Şeriat, Usûl, Fıkıh ve İçtimaî Fıkha Dair

Şeriat üzerinden dinin kendisine örtülü bir taarruzu ifade eden eski zihniyet, farkında olmadan işi bambaşka bir noktaya, şeriatın din olarak savunulmasına kadar getirmiş bulunuyor… Oysa şeriat başka İslam başkadır.

şeriat fıkıh usul din islam

Geçenlerde Sayın Cumhurbaşkanı, konuşmasının bir yerinde “İslam’ın hayata dair kurallarının bütününü temsil eden şeriata düşmanlık esasında dinin bizatihi kendisine husumettir” şeklinde bir ifade kullandı ve şeriatı, “İslam’ın hayata dair bütün kuralları” şeklinde tanımladı.

 

Bu ifade her ne kadar dini bütünüyle hayatın dışına atmak isteyen eskinin katı pozitivist zihniyetine duyulan tepkinin bir tezahürü olarak değerlendirilebilse bile, ondan daha fazlasını ifade ediyor. Şeriat üzerinden dinin kendisine örtülü bir taarruzu ifade eden eski zihniyet, farkında olmadan işi bambaşka bir noktaya, şeriatın din olarak savunulmasına kadar getirmiş bulunuyor. Bu ifadede de o anlayışa duyulan tepkinin tortuları ve daha fazlası hissedilebiliyor.

 

Oysa şeriat başka İslam başkadır. İslam dinin adı, kendisi; şeriat ise işlenmiş, üzerinde çalışılmış, müteşerri İslam demektir. İslam’ın ilk ortaya çıktığı devirlerde din henüz ahlak ve hukuk şeklinde farklı şubelere ayrılmadığı için her şey din başlığı altında ele alınıyor, öyle kabul ediliyordu.

 

Zamanla bunun ahkâmı, usûlü, füruu ve diğer bütün şekilleri tanımlandı ve büyük bir gelenek oluştu. Bu gelenek boşlukta ve steril bir alanda oluşmadı, eski dünyanın bütün birikim ve meydan okumalarıyla yaka paça olunarak yapıldı bütün bunlar.

 

Murad-ı İlahi

 

İslam hayatın içinde yaşayan canlı bir uzuv halinde ete kemiğe bürünürken saf ve soyut, mutlak bir ilke, çekirdek olarak kalmadı. O dönemin sosyolojisi, kavramları, grameri, alışkanlıkları ve zihniyeti içinde şekillendi, ona göre istikamet aldı. Bu haliyle ortaya çıkan İslam tarihsel ve sosyolojik, pratiğe aktarılan insanî bir İslam’dı. İnsanî, yani kültürel bir İslam. O yüzden de hiçbir şekilde murad-ı ilahi budur diyemeyeceğimiz, dolayısıyla da tartışılmaz bir İslam değildi.

 

Bununla birlikte vazgeçebileceğimiz bir İslam da değildi, çünkü tarihi tecrübe ve birikimi, onun kurumsal pratiğe aktarılma biçimlerini veriyordu. Gökalp bunu devam zinciri içindeki bir “gelenek”, anane olarak tanımlar. Dikkat edilirse burada soyut prensiplerden değil, aklın pratiğe aktarılmış sınırlı yorumlarından bahsediliyor.

 

Pratik aklın her yorumu da tanım gereği kullandığı malzeme, argüman kadar bir kavrama kapasitesine sahiptir. Argüman da kültürün eseri olarak devrin ve mekânın sunduğu imkân kadar bir kapasite, anlama ve analiz yeteneği sunar. Bunun sınırları ne kadar geniş olursa olsun sonsuzu vermez, imkân sahasının sınırlarını tüketmez, tüketemez.

 

O yüzden kültürel olan her şey sınırlı, tarihsel ve sosyolojik olarak nitelenir. Kısaca fenomenal bir bilgi olur ortaya çıkan. Çünkü bilgiyi üretirken kullandığı girdi, zamana ve mekâna bağlı deneysel bir bilgidir. Dahası, insan, dilin kullanım biçimi ve doğasındaki sembolik yorumlama eğiliminden dolayı kavradığı her şeye kendinden bir şey katar ve onu her defasında yeniden üretir.

