Sekülerleşme Nedir?

Türkçede sekülerleşmeyi din dışı, din karşıtı bir şey olarak algılamaya pek meyilliyiz. Üstelik bu konuda Türkiye’de hiçbir konuda anlaşamayan kesimler ciddi bir fikir birliği içindedir. Bu açıdan bakıldığında “seküler dindarlık” bir oksimoron gibi görülür Türkçede. Oysa dünyadaki sekülerleşme literatürü açısından en önemli, en değerli olan süreçler dindarlık biçimlerinin kendi içlerinde yaşadıkları değişimdir.

Geçen hafta Perspektif’te “Laiklik Nedir?” başlıklı bir yazı yazmıştım ve bu yazıda Türkçede en yanlış bilinen ve kullanılan kavramlardan birincisinin laiklik olduğunu ileri sürmüştüm ve kendimce laikliğin aslında ne olduğunu ifade etmeye çalışmıştım. Aynı yazıda Türkçede en yanlış bilinen ve kullanılan ikinci kavramın ise sekülerleşme olabileceğinden söz etmiştim. Okumaya başladığınız bu yazıda işte bu ikinci kavrama değinmek istiyorum.

 

Ben sekülerleşmeyi basitçe şöyle tanımlıyorum: İnsanın, bireyin, yurttaşın, müminin hayatına dair aldığı kararlarda dünyevi unsurların uhrevi unsurları ikame etmesi. Bu karar süreçlerinde dünyevi unsurların rolünün artması, uhrevi unsurların rolünün ise azalması. Burada en çok dikkat edilmesi gereken nokta, sekülerleşmenin ancak ve ancak bir toplumun veya bir bireyin tarihinin iki noktasındaki tercih setlerinin karşılaştırılmasıyla ölçülebilir olması. Bu konunun ayrıntıları için değerli meslektaşım Volkan Ertit’in çalışmalarını salık veririm. Yani seküler olmak ya da olmamak mutlak bir şey değil. Sekülerleşme daha çok toplumun ya da bireyin iki tarihsel anı arasındaki kopuş ve süreklilikleri karşılaştırma imkânı veren bir süreç analizi.

 

Dinle İlişki Kurma Biçiminin Değişmesi

 

Meseleye kavramsal olmak yerine biraz daha tarihsel bir perspektiften bakarsak; sekülerleşme toplumun, bireyin, müminin inancını yaşama biçiminin, din(iy)le ilişki kurma tarzının zaman içinde değişmesi anlamına gelir. Bu değişim bazen toplumlar için daha uzun zaman süreleri üzerinden takip edilebileceği gibi, bazen de bireyler açısından bir ömür sürecinde ölçülebilir. Esas ilginç olan ise şudur: Sekülerleşmenin dindarlığı önvarsaymasıdır. Yani ancak dindar bir toplum, bir mümin sekülerleşebilir. Burada önemli olan dindarlığın ya da dinle ilişki kurma biçiminin değişiyor olmasıdır. Ancak böyle bir durumda sekülerleşmeden söz edilebilir.

 

Eğer semavi dinlerden söz ediyorsak, örneğin dindarlığın ve dinle ilişki kurma biçiminin vahyin indiği gündeki haliyle sabit kaldığı bir toplumda sekülerleşmeden söz edilemez. Belki okurlara biraz paradoksal gelebilir ama, herkesin ateist olduğu ya da din mefhumunun bulunmadığı ve bu realitenin yüzyıllardır sabit olduğu bir toplumda da sekülerleşmeden bahsetmek zordur. Elbette bu noktada ikinci seçeneğe neden “paradoksal” dediğimi açıklamam gerek. Bu söylediğim benim sekülerleşmeden anladıklarım açısından paradoksal değil, içinde yaşadığım toplumsal zihniyet açısından paradoksal sadece. Nereye varmak istediğimi yazılarımı düzenli takip eden okurlar tahmin etmişlerdir büyük ihtimalle. Türkçede sekülerleşmeyi din dışı, din karşıtı bir şey olarak algılamaya pek meyilliyiz. Üstelik bu konuda Türkiye’de hiçbir konuda anlaşamayan kesimler ciddi bir fikir birliği içindedir, çünkü sekülerleşme ve dindarlık zeytinyağı ile su gibi birbirine bulaşmaz iki şey gibi algılanır genelde. Bu açıdan bakıldığında “seküler dindarlık” bir oksimoron gibi görülür Türkçede. Oysa dünyadaki sekülerleşme literatürü açısından en önemli, en değerli olan süreçler dindarlık biçimlerinin kendi içlerinde yaşadıkları değişimdir. Zaten sosyolojik açıdan ölçülebilir olan da budur. Yoksa müminin kendi vicdanında yaşadıkları değildir söz konusu olan. İçsel değişimi bile ancak dışsal farklılaşmadan, yani tutumlardan, davranış biçimlerinden takip edebilirsiniz.

