Seçimlerin Topoğrafyası-4
Perspektif, seçim dolayımında ortaya çıkan toplumsal fotoğrafı ve siyasetin topoğrafyasını analiz ettiği ve geçtiğimiz günlerde üçüncü kısmı yayınlanan soruşturmanın dördüncü bölümü için BAYETAV (Bir Arada Yaşarız Eğitim ve Toplumsal Araştırmalar Vakfı) Genel Koordinatörü Sosyolog Ferhat Kentel, Başkent Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden Menderes Çınar ve Kadir Has Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Görevlisi Soli Özel’in görüşlerine başvurdu.
“İKİ TUR ARASINDA MUHALEFETİN İÇİNE GİRDİĞİ MİLLİYETÇİLİK YARIŞI, EN BÜYÜK YANLIŞLARDAN BİRİYDİ”
Ferhat Kentel-Sosyolog
Kemal Kılıçdaroğlu ve muhalefetin Cumhurbaşkanlığını kazanamamasını neye bağlıyorsunuz? Hangi söylemi, açmazı ve dinamikler bu sonucu doğurdu? Muhalefet seçim sonrası nasıl şekillenir ya da dizayn olur?
Öncelikle kimin kazandığı kimin kaybettiği meselesini hakkaniyetle tartışabilmek için, seçimlerin hangi şartlarda yapıldığını unutmamak gerekir. Devletin bütün olanaklarını kullanan, herkes için sandık ve oy güvenliğini tesis etmek yerine, bunu bir güç ilişkisi olarak gören, yenmekten başka çaresi olmadığını düşünen bir kanadın tahakkümünde gerçekleşen ve bu güce bağlı olarak, örneklerini bildiğimiz ama sayısını bilemediğimiz oy kaydırma gibi usulsüzlüklerin yapıldığı bir seçim olduğunu not edelim.
Bu şartlar altında gerçekleşen seçimler her şeyden önce devletçi-milliyetçi çizgi etrafında konsolide olmuş bir taraf ile dilini bulamamış bir kimlik karmaşası içeren bir taraf arasında geçti. Küresel ve ulusal düzeyde sosyal adalet sorunu etrafında süren güvensizlik ile beslenen ve rasyonel çözümler üretemeyen ruh halinin beslediği “kutsal” devlet, halk, lider arayışı, seçimlerde devletçi-milliyetçi çizginin en önemli besin kaynağı oldu. Bir tarafıyla çok olumlu bir dil eşliğinde barışçı bir performans göstermesine rağmen Kılıçdaroğlu ve muhalefetin en önemli eksikliği, işte bu ruh haline cevap verememek oldu.
Özellikle iki tur arasında muhalefetin içine girdiği milliyetçilik yarışı muhtemelen yapılan en büyük yanlışlardan biriydi. Tipik bir kalıpla söylersek, “gerçeği” varken, sonradan söyleme eklenen bu milliyetçi dil “sahte” kaldı. Kaldı ki, Kılıçdaroğlu’na oy veren kitleler içinde de güvensizlik duygusu mevcut olsa da, esas olarak eskinin devamı yerine, yenilenme arzusu hâkimdi ve bu kitleye eski üslubu tekrar etmenin hiçbir çekici tarafı olmayacağı çok belliydi. Ayrıca Erdoğan’a yakın duran “endişeli muhafazakârları” muhalefete çekmenin yolu milliyetçilik yarışı yapmak yerine, onları anlamaya çalışmak olmalıydı. Ancak bu anlama çabası belli ki bu insanların endişelerinin üzerine giydikleri milliyetçilik dış kabuğunu görmekten öteye gidemedi. Oysa “çağdaşlık” etiketi altında kimlikleşen ve bir iktidar dili olan, üstten bakan modernist ulus kurma politikaları karşısında aşağılanmış olan kesimlerle daha eşitlikçi bir ilişki kurmak denenebilirdi. Bu eşitlikçi ilişki için gereken en önemli adım da hem sınıfsal hem kültürel olarak ortaya çıkmış ayrımcılıktan ötürü bir özeleştirel ya da öz-düşünümsel bir tavır olabilirdi. Eğer böyle bir adım atılabilseydi, belki kutupçuluk yaparak beslenen iktidar kanadı altındaki kitlelerin aşağılanmayı aşmak için şimdi örtüştüğü ayrımcılık ve intikam diliyle hesaplaşması için de kapı açılabilirdi.
Seçim sonrası dönemde muhalefetin ne yapacağı hakkında bir fikrim yok. Ama hangi partiye ya da lidere oy vermiş olursa olsun, bu toplumda yaşayan insanların ihtiyacı olan şey sınıfsal ve kültürel olarak, eşit ve özgür olarak, bir arada yaşamaktan başka bir şey değil. Dolayısıyla bu arzuyu ve duygusal hali anlamak ve cevap vermek uzun vadeli bir gelecek için bir yol olabilir.
Recep Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığını kazanmasını neye bağlıyorsunuz? Hangi söylemi, stratejisi, ülke içi ve dışı dinamikler bu sonucu doğurdu? Erdoğan’ın seçim sonrasında topluma, devlete, siyasete, dış politikaya ve ülkenin kronik sorunlarına dair nasıl bir yol haritasının olacağını öngörüyorsunuz?
