Sevgili Atatürkçüğüm
İlkokul eğitim müfredatında Atatürk anlatısı, eşzamanlı olarak iki taraflı ilerler: Bir taraftan, Cumhuriyet’in, devletin, toplumun, halkın varlığı Atatürk’e bağlanır; o olmasaydı, bugün sahip olduğumuz hiçbir şeye sahip olmayacağımız düşüncesi çocukların zihnine kazınır. Diğer taraftan da Atatürk’ün ölümsüz olduğu, gönüllerde yaşadığı, onları (çocukları) her zaman izlediği ve onlardan çok şey beklediği vurgulanır.
Sevgili Atatürkçüğüm, Esra Elmas’ın yüksek lisans tezine dayanan bir kitap. Elmas, tezi için, biri devlet diğeri de özel okul olmak üzere iki farklı ilköğretim okulundan 60 öğrenciye, açık uçlu üç sorudan oluşan (Atatürk sizce nasıl biridir? Atatürk’ü en çok hangi özelliği ile hatırlıyorsunuz? Atatürk şu anda yaşıyor olsaydı, hayatımızda bir fark olur muydu?) bir anket uygulamış. Ayrıca çeşitli zamanlarda belediyeler ve okulların işbirliği ile hazırlanan ve Atatürk’e çocukların kaleminden yazılmış mektuplardan da bu çalışmada istifade edilmiş.
Tarihi şahsiyetler; ulus inşa etme sürecinin en belirleyici unsurlarından biri; zira bu şahsiyetler, devletin tasavvur ettiği ulusun ve o ulusun sahip olduğu düşünülen değerlerin taşıyıcısı ve yansıtıcısı işlevi görürler. Devlet, tarihi şahsiyetlerle özdeşleştirdiği değerlerin, yönetimi altında bulunan toplumda, kitlelerde mümkün mertebe kök salmasını amaçlar. Devletin bu amacına dönük en kapsamlı ve en etkili çalışan kurum ise okuldur. Çünkü bugünün küçükleri, tarihi şahsiyetleri yoğun olarak okulda tanır ve onların temsil ettiği değerleri kuşanarak yarının büyükleri haline gelirler.
“Çocuk, okulda tarifi yapılan hakikatler düzenini (sosyal, iktisadi, kültürel ve siyasi) öğrenir ve çocuktan bunları benimsemesi ve kendinden sonraki kuşaklara aktarması istenir. Çocuklara sahip çıkma mücadelesinde hiç değişmeyen husus, adı değişse de, çocuklardan her zaman bir otoriteye biat ve itaat etmelerinin istenmesidir.” (s. 36)
Elmas, bu noktadan hareketle, ilkokul öğrencilerinde nasıl bir Atatürk algısının olduğuna bakar. Çünkü Cumhuriyet’in kurucu aktörü olarak Mustafa Kemal Atatürk, eğitimi sisteminin merkezinde yer alır. Bütün bir eğitim müfredatı, onun etrafında şekillenir. Okula adımını attığı ilk günden mezun olduğu son güne kadar çocuklardan, her davranışlarında Atatürk’ü örnek almaları, onun kimliğine bürünmeleri istenir ve beklenir.
“Türkiye’nin modern yüzü”
Osmanlı-Cumhuriyet modernleşmesi, hep düz bir çizgi izlemese ve ara sıra zikzaklar çizse de, özünde Batılılaşmacıdır. Hedef, Batı’nın bilim ve teknolojisini alarak devleti kurtarmak ve toplumun ilerlemesini sağlamaktır. Hayati bir değer taşıyan bu hedefe ulaşmak ise, Batı’daki gibi aklı esas alan bir düzenlemeyi gerekli kılar. Eğitim, bu bağlamda, çok uzun bir süre dinin etkisi altında kalmış bir topluma Batılı değerleri kabul ettirmenin bir aracı olarak görülür.
