Seküler Dindarlık
Her semavi dinin bir ucu uhrevi olanda diğer ucu ise dünyevi olandadır. Hatta her din bir tür uhrevi/dünyevi algoritmasıdır. Bu anlamda dinler, dindarlıklar her zaman biraz sekülerdir, her zaman da öyle olmuşlardır.
Yine bir oksimoronla başladık! Türkçe okuryazarlığın çoğunluğu için. Yazının başlığından söz ediyorum. Elbette bu, en azından, benim için geçerli değil. Yani ben sekülerliği ve dindarlığı birbirlerinin karşıtı olarak görmüyorum. Üstelik bu, benim kişisel tercihime de dayanmıyor. Tarihsel olarak, özelikle vahiy dinleri bağlamında hiçbir zaman bugün Türkiye’de genelde kabul edildiği tarzda mutlak bir sekülerlik/dindarlık karşıtlığı mevcut olmamıştır da ondan. Birçok başka meselede olduğu gibi burada da kafa karışıklığı bence din ve vicdan özgürlüğü çerçevesinde değerlendirilmesi gereken tercihlerin taşıyamayacakları kadar büyük makro-politik anlamlar kazanmış olmasından ileri gelmektedir.
Meseleye temelinden başlayalım. Yani kavramları netleştirmeyi deneyelim. Vahiy kutsalın kökenidir ve uhrevi olanla dünyevi olan arasındaki ilk temas noktasıdır. İçerikleri, tarihsellikleri farklı da olsa tüm semavi dinler vahiy inancına, kabulüne dayanırlar. Ancak bir vahiy inancından tarihsel bir dine otomatikman geçilemez. Bir dine mensup olmak anlamında dindarlık esas olarak bu inançla, kabulle ne yapılacağına dair olandır. Eninde sonunda dindarlık, bir faninin vahiy inancını bu dünyada yaşadığı bölüm için geçerli olan bir kavramsallaştırmadır. Dindarlık tecrübesi bu dünyada vuku bulur. Bu anlamıyla da sekülerdir. Uhrevi olmayan, dünyevi olan manasında. Vahiy, Tanrı’nın insanla iletişim kurmasıdır. Din ise bu tecrübenin üzerine dindarın kendine bir hayat kurmasıdır. Bir kitabımda mealen şöyle demişliğim vardır: “Vahiy, yani kutsal yakar. Onu avucunuza alamazsınız. Din kapsamında ele alınabilecek bütün kavram ve kurumlar, örneğin ibadet, hukuk, günah vb. vahye dokunabilmeyi mümkün kılan eldiven gibidir. Din buzdağının bizim sandığımızdan çok büyük bir bölümü sekülerdir aslında”. Dolayısıyla her semavi dinin bir ucu uhrevi olanda diğer ucu ise dünyevi olandadır. Hatta her din bir tür uhrevi/dünyevi algoritmasıdır. Bu anlamda dinler, dindarlıklar her zaman biraz sekülerdir, her zaman da öyle olmuşlardır. Uzun lafın kısası ne kavramsal olarak ne de tarihsel olarak sekülerlik ve dindarlık birbirinin ötekisidir, hiç de olmamıştır. Üstelik bu algoritmanın muhasebesinin yapılacağı makam da bellidir inananlar için. Yani din dünyevidir ama sadece bu dünyada tamamlanmaz.
Sekülerliğin Modernlikle Sınırlanması
Bir diğer önemli mesele seküler olmanın modern olmakla, hatta Batılı/Batıcı olmakla, hatta ve hatta Türkiye’de Cumhuriyet Modernleşmesi sonucunda ortaya çıkan suni bir şey olarak görülmesidir. Oysa bu konuda geçtiğimiz haftalarda Perspektif’te yazdığım yazılarda da belirttiğim gibi söz konusu olan daha çok siyasi laikliktir. Toplumsal sekülerleşme ise daha çok ortalama dindarın zihniyet dünyasındaki değişimlerin takibini içerir. Sekülerleşmenin modernlikle sınırlanmasının abesliğini bir önceki paragrafta zaten açıkladığımı sanıyorum. Tekrar etme pahasına bir kez daha yazayım: Seküler olan, her tarihsel dinin içinde zaten potansiyel olarak mevcuttur. Bu potansiyelin hangi yöne doğru hareket edeceğini ise genellikle müminin yaşadığı hayat belirlemiştir. Yani onun ötesi sadece bir dozaj tartışmasıdır.