ERDOĞANCILIK, BİR YANDAN YARALI BİR HAFIZA, DİĞER YANDAN ELDE EDİLMİŞ SINIFSAL VE KÜLTÜREL ÜSTÜNLÜĞÜN DİLİ OLDU
Erdoğan’ın kazanmasına ilişkin de öncelikli olarak, Erdoğan’ın uyguladığı popülist milliyetçi politikaların sadece Türkiye’ye özgü olmadığını, iç ve dış düşman söylemlerinin çok yaygın bir ruh halini yansıttığını belirtebiliriz. Modernist rüyanın krize girdiği, başkalaştığı, kapitalizmin krizinin mutsuz insanlar yarattığı bir dünyada, Hindistan’da Müslümanların, Çin’de Uygurların verdiği tanınma ve eşit kabul edilme mücadelesi karşısında “düşmanlar” söylemi üretmek ya da Avrupa’da ırkçılık dillerinin bu ruh halinin ürünleri olduğunu söyleyebiliriz. İşte güvensizlik üreten bir dünyadaki bir Türkiye’den bahsediyoruz.
Bu genel resim altında, yukarıda açıklamaya çalıştığım gibi, Kılıçdaroğlu’nun kaybetmesindeki nedenler Erdoğan’ın kazanmasındaki nedenlerle bir arada işledi. Erdoğan ve ekibinin yürüttüğü seçim stratejisi, aslında zaten uzun zamandır süren “kutuplaştırarak” ve bölerek kazanmak fikrine dayanıyordu. Bu fikri sonuna kadar ve özellikle “teröre destek” konusunda her şeyi (“PKK ile işbirliği” gibi açıkça yalanlar söyleyerek, montaj videolar da dahil olmak üzere) mubah görerek hayata geçirdiler. Ama bu politikanın ilginç tarafı şu oldu: Bütün bu çabalara rağmen, Erdoğan kanadı yüzde 52 oy alabildi. Ayrıca ortalama seçmenin kafasında var olan “iktidarın kazanamama halinde seçim gecesi olabilecekler” üzerine hissedilen korkuyu da unutmamak gerekir. Bana göre, “dost” ve “düşman” olarak ayrıştırılmış bir toplumda ayrıca bu psikolojinin yaratılmış olmasının, seçim sonuçlarını açıklamada akılda tutulması gerekir.
Ancak Erdoğan’a oy vermiş olan kitleye dönersek, meseleyi sadece korkuya indirgeyemeyiz. Korku, bizzat oy verirken bilince çıkan, dile gelen bir gerekçe olamaz, ancak başka düşünceleri rasyonelleştirmenin altındaki duygusal altyapı olabilir. Bu düşünceler de hem korkuyu saklar hem de yol, köprü, inşaat, Togg, SİHA gibi modernist dile göre “altta kalmamanın” işaretleri vasıtasıyla, “çağdaşlardan bile daha modern” olunduğuna dair bir tatmin de sağlar.
Son olarak, Erdoğancılık, bir yandan yaralı bir hafıza, diğer yandan yeni zamanda elde edilmiş sınıfsal ve kültürel üstünlüğün dili oldu. Bu cenahta eski kibir sahiplerine karşı, elde edilmiş sembolik üstünlüğü kaybetme korkusu ve bu üstünlükle ortaya çıkan yeni bir kibir ile beslenen oylar söz konusu oldu.
Bundan sonrası için ise, biraz Sovyetler Birliği’nde komünist partinin politbürosuna seçilenlere ya da Kremlin Sarayı’nın duvarında görülen liderlere bakarak analiz yapan “Kremlinoglar” gibi, biz de bakanlar kuruluna seçilen isimlere bakarak konuşursak, öyle anlaşılıyor ki yerel seçimlere kadar, özellikle İstanbul gibi bir büyük metropolü kazanmak için savaş dilinden bir miktar geri durulacak.
Seçimler bize nasıl bir toplumsal fotoğraf ortaya çıkardı? Kutuplaşma ve ortaklaşma sarkacındaki Türkiye’nin, toplumsal ve siyasal fay hatları nasıl restorasyona tabi tutulabilir? Restorasyon sürecinde Kürt sorununu ve aktörlerini nasıl bir gelecek bekliyor? HDP/YSP’nin 14 ve 28 Mayıs seçimleri süresince izlediği seçim stratejisini nasıl buldunuz? Söylemi, kadrosu, performansı, hataları, açmazları ve güçlü yönleri nelerdi?
GENEL RESME BAKACAK OLURSAK, BİR “ÜST DİL”İN KISMİ HÂKİMİYETİNİN KONSOLİDE EDİLDİĞİ BİR MANZARA VAR
Reel siyaset, siyaset kurtlarının birtakım hesaplarla planlar yapıp, stratejiler ve taktikler uyguladıkları bir alan… Bu hesapların her zaman tutması beklenemez. Ancak elinde en çok güç (para, propaganda, vs.) bulunduran siyaset erbabı plan yaparken, bu planların gerçekleşmesi için yollarını bizzat kendileri döşeyebilirler. Daha güçsüz aktörler de tekelleşmiş aktörlerin işgal edemedikleri alanlarda hareket kabiliyetlerini genişletmeye çalışırlar. Son seçimler de böyle bir güç ilişkisine sahne oldu. Ve bir yanda CHP’nin içinde yer aldığı blok, diğer yanda HDP/YSP’nin izlemiş olduğu yol “başarısız” oldu.