Batılı değerleri benimsemiş ve karanlık geçmiş ile bağlarını koparmış aydınlık yeni nesil okulda yetişir. Muasır medeniyete ulaşmayı gaye edinen yeni vatandaş, okulda yaratılır. Atatürk’ü takip etmesi gereken yeni vatandaşı yaratacak olan okul da, her yönüyle Atatürk’ün fikriyatını yansıtmak üzere tasarlanır.
“Atatürk, tüm geçmiş ve gelecek ideallerinin ete kemiğe büründüğü, Türkiye’nin modern yüzüdür. O kurucu Ata figürüdür, aydınlanma reformları bağlamında esas olarak siyasi alanda dini referanslardan çıkış, kamu alanında dini simgelerin ikinci planda yer almasına geçiş sürecinin merkezinde yer alır. Onun adıyla anılan ilkeler anayasal hükümlerdir. Devletin, Atatürkçülük olarak tanımlanan resmi bir ideolojisi vardır.” (s. 47)
Okulun hem fiziksel yapısı ve hem de okulda verilen derslerin içeriği Atatürk’ün sembolik ağırlığı ile kuşatılır. Çocuklar, okulun bahçesinde Atatürk büstünün önünde İstiklal Marşı okurlar. Sınıflara girdiklerinde, kendilerine yukarıda bakan bir Atatürk portresi ile karşılaşırlar. Hemen her derste Atatürk’ün adını zikrederler. Yani çocuklar, okulda her daim Atatürk’ün ağırlığını üzerlerinde hissederler.
Çocuklar ile Atatürk arasındaki bu sıkı irtibat, salt okulla da sınırlı kalmaz. Dışarı çıktıklarında ve sosyal hayata karıştıkları her yerde çocuklar Atatürk ile bir şekilde rastlaşırlar. Sokaklarda, caddelerde ve meydanlarda mutlaka Atatürk’ü akla getiren bir heykel, bir söz ya da bir fotoğrafı görürler. Atatürk her daim onların yanındadır; yaptıkları, ettikleri ve dahi düşündükleri Atatürk tarafından gözlenmektedir.
“Karganın karalığı”
İlkokul eğitim müfredatında Atatürk anlatısı, eşzamanlı olarak iki taraflı ilerler: Bir taraftan, Cumhuriyet’in, devletin, toplumun, halkın varlığı Atatürk’e bağlanır; o olmasaydı, bugün sahip olduğumuz hiçbir şeye sahip olmayacağımız düşüncesi çocukların zihnine kazınır. Diğer taraftan da Atatürk’ün ölümsüz olduğu, gönüllerde yaşadığı, onları (çocukları) her zaman izlediği ve onlardan çok şey beklediği vurgulanır.
Çocuklar ile Atatürk arasındaki ilişki, bu anlatıdan ötürü, metafizik ve mistik bir karakter kazanır. Elmas’ın çalışmasındaki “Atatürk sizce nasıl biridir?” sorusuna verilen cevaplarda, 60 çocuktan 51’inin herhangi bir sıfat kullanmadan veya niteleme yapmadan önce, mutlaka “Atatürk olmasaydı, biz burada olmazdık” veya “sahip olduğumuz her şeyi O’na borçluyuz” gibi ifadeler kullanmaları, bu mistik ve metafizik karakteri teyit eder.
Çocukların Atatürk tanımlarında “kurtarıcı”, “lider”, “güneş/ışık”, “zeki” ve “akıllı” sıfatları öne çıkar. Atatürk’e yazdığı mektuplarında çocukların, Atatürk’ü “yurdu düşmanlardan/her türlü tehlikeden kurtaran bir kahraman” ve “bir güneş gibi doğup ülkeyi aydınlığa çıkaran bir lider” olarak betimledikleri görülür.