 

Kaldı ki insanın kendisi de bir aeterna veritas, bir bengi hakikat değil, bir oluşumun ürünüdür. Bugün “içgüdüler” olarak tanımlanan şeyler bile insanın doğal eğilimleri değil, onun zaman içinde girdiği diyalektik ilişkilerin bir muhassalası, sonucudur. Aynı şey insan ürünü olan şeylere verilen isimlerle ilgili de karşımıza çıkar. Onlara da sanki varlığın çekirdekleriymiş gibi aeterna veritas muamelesi yapılır ama öyle değildir.

 

Oysa dili oluşturan şeylere, alçakgönüllülükle sadece bir tanım verildiğine inanmalı, o şekilde değerlendirmeliydi ama öyle yapılmadı. Onun yerine şeyler üzerine en yüksek bilginin sözcüklerle dile getirildiği sanıldı. Ve böylece dile ve dile uygunluk anlamındaki mantığa duyulan inanç insanı büyük bir yanılgıya düşürdü.

 

Bilgi-Araç Ayrımı

 

Bir de bilginin kendisi ve onu şekillendiren araçlar arasındaki ilişkinin sınırları meselesi var. Evet, İslam’ın kendisi kutsal ama kutsala dair “insan eseri” bilgiler hangi kategoriye girer? Kutsala mı kutsalın dışına mı, hangisine? Oysa, söz konusu meselede biliyoruz ki kutsal olan “üretilen” bilgilerin kendisi değil, konusudur. Yani dine ait ulaşılan sonuçlar değil, dinin kendisi; Kitap ve Kelamullah. 

 

Hal böyle olunca bilgi, bilgininin araçları ve yöntemi başka, konusu başka oluyor. İlk sırada saydıklarımız insan eseri ve dünyevî, bilginin konusu olan İslam ise kutsalın kendisi, doğrudan Allah kelamı olan semavî bir şeyi temsil ediyor.

 

Batı düşüncesinde yöntemle bilginin konusu ve amacı kesin hatlarla birbirinden ayrıldığı için, ulaşılan sonuç hakkında spekülasyon yapmak yerine yöntemin sınırları içinde kalan anlaşılabilir tartışmalar yapılırken, bizde ucunun nereye varacağı bilinmeyen tartışmalar yapılıyor. 

 

Bu sadece İslam konusunda değil, adına “dava”, “memleket”, “vatan”, “millet”, “laiklik” ya da şu veya bu denilerek kendisine bir şekilde kutsallık atfedilen teleolojik her eğilim, bir anda sınırları belli metodik bir tartışmanın sınırlarını aşarak bilinmedik yerlere doğru sürüklenebiliyor. 

 

İlk devir İslam bilginleri, anlaşılan o ki bugünün çoğu aydınından daha gelişmiş bir kafa yapısına sahiptiler. Bunu, kutsal ve kutsalın dışındaki her şeyle kurdukları ilişkiyi belli bir yönteme dayandırma şeklindeki davranışlarından anlıyoruz. O dönemde buna “usûl-i fıkıh” denmiş ve mesele sadece oraya değil, diğer bilim dallarına da sirayet etmiştir.

 

Yüzyılın başında Gökalp “içtimaî usûl-i fıkıh” gibi teklifte bulunsa da diğer çoğu şeyde olduğu gibi bu konuda da hazretin görüşleri yeterince değerlendirilmemiştir. O, bu teklifi daha da ileri götürerek, geçmişe dair hükümlerin kendi devri, sosyolojisi, tarihsel koşulları ve zihniyeti dikkate alınarak anlaşılabilecek şeyler olduğunu söylemişti, ama olmadı.

 

Bugün havanda su döverek tartıştığımız meseleler ve içine düştüğümüz keşmekeş de hep bu usûl bilmemezlikten ileri geliyor. Oysa eskiler “usûl esasa mukaddemdir” deyip usûlü esasın önüne koymuşlardır. 