Seçim öncesinde bütün partiler için olduğu gibi, HDP/YSP’ye yönelik de çok sayıda değerlendirme ve öneri yapıldı. Bugünden baktığımızda, bunlardan bazılarının (mesela HDP/YSP’nin kendi adayını çıkarması) muhtemelen başarılı olabileceğini düşünüyoruz. Ancak bunlar sadece varsayım. Sizin attığınız adımın çok karmaşık bir insan ve ruh hali coğrafyasında ve sizden başka çok daha hegemonik güçlerin olduğu arenada nasıl sonuç vereceğini garanti edemezsiniz. Daha başka bir açıdan bakacak olursanız, başarınız ancak sağlayacağınız geniş kitle tabanına veya toplumsal talepleri olan bir kesimin sağlayacağı duygusal enerjinin ve yaratacağı titreşimin gücüne bağlıdır. Eğer böyle bir güç olsa, zaten reel siyasetin içinde sözü edilen irili ufaklı taktiklerin hesabına bile gerek kalmaz.
Öte yandan daha genel resme bakacak olursak, Türkiye Cumhuriyeti devletinin sorgulanmasına neden olabilecek farklılıklar karşısında her zaman başvurduğu homojenleştirme çabalarına bağlı olarak, bugün de özellikle darbe dönemlerinde karşımıza çıkan bir “üst dil”in kısmi hâkimiyetinin bir kere daha konsolide edildiği bir manzara var. Geçmişte nispeten modern ulus-devletin ekonomik ve siyasal “ilerleme” diliyle titreşim halinde olan milliyetçilik dili yerine, bugün daha ziyade din soslu ve çok daha savunmacı bir milliyetçiliğin hâkim olduğunu görüyoruz. Başka bir ifadeyle, çok daha büyük korkularla beslenen ve bu korkulara bağlı olan büyüklük kompleksi içeren, toplumu bir cemaat olarak gören bir milliyetçilikten söz edebiliriz.
Bunu restorasyona tâbi tutmak büyük ölçüde toplumsal ilişkiler içinde yer alan aktörlerin karşılıklı olarak birbirlerine güven vermesine bağlı olacak. Çünkü, güvensizliğini kapatırken milliyetçi hamasetle şişen, kendinden başka gerçeklik tanımayan ve herkesin farklı korkulara (“şeriat geliyor!”, “başörtümüzü çıkaracaklar!”, “teröristler gelecek!”, “bölecekler!” vb.) sahip olduğu bir toplumda, herkesin herkese güven vermesi gerekecek. Milliyetçilikle yaralarını iyileştirmeye çalışan bir toplumda farklı kesimlerin aslında ortak dertleri olduğunu birilerinin, başkalarını beklemeden birilerimizin anlatması gerekiyor.
“KILIÇDAROĞLU BAŞARILI BİR KAMPANYA YÜRÜTTÜ ANCAK ERDOĞAN’IN FAİLLİĞİNİ GÖZ ARDI ETTİ”
Menderes Çınar-Siyaset Bilimci
Kemal Kılıçdaroğlu ve muhalefetin Cumhurbaşkanlığını kazanamamasını neye bağlıyorsunuz? Hangi söylemi, açmazı ve dinamikler bu sonucu doğurdu? Muhalefet seçim sonrası nasıl şekillenir ya da dizayn olur?
Millet ve Emek ve Özgürlük İttifaklarından oluşan muhalefet bloku ne parlamentoyu ne de Cumhurbaşkanlığını kazanabildi. Bunun birkaç nedeni olduğunu düşünüyorum. Şöyle ifade edeyim: Son 10 yıldır esasen kendisini yeniden üretmeye odaklanmış bir iktidar tarafından yönetiliyor Türkiye. Ekonomik kriz, büyük yolsuzluk ve yozlaşma pratiklerinin sıradanlaşması ve bunların yansımasıyla 6 Şubat depremi sonrasında arama-kurtarma ve kriz yönetiminde gördüğümüz beceriksizlik ve koordinasyonsuzluk bunun bir sonucu. Refah, mutluluk, nitelikli insan gücü gibi endekslerin tümünde geriye giden bir ülke söz konusu. Üstelik “öteki” sayılanların düşmanlaştırılıp, asgari insan haklarından, yurttaşlık haklarından muaf tutulduğu, işkence ve kötü muameleye layık görüldüğü ağır bir medeniyet kaybı da yaşıyor.