Keza “borç” kavramının da çocuklar tarafından altı sıklıkla çizilir. İkili bir anlamı vardır borcun: Biri, çocukların okulda olma sebebini anlatmasıdır. Diğeri ise, çocuklara geleceğe ilişkin bir sorumluluk yüklemesidir. Çocuklar, Atatürk’e karşı daimî bir borç altındadırlar. Çocukların “Atatürk’ün izinde” olmaları, Cumhuriyet’in kazanımlarına sahip çıkmaları ve Atatürk tarafından kendilerine emanet edilmiş olan vatana karşı yükümlülüklerini yerine getirmeleri, hep bu borcun bir gereğidir. Atatürk ilkelerine bağlı kalır ve onun gösterdiği hedef için çaba gösterirlerse, ancak o zaman çocuklar borçlarını ödemiş sayılırlar.
“Atatürk’ün bu noktada Tanrısal bir özellikle çocuğun zihninde yer etmesi nerdeyse kaçınılmaz. Atatürk’ün şu anda yaşamıyor oluşu da bu algıyı pekiştiren en önemli unsurlardan biri. Çocuklar artık yaşamayan, ete kemiğe bürünmüş haliyle değil ancak siyah-beyaz fotoğraflardan görebildikleri ve anma törenlerinde buğulu bir kayıttan sesini zar zor duyabildikleri bir Atatürk ile muhataplar. Çocuklar son kertede bir ölü ile muhataplar. Fakat bu ölü, hayat(lar)ın(ın) içinde.” (s. 62)
Çocuklar Atatürk’ü en çok, sırasıyla, dayısının çiftliğine gitmesi ve köyde okul olmayışıyla, matematik derslerindeki başarısıyla ve Trablusgarp Savaşı ve kalbine isabet eden kurşundan kurtulmasıyla hatırlıyorlar. Okul olmadığı için köye uyum sağlayamaması Atatürk’ün hayatında okulun taşıdığı önemi, matematik derslerindeki başarısı onun pozitif bilimlere verdiği değeri ve kalbini bulan kurşundan kurtulması da onun “seçilmiş” ve “mucizevi” bir kişi olduğunu gösterir.
Atatürk’ü hatırlatan olayların bahsinde çocukların üzerinde en çok durduğu konulardan biri de, dayısının çiftliğinde Atatürk’ün kız kardeşi ile birlikte kargaları kovalayarak zaman geçirmesidir. Elmas, karganın metaforik olarak çok şey anlattığını; siyah renkli ve uğursuzluğu sembolize eden kargaya karşı verilen mücadele ile Cumhuriyet’in kuruluş hikâyesi ve idealleri arasında bir bağlantı kurulabileceğini belirtir.
“Atatürk’ün önderliğinde geçmişin karanlığından, geri kalmışlığından kurtulan ve yüzünü Batı’ya dönen bir cumhuriyet için karga uğursuz ve başarısız bir geçmişi, Osmanlı’yı ve özellikle onun çağın gerektirdiği modern değerlere kapısını kapatan dini devlet yapısını simgeliyor. Atatürk çocukken o çiftliği (yani çiftliğinin sınırlarını) kargalardan koruyor, onlara karşı ‘savaşıyor’ ve Atatürk gün geliyor ülkesini yine o ‘kargadan’ koruyor ve ülkesi için yine savaşıyor. ‘Karganın karalığı’, karga hikâyesini es geçmeyen bu çocuklar için bir çırpıda ‘kara çarşaflı’ bir geçmişi de çağrıştırıyor.” (s. 78)
Laik ama Kutsal!
60 çocuktan 56’sının, Atatürk yaşasaydı hayatlarının farklı olacağına inançları tam. “Ne farklı olurdu?” sorusunda sık tekrarlanan üç cevap var: AB’ye girerdik, daha çağdaş ve daha modern bir ülke olurduk, sokakta kapalı ya da çarşaflı bir kadın olmazdı.
