” giden birçok “anahtar” devreye giriyor. Seçmenin her zaman rasyonel davranmayacağını ve duygularının olduğunu da sürekli akılda tutmak gerekiyor.
Cumhurbaşkanlığı ikinci tur seçiminde Recep Tayyip Erdoğan’ın yüzde 52 ile kazanması ve muhalefetin ortak adayı Kemal Kılıçdaroğlu’nun onun karşısında yüzde 48 ile kaybetmesinin ardından herkes bu tablo karşısında günah keçileri aramaya başladı.
Ancak bir kısmımız da bu tabloyu ne büyük bir başarı ne büyük bir yenilgi olarak görüyor.
Zira böylesine kutuplaşmış bir atmosferde, boş tencerenin, imar aflarıyla yerle bir olmuş kentlerin, kuru ekmekten başka bir besin konamayan beslenme çantasının, gençlerin boşa çıkan umutlarının ve içi boşaltılmış hak arama mücadelelerinin bile ikna edemediği ve desteğini alamadığı bir toplumda, dur durak bilmeyen dezenformasyon dalgası arasında sesi kısılan bir medyanın olduğu ve sınırsız devlet imkânlarının kullanıldığı bir ortamda, Kılıçdaroğlu’nun, hakkında ve Millet İttifakı’na dair yapılan onca kara propagandaya rağmen ikinci turu geçmesi oldukça zordu, olsaydı da kıl payı olurdu ve hatta büyük bir mucize olurdu. Bunun da hepimiz farkındaydık.
Ortak Yaşam Projesi
Biz işte bu mucizelere, bir değişim kıvılcımına inandık. Biz, bu seçim sürecinde farklı siyasi görüşlerin bir masa etrafında bir araya gelerek ortak paydalar üzerinden bir olabilme becerisine, bu zamana değin birbirini ötekileştirmiş bazı seçmen kitlelerinin, diğerini tanıma uğraşına hayran kaldık. Ortada, hatasıyla, eksiğiyle dahi olsa bir “kardeşçe ortak yaşam projesi” vardı.
Oysa yaşamdaki başarılarımız kadar karşılaştığımız, parçası olduğumuz, büyük bir hayal kırıklığına uğradığımız başarısızlıklar da bizim toplu eserimiz. Ve bunların kökenini doğru teşhis edip, doğru tedavi yöntemlerini ortak akılla ve analitik bir bakış açısıyla bulmalıyız. Bunun için de, sorunu yekpare bir bütün olarak değil binbir parçaya ayırıp her birini iyice inceleyip değerlendirerek, kendi aralarındaki ilişkileri analiz edip en sonunda bütün üzerinden sentez yaparak bulmalıyız.
Tüm bunlar da bir nevi dedektifin “olay yeri incelemesi” titizliğiyle yapılmalı ve yargılayıp yaftalamak yerine bir sosyal bilimcinin “toplumun her kesimindeki davranışların nedenini anlama” merakıyla yaklaşılmalı. Şu aşamada sonuç değil süreç odaklı olunmalı.
Ortaya çıkan bu tablonun kolay bir formülü yok. İktidar/muhalefet ikiliği üzerinden siyah/beyaz netliğinde bir açıklama ve bir çözüm de yok. Ancak doğru bir inceleme, tarafsız bir analiz ve sahada önalıcı çözümlerle başarısızlıktan ancak bu şekilde sürdürülebilir dersler çıkarılabilir. Hırsla, fanatiklikle ve öfkeyle değil, akılla ve sağduyuyla hareket etmek gerekir.
Günah Keçileri Yaratmayalım
Bu aşamada Kılıçdaroğlu’nu istifaya davet etmek, suçu onun kimliğine yüklemek veya gayrimenkulle vatandaşlık alan yabancılar, Suriyeliler ve Kürt seçmenler üzerinden günah keçileri yaratmak, salt bir kolaycılıktan ibaret. Muhalefetin tam da bu kritik süreçte yapması gereken değerli şeyler var.
Öncelikle, seçmen sayısındaki bir türlü açıklanamayan artışı istatistiksel olarak çözmek gerekiyor. Bu konuda Füsun Sarp Nebil, “seçmen sayısının nüfusa göre neden 6,7 milyon fazla” olduğuna dair sorgulayıcı bir yazı kaleme almıştı.
Benzer şekilde, seçim sürecinde hangi bölgelerdeki sandıklara müşahit, sandık görevlisi veya avukat gönderilmediğini tespit ederek Aşil topuklarını bulmak gerekiyor.
Seçim kampanyası sürecinde adeta birer popstar gibi karşılandıkları Anadolu kentlerini, seçim sonrasında unutmamak, bağları her zaman sıkı tutmak, kendini çok iyi anlatmak da önemli.
Kentlere global perspektiften değil, mahalleler üzerinden bakarak sorunların ve taleplerin kaynağına en yakın yerden siyaset yapmak, bunu da sırf esnaf ziyaretlerinden veya muhtarlarla toplantılardan ibaret görmemek, miting meydanlarında yapılan kalp işaretlerini toplumsal ilişkilerin tabanına somut şekilde yaymak gerekiyor.
Makro-Mikro Politika Ayrımı
Bunu geçtiğimiz gün değerli iktisatçı Mahfi Eğilmez de bir yazısında çok güzel açıkladı. Mahfi hocaya göre; “Rakibin iyi organize olduğu, mahalle düzeyinde birebir propaganda yaptığı yerde makro politikayla yol alamazsınız.” Çünkü farklı ölçeklerin farklı sorunları vardır ve farklı sorunlara da farklı çözüm önerileriyle yaklaşmak gerekir.