Hal böyleyken, muhalefetin varsayımı, iktidara yönelik toplumsal muhalefetin seçimi kazanacak kadar büyük olduğu, meselenin bu toplumsal muhalefeti azaltılmış seçeneklere yönlendirmekten ibaret olduğu idi. Dolayısıyla muhalefet bir agregasyon, toplama stratejisine başvurdu. Bu topla(n)mayı da azaltılmış bir demokrasi gündemi olan parlamenter sisteme geri dönüş ekseninde yaptı. Esasen siyasal seçkinler için alan açan bir yasal-kurumsal restorasyon gündemi olan parlamenter sisteme geri dönüş, mevcut Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin cumhurbaşkanın hükümdar olduğu fiili bir anayasasızlık durumu hatırlandığında hiç de anlamsız değildi. Üstelik, iktidarın kutuplaştırma stratejisini boşa çıkaracak bir muhalefet kompozisyonu tarafından savunuluyordu. Fakat bu azaltılmış demokrasi gündemi ekseninde agregasyon stratejisi azaltılmıştı, toplumsal muhalefetin büyüklüğüne fazlasıyla güvenerek Erdoğan’ın failliğini ihmal ediyordu ve agregasyonu da sorunluydu. Demokratikleşme, gelecek vizyonu sunma açısından kritik meseleler olan laiklik ve ulusal kimlik meselelerini ihmal etmesi, azaltılmış olması bakımından, Erdoğan’a devamlı vurabileceği bir yumuşak karın sundu: Bir güvenlik, beka tehdidi olarak Kürt meselesi.
MUHALEFET DEMOKRASİDEN ÇOK, İKTİDARIN OTORİTER, BAŞARISIZ VE BECERİKSİZLİĞİNİN YARATTIĞI SİYASİ RANTTAN BİR ARAYA GELMİŞ
Kılıçdaroğlu’nu destekleyen YSP/HDP’nin ancak bir çeşit “yanaşma” statüsünde muhalif bloka kabul edilmesi ise, aslında muhalefetin iktidarın YSP/HDP’yi kriminalize eden parametreleri içinde kaldığını gösterdi. Bu da “yumuşak karın”a hamlelerin etkisini artırdı. Bunlara ortak cumhurbaşkanı adayını belirleme sürecinin iyi yönetilememesi de eklenmeli. Kazanacak aday tartışması, adayın kazanamayacak olduğuna bizzat muhalefet blokunda inanlar olduğunu gösterdi. Kılıçdaroğlu oldukça başarılı bir kampanya yürüttü. Ancak bu kampanya “yeter ki sen doğru dur, eğri kendini belli eder” varsayımıyla Erdoğan’ın failliğini göz ardı eden, dolayısıyla dinamik olmayan bir kampanyaydı. Muhalefetin toplanma ekseni olan parlamenter sisteme geri dönüş gündemini marjinalleştirmesi ise bir çeşit tutarsızlıktı. Bütün bunlar zaten son derece eşitsiz şartlarda yarışan, oldukça dik bir yokuşu aldığı darbelere rağmen çıkmak zorunda olan muhalefetin işini çok zorlaştırdı. Muhalefetin, toplumsal muhalefetin büyüklüğüne güvenerek, bu eşitsiz şartları yeteri kadar problematize etmemesi de hem aleyhine oldu hem de iktidarın çok demokratik bir seçim yaptığımızı iddia etmesini kolaylaştırdı.
Aday belirleme, ortaklaşma, kampanya sürecinden anladığımız kadarıyla muhalefet, Türkiye demokrasisini kurtarmaktan çok, mevcut iktidarın otoriterliğinin, başarısızlığının ve beceriksizliğinin yarattığı siyasi ranttan faydalanmak amacıyla bir araya gelmiş. Kimin ne kadar, ne için fedakârlık yaptığına baktığımızda bunu biraz anlıyoruz. Kılıçdaroğlu’nun seçilmesi halinde ekibini açıklayamaması da bu çerçevede değerlendirilebilir. Bu durum, seçimden sonra ittifakın dağıldığının ilan edilmesini kolaylaştırdı, fakat siyasi rant dediğim alan da gelecekte revize edilmiş ittifakların kurulması için çekici bir unsur olarak devam ediyor. Mevcut sistem ve AKP’nin devasa gücü de muhalefeti ittifaklara mecbur bırakıyor. Ancak, Erdoğan muhalefetin yeniden bir araya gelmesini zorlaştıracak ve “liyakat” gibi argümanlarını elinden alacak işler yapıyor. Bu kapasite ile seçmenini de küstürmüş olan muhalefetin işi gerçekten zor görünüyor.
Recep Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığını kazanmasını neye bağlıyorsunuz? Hangi söylemi, stratejisi, ülke içi ve dışı dinamikler bu sonucu doğurdu? Erdoğan’ın seçim sonrasında topluma, devlete, siyasete, dış politikaya ve ülkenin kronik sorunlarına dair nasıl bir yol haritasının olacağını öngörüyorsunuz?