 

Ne birey bazında ne de toplum bazında ideal bir seküler olma hali söz konusudur. Bir kadının başının örtülü ya da açık olması onu otomatikman sekülerleşmiş ya da desekülerleşmiş kılmaz. Mühim olan bir kadının kendi tarihinde bu konudaki tutumunun nasıl değişmiş olduğudur. Başını örten bir kadının başını açması elbette bir sekülerleşme alametidir. Tıpkı cuma namazına giden bir erkeğin bir süre sonra gitmemeye başlaması gibi. Müslüman toplumlarda kadının başörtüsü kullanımı elbette en temel sekülerleşme endekslerinden biridir. Türkiye’de 20 yıldır AKP’nin, yani İslamcı bir partinin iktidarda olması hem İslamcı hem de Kemalist kamu açısından bir desekülerleşme işareti olarak okunmuştur. Ancak söz konusu 20 yılda Türkiye’de yapılan sosyolojik araştırmalar kadınların başörtüsü kullanımında artış bir yana düzenli bir düşüş tespit etmektedirler. Aynı şey oruç tutma, namaz kılma gibi bir Müslüman ülkede ilk akla gelebilecek diğer dindarlık parametreleri için de geçerlidir. AKP döneminde bu tür ölçülebilir parametrelerin hiçbirinde bir artış söz konusu olmamıştır. Kısacası bu alandaki bütün temel göstergeler, AKP döneminde Türkiye’de dindarlığın çok ciddi bir sekülerleşme süreci yaşadığını işaret etmektedir.

 

Eminim bu söylediklerimi okurlarımın bazıları bile kolaylıkla kabullenmeyeceklerdir. Ama işin gerçeği budur. İlgili literatüre biraz hâkim birinin sosyolojik açıdan başka bir değerlendirme yapması zordur. İşte bu da bana Türkçede tıpkı “laiklik” kavramında olduğu gibi “sekülerleşme” kavramında da çok bariz kullanım sorunu olduğunu söyleme hakkı tanıyor. Yani Türkçede “sekülerleşme” sanılan ile ilgili literatürdeki sekülerleşme arasında uzaktan yakından bir bağlantı yok gibi gözüküyor.

 

Bunları görebilmek için büyük bir deha olmaya gerek yok aslında. Asgari bir sosyal bilim anlayışına sahip olmak yeterli. Daha önce kullandığım bazı terimler aklıma geliyor: “sosyolojik nazar”, “sosyolojik basiret”. Dilerseniz bir de “sosyolojik izan” diyeyim bu yazımda. İşte bu açıklar, bu eksiklikler Türkiye’de sosyal bilim yapmanın önünde birer kale duvarı gibi dikiliyor. Oysa bir sosyal bilimci araştırdığı, çözümlediği birey veya toplumdan süzdüğü kavramları dönüp o bireye, topluma onaylatmak zorunda değildir, olmamalıdır. Sosyolojik kavramsallaştırmada siyaseten münasiplik aranmaz.

 

Sekülerleşme, Bireyin ve Toplumun Tecrübesini İfade Eder

 

Geçen haftaki “Laiklik nedir?” başlıklı yazımda laikliğin siyasi, hukuki bir kavram olduğunu ve devletin, kamu erkinin bir sıfatı olarak kullanılabileceğini söylemiştim. Bu yazıda da sekülerleşmenin ancak ve ancak bireyin ve toplumun tecrübesini ifade eden sosyolojik bir kavram olduğunu belirtmek istiyorum. Bu açıdan bakıldığında eğer biri dikeyse ise diğer yatay olanı işaret eden kavramlar bunlar.

 

Yazıyı bitirirken önemle vurgulamak istediğim bir noktaya geldim artık sanırım. Son iki yazıdır Türkçede laikliğin ve sekülerleşmenin kullanımında ciddi sorunlar olduğunu vurguladım. Bu konuda son bir konuya da değinmeden geçemeyeceğim. Bu konudaki çok yaygın bir sorun da, laikliğin ve sekülerleşmenin, çok daha basit bir dille söylersem “laik” ve “seküler” sıfatlarının eşanlamlı kavramlar gibi kullanılması. Üstelik bu durum sadece popüler okuryazarlık, sosyal medya bilgiçliği çerçevesinde değil maalesef akademik/entelektüel kamu için de geçerli. Bu konuda yazan çizen, hatta uzman olan birçok kişi bu iki kavramı kolaylıkla birbirinin yerine kullanabiliyor. Ancak bu kesinlikle doğru bir kullanım değil. Laiklik ve sekülerleşme kavramsal ve tarihsel olarak elbette birbirleriyle teğet olan kavramlar ama asla eşanlamlı değiller. Meseleyi basitleştirmek için şöyle bir kriterin altını çizeyim isterseniz, kulaklara küpe olması açısından: Laik devlet, laik belediye, laik adliye, ama seküler yurttaş, seküler toplum. Tersi değil.

 

Bu konuda yazmaya devam edeceğim.

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.