Seküler olanı sadece Batılı/Batıcı etkiyle sınırlamak ise özellikle bugün için bir politik kurnazlık olabilir ancak. Bu mesele bütün teolojilerin, yani Tanrı veya Din felsefelerinin en ateşli temasıdır ve bütün dinleri ve insanlığı çerçeveleyebilecek bir konudur. Vahyinin tarihselleşmesinden yüzyıllar sonra bir din için “sıfır sekülerlik”ten söz açanların, bunu akıldan geçirebilenlerin gerçekten yakından incelenmesi gerekir bence. Bunun için bile asgari teoloji lazımdır. Türkçede kullanıldığı anlamıyla ilahiyat teoloji midir? Başka bir yazının konusu olarak not edeyim kenara.
Türkçe İslamcı okuryazarlıkta bu savın savunma mevzilerinin ilki, İslam’ın zaten dünyevi bir din olduğu, dolayısıyla bu konuda Avrupa’da olduğu gibi bir Reformasyon’a ihtiyacı olmadığı önermesidir. Ki bu tez zaten İslam’ın fıtratında seküler bir din olduğunu örtük bir biçimde de olsa kabul etmektir. Bu mevzi aşıldığında ise İslamcı okuryazarlıkta ikinci bir savunma hattı, sekülerleşme yerine ısrarla Protestanlaşma kavramına başvurmada kurulur. Bugün bile birçok İslamcı okuryazarın Protestanlaşmanın aslında Hıristiyan sekülerleşmesi olduğunu bildiğinden pek emin değilim. Yani sekülerleşme kavramsal olarak Protestanlaşmanın daha evrensel bir halidir. İslamcı zihniyet cari dindarlığın, kendisinin de pek onaylamadığı değişim hatlarını “Protestanlaşma” diye niteleyerek “seküler” kavramını pas geçer. Dolayısıyla bu şekilde İslam, seküler olana hiç temas etmeyecek bir şekilde kavramsal olarak vakumlanır. Oysa bunu sistematik olarak yapanların yaşadıkları hayata baktığımızda en azından son dönemde çok hızlı, bayağı, hazmedilmemiş bir sekülerleşmenin yaşandığını görmek için dahi olmaya pek gerek yoktur. Bunu görebilmek için bile asgari bir mesafe şarttır. Oluşların adını koymak, yani kavramsallaştırmak ancak belli bir mesafeden mümkündür. Bu anlamda nitelikli bir teoloji yapabilmek, bu alanda kavram üretebilmek için gerektiğinde Tanrı’ya, dine belli bir mesafeden bakabilmek gerekir. Bu sefer “bakabilmek” dedim, çünkü o da görebilmenin ön koşulu.
Laisizm Politikalarının Rolü
Ancak bütün bunların böyle olmasında geçtiğimiz yazılarda sözünü ettiğim Osmanlı-Türkiye tecrübesinin laisizm politikalarının da önemli rolü olduğunu vurgulamak gerekir. Bir toplumda bir şekilde birlikte yaşayan hiçbir ideoloji, hiçbir zihniyet, hiçbir tutum ve davranış sadece kendi vakumunda yeşermez. Toplum birleşik kaplar gibidir. Her biri diğerinin olduğu halden rol çalar. Son zamanlarda sosyolojik nazarımda gündeme gelmeye başlayan “ilişkisellik” kavramı aslında tam da bunu ifade eder. En azından ben böyle yorumluyorum. Aslında kabaca şunu söylemeye çalışıyorum: İslamcılarda “seküler” ve “laik” olana karşı bu kadar güçlü bir tepkinin birikmiş olmasının sorumlusu sadece onlar değildir. Hatırlıyorsanız geçen bir yazımda İslamcılığı laisizmin ötekisi olarak nitelemiştim. Yazının başlığı olan seküler dindarlığın oksimoronluğunu Türkçe okuryazarlığın tümü için vurgulamıştım, sadece İslamcı bölümü için değil. Bu savımın en önemli kanıtı ise laisist söylem açısından da seküler dindarlığın bir oksimoron olmasıdır. İslamcılar sekülerliği dindarlığa yakıştıramazlar. Laisistler ise dindarlığı sekülerliğe. Toplumsal varoluşların ilişkiselliğini anlatabilmek için zaman zaman derslerimde, konferanslarımda “aynı tencerede pişmiş olmak” ifadesini kullanmışlığım çoktur. Bu anlamda laisizm ve İslamcılık aynı tencerede pişmişlerdir. Lezzetleri birbirine karışmıştır.
Seküler dindarlık kesinlikle ve kesinlikle bir oksimoron değildir. Tarihsel bir gerçekliktir. Dindarların çoğu sekülerdir zaten. Hatta kendi sandıklarından çok daha fazla. Sekülerlerin çoğu da dindardır. Çoğu zaman kendi sandıkları tarzda olmasa bile.
Bu meselenin kayıtsızlık, deizm, ateizm, agnostisizm vb. boyutlarına ise henüz hiç gelmedim bile. Umarım onlar da ileride yazacağım yazıların konusu olurlar.