ERDOĞAN GÜCÜNÜ, İCABINDA FAULLÜ OYNAYARAK KULLANDI VE DEZAVANTAJLARINI GİDERDİ
Erdoğan ve iktidar bloku aslında seçim sürecine çok dezavantajlı bir konumda başladı ki, muhalefeti “kazandık bile” havasında seçime götüren de bu dezavantajdı. Ancak Erdoğan ve müttefikleri aynı zamanda çok güçlü bir konumda idi. Çok güçlü bir parti teşkilatının başındaydı, yıllardır iktidardaydı, iktidarı tümüyle elinde toplamıştı ve iktidarını muhalefetin rekabet şartlarını zorlaştırmak amacıyla kullanmıştı. Bildiğimiz medya hâkimiyeti, potansiyel ciddi rakiplerin temel hukuk ilkelerini ve insan haklarını zorlayan yöntemlerle devre dışı bırakılması, kamu kaynaklarını hiçbir denetlemeye tabi olmadan istediği gibi kullanması, seçim şartlarının eşit ve adil olmadığını gösteren örneklerdi. Ayrıca, demokrasinin küresel ölçekte, otoriter ülkelerin yükselişi ve demokratik ülkelerde otoriter siyasetlerin/eğilimlerin yükselişiyle gerilemesi de bu tür otoriter iktidar pratikleri için elverişli bir ortam sunuyordu. Erdoğan bu gücünü, icabında faullü oynayarak kullandı ve dezavantajlarını giderdi. En başta, muhalefetin yumuşak karnını görerek, 2015’ten beri sürdürdüğü YSP/HDP’yi kriminalize ederek kutuplaştırma stratejisine yüklendi. Bu doğrultuda seferber ettiği imkânların büyüklüğü ve manipülasyon dahil çeşitliği, bu stratejisini etkili kıldı. Böylece muhalefet kulak dahi verilmemesi gereken bir seçenek haline geldi. İkincisi, Türkiye Yüzyılı sloganını Togg, Hürkuş, Uçak Gemisi gibi projelerle ve uluslararası arenada “büyüklük” iddia eden söylemlerle takviye ederek bir gelecek vizyonu varmış gibi yaptı. Üçüncüsü, Utku Balaban, Bahadır Özgür, Cüneyt Akçay, Nail Dertli gibi yorumculardan öğrendiğimize göre ekonomik krizi büyütse de seçmen tabanının kendisinden kopmasını önleyecek ekonomi politikaları izledi. Yoksullaşmayı hızlandırdı ama istihdam yarattı, KOBİ’lerin zenginleşmesini sağladı; sosyal yardım alan ailelerle yüz yüze görüşme seferberliğini seçimden çok önce başlattı; EYT’yi çıkardı.
ERDOĞAN’IN KUTUPLAŞMACI SİYASET ANLAYIŞINI DEĞİŞTİRECEĞİNİ SANMIYORUM
Dördüncüsü, yine seçimden çok daha önce ve oyunun kurallarını bir kez daha kendi konjonktürel çıkarlarına göre yeniden belirleyerek, milletvekilliklerinin önce ittifakların, ardından ittifak içinde partilerin oy oranına göre saptanmasını değiştirdi ve il ve ilçe seçim kurullarında sonradan hâkim yapılmış eski AP teşkilatı avukatlarının etkili olmasını sağladı.
Seçim zaferinden, Erdoğan’ın bir paradigma değişikliğine gideceğini, kutuplaşmacı siyaset anlayışını değiştireceğini sanmıyorum. Ancak, muhalefetin dağınıklığı, önümüzde yerel seçimler olması, onu ötekileştirdiği toplum kesimlerinden destek devşirmeye yönelik bazı jestlere sevk edebilir. Makul sayılan kabinesi, rasyonel ekonomi politikalarına dönüleceğini, yıpranmış uluslararası ilişkileri onaracağını ifade eden bakanlar, örneğin muhalefetin elinden “liyakat” argümanını almak için yapılmış jestler olarak düşünülebilir. Bunun dışında Erdoğan’ın siyaset anlayışında kronik sorunları kamu yararını, gelecek nesilleri düşünerek çözme gibi bir düşüncenin olduğunu sanmıyorum. Sorunları kendi siyasetine, partisine, iktidarına hizmet edecek şekilde “çözen” bir sicili var Erdoğan’ın. Ayrıca, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin kurumsallaşması için de bazı adımlar atacaktır. Zaten böyle bir tasarım vardı. Yani, Erdoğan’ın kurucu lider olarak hareket ettiği fiili bir anayasasızlıktan sonra yeni düzenin kurumlaşması/yasalaşması bazı AKP çevrelerinde dillendirilmişti.
Seçimler bize nasıl bir toplumsal fotoğraf ortaya çıkardı? Kutuplaşma ve ortaklaşma sarkacındaki Türkiye’nin, toplumsal ve siyasal fay hatları nasıl restorasyona tabi tutulabilir? Restorasyon sürecinde Kürt sorununu ve aktörlerini nasıl bir gelecek bekliyor? HDP/YSP’nin 14 ve 28 Mayıs seçimleri süresince izlediği seçim stratejisini nasıl buldunuz? Söylemi, kadrosu, performansı, hataları, açmazları ve güçlü yönleri nelerdi?