Makro politikayla kastettiği, ülkenin tümünü ilgilendiren konulara ilişkin, geniş bir tabanı içeren bir siyaset üretmek. Yani, Millet İttifakı’nın teknoloji ve bilgi temelli bir ekonomi yaratmayı önceleyen, çocukların, gençlerin ve kadınların insan haklarını gündeme getiren, toplumsal cinsiyet eşitliğinin gereklerini anımsatan, Avrupa Birliği ile tam üyelik hedefini vurgulayan, laikliği temel alan, demokrasi ve ifade özgürlüğünün alanını açmaya yönelik önermeleri “makro politika” kapsamına giriyor.
Ancak bu politikaların seçmende yarattığı etki sınırlı kalabiliyor. İşte tam da bu noktada “mikro politika” ihtiyacı doğuyor ve sosyal yardım politikalarından yoksul hane ziyaretlerine, geniş istihdam çözümlerine, parti üyeliklerine dek seçmenin “kalbine” giden birçok “anahtar” devreye giriyor. Seçmenin her zaman rasyonel davranmayacağını ve duygularının olduğunu da sürekli akılda tutmak gerekiyor.
Yani, bu politika önermelerinin, Balıkesir’in dağ köyünde henüz 13 yaşında nişanlanan bir Yörük kızının hayatına nasıl dokunacağı, onun haklarının nasıl savunulacağı konusunda “mikro” düzeydeki çözümlerle desteklenmesi gerekiyor. Bu Yörük kızının ailesine “toplumsal cinsiyet eşitliği önemlidir”, “erken yaşta evlilikler yanlıştır” demek yetmiyor; onun henüz çocuk yaşta evlendirilmesini önleyecek mikro mekanizmaları, yerel düzeyde doğru iletişim taktikleriyle, yerel temsilcileri kullanarak, halkla o organik ve samimi bağı hiç koparmaksızın, akılcı, sevecen ve etkin bir şekilde, seçim döneminde de iki seçim arasında da hayata geçirmekten, eğitim ve istihdam ayaklarını güçlendirecek projeler yürütmekten, gerektiğinde kadın hakları konusunda mücadele eden güçlü derneklerin yereldeki insan gücünü kullanmaktan, tabandan sürdürülebilir bir örgütlenmeden söz ediyorum.
Örneğin bu dağ köyünde seçmen ne istiyor? O seçmenin “evde bir boğaz daha eksilsin diye” kızının erken yaşta evlenmesini normalleştirmesi veya barınma sorunu olduğu için üniversiteye giden genç çocuğunu bir tarikat yurduna teslim etmesi gibi bir yerel dinamik, bir geleneksel kabul, normalleştirilmiş bir uygulama var mı?
Varsa, o bölgede geçim kaynaklarını geliştirmek üzere iş dünyasından ve yerel örgütlerden nasıl bir destek alınabilir? Çocukların okul devamsızlıkları takip ediliyor mu? Kadın dernekleri bu bölgelerde yeterince farkındalık çalışmaları yapıyorlar mı? UNICEF’in çocuk hakları özelindeki projeleri bu bölgelere ulaşıyor mu? Öte yandan, bu konularda muhalefetin politika önerileri, yerel halk tarafından “anlaşılıyor” mu, yoksa “elitist” veya “üstenci” mi görülüyor? En önemlisi de halkı, hem ülke hem de kendisi için demokrasi, laiklik, eşitlik ve sosyal adalet istemine ikna edebiliyor muyuz? Sosyal yardım dağıtılan evlerin kapı kapı dolaşıldığı bilinirken, toplumsal sorunlar yaşayan hanelere benzer destekler verebiliyor muyuz?
Mars’a Uydu Göndermek
Mahfi hocanın çok değerli bir tespiti daha var: “İç Anadolu’da bir köyde yaşayan insanların laiklikle, kadın-erkek eşitliğiyle ilgisi Mars’a uydu gönderilmesine olan ilgisinden fazla değil. Bu söylemler elbette makro politikanın temelini oluşturmalı ama bunların yanında yerel alanda mikro politikaya da ağırlık verilmeli.”
Dolayısıyla, seçim sonrası sürece dair analiz ve sentez sürecini “liyakatsizlik”, “beceriksizlik”, “yanlış aday seçimi”, “Alevi kimliği” gibi günah keçilerine indirgemek yerine, sorunun halkalarını yerel dinamikler üzerinden “mikro” düzeyde de okumak önemli; elbette makro düzeyde Batılı bir demokrasiye yaraşır hedeflerden de hiçbir zaman sapmadan ve taviz vermeden…
Öte yandan, oy kullanmayan 10 milyon seçmen olduğunu hesaba katarak, bir önceki seçimden bu yana neden sandığa gitmeyen kişi sayısının arttığını, seçme psikolojisini bilen uzmanlarla etraflıca görüşüp buna yönelik bir diskur geliştirmek de gerekiyor.
Bir sonraki seçimden birkaç ay önce değil, tüm bu süreç zarfında siyasetin ve demokrasinin tüm kanalları, doğru bir organizasyon şemasıyla, doğru kişilerin doğru yerel kanallarda görevlendirilmesi suretiyle, Altılı Masa’nın zamanında simgelediği geniş ideolojik yelpaze içerisinde Meclis’te yer alan milletvekillerinin yereldeki etki gücünün de aracılığıyla “insan kazanmaya” ve aktif siyasete odaklanılmalı, birbirinin kuyusunu kazmaya değil.
Bu organizasyon sağlamlaştırılmadıkça kişiler ve günah keçileri değişir, ama sonuç hep aynı olur ve olumsuz sonuçların mağduru değil mimarı oluruz.