 

Yasama-Yargıç Sınırı

 

Nasıl sadece söz konusu meselede değil, seküler bilimlerde bile bilgiyle bilginin konusu ve araçları arasına kesin sınırlar konulması meseleyi içinden çıkılmaz hâle gelmekten korur ve bizi sınırları apaçık belli tanımlı bir alana çıkarırsa, yasa koyucuyla yargıç ayrımı da aynı kolaylığı sağlar. 

 

Nitekim modern hukukta mahkeme kendisini nasıl yasa koyucu yerine koymaz ve yasama ile yargı arasına kesin sınırlar çizilirse, dinin kendisi ile yorumu arasına da aynı şekilde kesin sınırlar çizilmiştir. Bu hem modern hukukun hem de İslam fıkhının en temel ilkesi, usûlün başlangıcıdır.

 

Bu haliyle yasa koyucuya “Şâri”, yasaya da “ed-din” denir. Burada yasa koyucu bizzat Tanrı olduğu, yasayı yorumlayanlar da kadı ve fakihler, yani yargıçlar olduğu için bu ikincilerin (kadı ve fakihler) içtihatla oluşturduğu usûl ve füruat ile ahkâmın (şeriat) hiçbirine din denemez. Dense dense dinî hükümler denir. Aynı şekilde bunları tedvin edenler de hiçbir şekilde kendilerini yasa koyucu yerine koyamaz.

 

Aksi durum bizi çok daha farklı noktalara getirir. Bu nokta teokrasidir. Bir tür dinî jüristokrasi anlamına gelen böylesi bir durum asıl tahribatı dinde yapar. Bu da aşkın, müteâl ve ilahî bilgiyle fenomenal ve beşerî bilgiyi birbirine karıştırarak İslam fıkhının yakîn (kesin), zan (kuvvetli ihtimal), şek (iki ihtimalin de eşit derecede olması) ve vehm (zayıf ihtimal) şeklinde ayırdığı bilgi türlerinin tamamını aynı kategoride değerlendirme gibi istenmeyen bir sonuca yol açar. 

 

Hal böyle olunca artık neyin kutsal neyin beşerî olduğu anlaşılmaz ve her şey her şeye karışır. Tevrat ve İncil’in başına gelen budur. Tevrat ve İncil âlimlerinin görüşleriyle Kelamullah olan Kitabî bilgiler birbirine karışınca Kitap, Kitap olmaktan çıkarak bir hurafe yığını haline gelmiştir. Bugün İsrailiyat diye bilinen çoğu bilginin kaynağı buradan doğmuştur.

 

Fıkıh usûlü diye bilinen yöntem bunun farkında olduğu için bu türden karışıklıklara meydan vermemek amacıyla kılı kırk yararcasına bugün adına yorumbilim denilen bir bilgi teorisi ve usûl geliştirmiş ve bütün yorumlarını bu disiplin içinde yapmıştır.

 

Bir tür kendi referans setini oluşturma da denilebilecek bu yöntem asırlarca Müslümanların yolunu aydınlatmış, yığınla meseleyi çözüme kavuşturmuştur. Pek tabii ki bu da insan yapımı bir ürün olduğu için ekleme ve çıkarmalara ihtiyaç duymuş ve duymaktadır. Bazılarının içtihat dediği ve ısrarla üzerinde durduğu konulardan biri de bu, bir tür içtimaî fıkıh ihtiyacıdır.

 

Tam da bunun için dini keyfi ve kuralsız yorumlanmalardan kurtarma ihtiyacı her sahada olduğu gibi bu sahada da uzmanlara ihtiyaç duymuş ve fakih yorumlarını zorunlu hâle getirmiştir.

 

Aksi halde İslam karşısında bizim durumumuz da paganlar çağındaki ilkel komünler durumuna dönüşebilir ve bizi bir çıkmaza sürükleyebilirdi. Bu da ilkel çağlara dönüş gibi bir kaos ve anarşi demektir.

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.