İKTİDAR VE MUHALEFET BLOKUNDA, ÜLKENİN FAY HATLARINI ONARMAYA YÖNELİK BİR SİYASET OLDUĞUNU SÖYLEYEMEYİZ
Cumhurbaşkanlığı seçimlerine baktığımızda, ortasından bölünmüş bir Türkiye manzarası görünüyor ama daha dikkatli baktığımızda formel siyasi arenada üç ittifak ekseninde öbekleşme olduğunu görüyoruz. Aşırı sağcılığı seçim öncesinde katılan iki parti ile daha da koyulaşan Erdoğan liderliğindeki Cumhur İttifakı; Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ve temsil ettiği beceriksizlik, başarısızlık, iktidarın merkezileşmesi karşısında yer alan, bunun dışında bir siyasi karakteri olmayan ve Türkiye’nin tek (eski) merkez partisi olan CHP etrafında birleşmiş Millet İttifakı; Kürt siyasi hareketinin partisi YSP/HDP etrafında sosyalist partilerden oluşan Emek ve Özgürlük İttifakı. Ne iktidar blokunda ne de muhalefet blokunda fay hatlarını onarmaya yönelik bir siyaset olduğunu söyleyebiliriz. Esasen bu fay hatları eski, fakat bazen bilinçli çabalarla, bazen de onarmaya yönelik hiçbir şey yapılmadığı için devam ediyor. Bunların onarılması, parlamenter sisteme geri dönüş gibi restorasyon projeleri ile mümkün değil. Dolayısıyla muhalefetin fay hatlarını onarma gibi bir gündemi olduğunu sanmıyorum. İki kritik mesele olan laiklik ve ulusal kimlik konularında muhalefetin bir sessizliği söz konusu. CHP özelinde helalleşme anlamlıydı, fakat yeteri kadar olgunlaştırılmış ve bir politika unsuru haline getirilmiş değildi. Daha çok Kılıçdaroğlu’nun bir jesti olarak kaldı. Kürt meselesinden de YSP/HDP’den başka kimsenin bahsetmemesi sanki mesele bir tek YSP/HDP’yi destekleyen Kürtlerin meselesiymiş gibi bir durum oluşturdu. Bunlar fay hatlarını onarma gibi bir gündem olmadığını gösteriyor. Buna ek olarak YSP/HDP, seçim barajının düşmesi, maruz kaldığı baskı nedeniyle kadrolarının zayıflaması, kendisini tanıyıp tanımadığı belli olmayan bir ittifakın cumhurbaşkanı adayını “dışardan” desteklemesi ve gösterdiği bazı adayların tabanında/teşkilatlarında karşılığı olmaması nedenleriyle, beklediği performansı yakalayamamış görünüyor. Fakat YSP/HDP’nin daha temel problemi, kendi içinde yöntem konusunda anlaşmazlık olması ve kriminalize edilerek gayrimeşrulaştırılmasının siyasi yöntemleri tercih eden kanadı zayıflatması.
“MİLLET İTTİFAKİ İÇİNDEKİ PARTİLERİN, SEÇMENLERİNİ KILIÇDAROĞLU’NA OY VERMEYE İKNA EDEMEDİKLERİ ORTAYA ÇIKIYOR”
Soli Özel-Kadir Has Üniversitesi
Kemal Kılıçdaroğlu ve muhalefetin Cumhurbaşkanlığını kazanamamasını neye bağlıyorsunuz? Hangi söylemi, açmazı ve dinamikler bu sonucu doğurdu? Muhalefet seçim sonrası nasıl şekillenir ya da dizayn olur?
Ezbere bir şey demek istemem. Pek çok etken olduğu anlaşıldı seçimlerin ardından, her ne kadar bilimsel bir araştırma yoksa da elimizde. Millet İttifakı içindeki partilerin kendi seçmenlerini Kemal Kılıçdaroğlu’na oy vermeye ikna edemedikleri ya da etmeye de pek çalışmadıkları ortaya çıkıyor. Geneli itibarıyla belli ki seçmeni bugünkü iktidar yerine kendisinin yöneteceği bir Türkiye’de daha mutlu, müreffeh ve huzur içinde olacağına ikna edemedi.
Kılıçdaroğlu son yıllarda kendi asli seçmenini neredeyse hiç sakınmadan yaptığı açılımlara rağmen belli ki özellikle Orta Anadolu ve Karadeniz’de teveccüh bulmadı. Daha kötüsü, işi karşı tarafın ne yaptığını, başarısının nedenlerinin ne olduğunu kavramak ve ona göre siyaset ve strateji üretmek zorunda olan muhalif cephe ve özellikle CHP “geliyor gelmekte olan” lafının rehavetine kendisini de iyice kaptırmış. Yapılması gerekenleri yapmamış. Verdiği mesajların eksiğini-gediğini düşünmemiş. Düşünmemiş ki ilk turdan sonra barış ve kucaklama söyleminden dışlayıcı katı milliyetçi bir söyleme gözünü kırpmadan da geçiverdi arayı kapatabilirim diye. Stratejik düşünen bir parti ya da blok bu işi daha önceden yapardı, yapmalıydı.
Bu sonuca bakarak pek çoğu yanılmış olan anket şirketlerinin en riskli adayın Kemal Bey olduğuna dair önermelerinin doğru çıktığını söyleyebiliriz. Bunların ötesinde ve belki de bunlardan daha önemli olarak Kemal Kılıçdaroğlu’nun CHP’si, daha önce de tanık olunduğu gibi asılmadı (bunda Altılı Masa’daki toplam oyu yüzde 3’ü bulmayan partilere bol keseden milletvekillikleri verilmesinin de etkisi olmuştur mutlaka), bir davası olduğuna inanmadı. Bu seçimin ne denli hayati bir seçim olduğu hakkında kendi seçmenindeki ve genel muhalif kamuoyundaki kaygının yarısını kendi ruhunda duymadı. Bu kaygının etkisiyle hareketlenen ve müthiş bir enerji üreten bu kitlenin ne enerjisine ne heyecanına ne de örgütlenme kapasitesine yakın bir beceri, kapasite sergileyebildi. Kılıçdaroğlu doğru aday mıydı tartışmasına girmek istemem ama eksikliklerdeki ve hatalardaki sorumluluk, aday olarak, 13 yıllık CHP genel başkanına aittir bence.
CHP YÖNETİMİ VE KILIÇDAROĞLU, YENİLGİNİN ARDINDAN İSTİFA ETMEYİNCE BİR MEŞRUİYET VE GÜVEN KRİZİ YARATTI
Muhalefet bir bütün halinde kalabilir mi hiç emin değilim. CHP üst yönetimi, başta cumhurbaşkanı adayının kendisi olmak üzere bu yenilginin ardından yapılacak yegâne etik, ahlaklı, saygın hamleyi yapıp istifa etmeyince, hatta kendi destekçilerine teselli edecek nitelikte dişe dokunur bir mesaj bile vermekten aciz kalınca, daha sonrasında da binbir türlü mazeret üretmeye çalışınca, boyutları bugünden kestirilemeyecek bir meşruiyet ve güven krizini de kanımca yarattı. Yeni bir nefes, yeni kadrolar, yeni bir enerji gerekiyor. Bu kadroyla bunun becerilebileceğini hiç sanmıyorum. Yeni bir kadro ise CHP’de bu heyecanı yaratıp muhalif seçmene güven telkin edip muhalefet cephesini yerel seçimler için yeniden kurabilir mi emin değilim ama işe de bir yerden başlamak gerekiyor.
Recep Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığını kazanmasını neye bağlıyorsunuz? Hangi söylemi, stratejisi, ülke içi ve dışı dinamikler bu sonucu doğurdu? Erdoğan’ın seçim sonrasında topluma, devlete, siyasete, dış politikaya ve ülkenin kronik sorunlarına dair nasıl bir yol haritasının olacağını öngörüyorsunuz?
DEPREM BÖLGESİNDE İNSANLAR ERDOĞAN’IN SÖZÜNE, MUHALEFETİN VAATLERİNDEN DAHA FAZLA GÜVENDİLER
Secim kampanyasının eşit şartlarda yapılmamasının, medyadaki mutlak hakimiyetin, devlet imkânlarının hem maddi imkânları dağıtmak hem de baskı kurmak amacıyla kullanılmasının, negatif propagandada gerçek dışı malzemelerden yararlanılmasının ötesinde bunlar yapılmasa bile etkili olabilecek birtakım faktörler olduğu kanısındayım. Tayyip Erdoğan’ın seçmeniyle kurduğu ilişkideki duygusal bağlılık ve sadakat boyutu çok güçlü.
Nitekim AKP’nin aldığı oyun 2018’e göre 7 puan düşmesine karşın Cumhurbaşkanı’nın oyu birinci turda yalnızca 2,5 puan düşmüştü. Bunun ötesinde toplum, kendi güçsüzlüğünü Cumhurbaşkanı’nın içerideki gücü ve dışarıda büyük devletlere ve onların liderlerine kafa tutabilmesi nedeniyle onun şahsında ikame ediyor. Sonuçta deprem bölgesinde bile insanların belli ki önemli bir bölümü Erdoğan’ın sözüne muhalefetin vaatlerinden daha fazla güvendiler.
ÜLKENİN KRONİK SORUNLARINA DAİR BİR İLERLEME KAYDEDİLECEĞİNİ SANMIYORUM
Seçim sonrasında ekonomi politikasında bir değişikliğe gidileceği Mehmet Şimşek’in dönmesi için bunca ısrar edilmesinden belli, ama Merkez Bankası Başkanı Kavcıoğlu’nu BDDK’nın başına atarsanız “Acaba Şimşek kaç ay dayanır” sorusunu soranlara ya da bu yaklaşım değişikliğinin kalıcılığına şüpheyle bakanları haklı çıkarır gibi oluyorsunuz. Dış politikada daha yumuşak diplomatik bir yaklaşımın benimseneceğine dair hem Hakan Fidan’ın atanmasından hem de Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Azerbaycan dönüşü maiyetindeki gazetecilere söylediklerine bakarak işaretler var. Ülkenin kronik sorunlarına dair, örneğin eğitim sistemi, hukukun üstünlüğü, yargının bağımsızlığı, eşitsizlik, imtiyazlı kitlelerin kayırılması konularında pek bir ilerleme kaydedileceğini sanmıyorum.
Seçimler bize nasıl bir toplumsal fotoğraf ortaya çıkardı? Kutuplaşma ve ortaklaşma sarkacındaki Türkiye’nin, toplumsal ve siyasal fay hatları nasıl restorasyona tabi tutulabilir? Restorasyon sürecinde Kürt sorununu ve aktörlerini nasıl bir gelecek bekliyor? HDP/YSP’nin 14 ve 28 Mayıs seçimleri süresince izlediği seçim stratejisini nasıl buldunuz? Söylemi, kadrosu, performansı, hataları, açmazları ve güçlü yönleri nelerdi?
HDP’NİN DE DİĞER MUHALİF PARTİLER GİBİ TAKKEYİ ÖNÜNE KOYUP NEREDE YANLIŞ YAPTIĞINI DÜŞÜNMESİ GEREKİR
Muhalif kesimden pek çok kişi bu seçimlerin bir yol ayrımı seçimi olduğunu yazdı ve söyledi. Yani nasıl bir Türkiye, demokrasi, insan hakları, eşit vatandaşlık, ekonomik eşitlik gibi konularda hangi yöne gideceğimizle ilgili bir tercih dendi. Öyle bakarsak bir tercih yapıldı. Ve bu tercih muhalif kesimdeki özellikle okumuş kentlilerin tercihi değil. Bunun sebepleri ne olursa olsun daha milliyetçi, daha muhafazakâr ve değişim istese de bunu kendisiyle hayat arasındaki ilişkiyi fazla değiştirmeden yapmak isteyen, Cumhurbaşkanı’nın şahsında kendisiyle ilgili pek çok sorunu çözen, dünyayla dertlerinin dermanını bulan bir toplum portresi çıktı. Toplumun bu kesimi, aynı zamanda muhalefetin vaatlerine inanmadığı gibi belki bunların bir kısmından da rahatsızlık duyuyor. O zaman belki çok değiştiği ve değişim istediği ancak dönüşemediği söylenen bu toplumun gerçekten neyi özlediğini, arzuladığını iyi anlamak gerekiyor. Ancak, bir dönem daha devam edecek 20 küsur yıllık iktidarın sonunda ülkede pek çok şey geri döndürülemez ya da düzeltilemez şekilde de değiştirebilir.
HDP/YSP hakkında konuşmaya mezun değilim. Ama o partide de işlerin yolunda gitmediği, kendi seçmeniyle arasındaki bağın inceldiği belli. Demirtaş ile parti yönetimi arasındaki tartışma/iddia/yalanlama, krizin derinliğini de gösteren bir olguydu bence. Tabii bu arada HDP’nin kendi adayını göstermemesinin pek de doğru bir karar olmadığını da geriye bakınca anladık sanıyorum. Gösterse, iki turlu seçimin ruhuna daha uygun olurdu ve iktidarın elinden de çok güçlü bir kozu alırdı. Bunun ötesinde Türkiye’de toplumun henüz siyaset düzeyinde Kürt meselesini bir “siyasi mesele” olarak tartışmaya niyetli olmadığı, siyasi seçkinlerin çatışmacı dilini benimsediği anlaşılıyor. Bunun nasıl değişeceğini pek kestiremiyorum. Sonuçta HDP’nin de diğer muhalif partiler gibi takkeyi önüne koyup nerede yanlış yaptığını düşünmesi gerekecektir sanıyorum.
En son çıkan yazılardan anında haberdar olmak için bizi @PerspektifOn twitter hesabımızdan takip edebilirsiniz.
FERHAT KENTEL
Orta Doğu Teknik Üniversitesi İşletmecilik Bölümü'nden lisans (1981), Ankara Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümünden yüksek lisans (1983) ve Paris, Ecole des Hautes Etudes en Sciences Sociales'den Sosyoloji doktora (1989) derecesi aldı. Marmara Üniversitesi Fransızca Kamu Yönetimi Bölümünde, İstanbul Bilgi Üniversitesi ve İstanbul Şehir Üniversitesi Sosyoloji Bölümlerinde öğretim üyesi olarak çalıştı. Modernite, gündelik hayat, yeni sosyal hareketler, din, İslâmi hareketler ve etnik cemaatler üzerine çalışmaktadır.
MENDERES ÇINAR
1969 Ankara doğumlu. Doktora çalışmasını Bilkent Üniversitesi’nde tamamladı. Floransa Avrupa Üniversitesi Enstitüsü’nde Giorgia La Pira Araştırmacısı (1999) ve Boston ve Harvard Üniversitelerinde Ziyaretçi Araştırmacı (2008-9) olarak bulundu. Türkiye siyaseti ve İslamcılık üzerine çeşitli yerli ve yabancı dergi ve kitaplarda makaleleri yayınlandı. Siyasal Bir Sorun Olarak İslamcılık (Dipnot: Ankara, 2005), Türk Parlamento Tarihi: 1965-69, 4 cilt (TBMM: Ankara, 2012) ve Vesayetçi Demokrasiden “Milli” Demokrasiye (Birikim: İstanbul, 2015) başlıklı kitapları bulunmaktadır.
SOLİ ÖZEL
Kadir Has Üniversitesi Uluslararası İlişkiler bölümünde öğretim görevlisi olan Özel, aynı zamanda T-24, Duvar English ve Yetkin Report’ta düzenli yazılar kaleme almaktadır.