Elmas, bu araştırmasını 2007 yılında tamamladı. Dolayısıyla bu cevaplarda o dönemin atmosferini göz önünde bulundurmak gerekir. Cevaplardan çıkan, ülkenin gündeminin çocukların gündemini de etkilediğidir. Atatürk’ün en büyük gayesi, ülkeyi “muasır medeniyet” seviyesine çıkarmaktır. Muasır medeniyeti ise AB temsil eder. Çocuklar bundan “o halde Atatürk yaşasaydı, Türkiye çoktan AB’ye üye olmuş olurdu” çıkarımını yaparlar. Zira Atatürk’ün bir emelini gerçekleştirememesi, bir mevzuda başarısız olması düşünülemez. Eğer bir başarısızlık varsa, bunun sebebi, Atatürk’ün yokluğudur.
Çocukların “Atatürk olsaydı modern/çağdaş bir ülke olurduk” ve “Atatürk olsaydı” sokaklarımızda kapalı/çarşaflı kadın olmazdı” cevaplarını da birlikte düşünmek gerekir. Çünkü bu cevaplar, Cumhuriyet’in modernleşme anlayışının bir özeti gibi! Bu anlayışta, modernleşmek Batılı olmaya, Batılı olmak da Batılı gibi görünmeye indirgendiğinden, memlekette modernizm tartışmaları zihni ve felsefi bir karşıtlıktan ziyade hayat tarzı üzerinden yürütülür.
“Kapalılık bir türlü modern olamayışı, geri dönüş korkusunu, geri kalmışlığı temsil ettiği için negatif, düzeltilmesi gereken bir durum olarak tanımlanıyor. Modern değerlerin kurucusu ve her türlü tehlikeye karşı ülkenin savunucusu olan Atatürk’ün olası varlığı da tüm bunları düzeltecek güç olarak algılanıyor.” (s. 84-85)
Hülasa görülüyor ki, bu çalışma kapsamında, çocuklar her derdin devasının ve her problemin çözümünün Atatürk’te bulunduğuna inanırlar. Onu kapsayıcı, mutlak ve insan-üstü bir varlık olarak resmederler. Bu tablo, Kemalist rejimin reddettiği şeyi aslında kendisinin yaptığına delalet eder. Atatürk’ü kutsallaştıran bir eğitim sistemi var önümüzde. Atatürk, bu sistemde, hiçbir faninin erişmeyeceği bir tahta oturtulur. Son derece mitolojik bir dil kullanılarak, zamanı başlatan ve her şeye kadir olan mistik ve ruhani bir Atatürk imgesi sürekli olarak yeniden yaratılır.
“Karşı çıktığı dini yaklaşımın tözü Tanrı iken, kendisi de aklı tözleştiriyor. Yani Atatürk laik ama kutsal bir figür olarak karşımıza çıkıyor. Böylece ilim irfan yuvası olarak tanımlanan, pozitif bilimin evi olması lazım gelen okul ise, Atatürk’ün simgesel egemenliği altında bir ‘mabet’ halini alıyor.” (s. 89)
“Her şeye gücü yeten yeryüzü Tanrısı”
Peki, çocuklukta edinilen bu tecrübe, çocuklukta oluşan bu Atatürk imgesi yetişkinliğe geçince tesirini kaybeder mi? Doğrusu, bu suale müspet cevap vermek zor. İnanmıyorsanız, Damal Şenlikleri’ni gözünüzün önüne getirin. Atatürk’ün hayatından mucizeler çıkaranlarla konuşun. Atatürk’ün ruhunu çağıranlara katılın. “Atatürk’ün askerleriyiz” ya da “Atatürk’ün kızlarıyız” sloganlarıyla yeri göğü inletenlere kulak verin. Çalışanlarına Atatürk rozeti takma zorunluğu getiren havayollarına binin. Daha dün siyaset sahnesine çıkmış ve bir siyasi partiyle özdeşlemiş bozkurt işaretinin, güya ne kadar tarihi olduğunu ve bütün Türkleri temsil ettiğini ispatlamak için Atatürk’e müracaat edenleri dinleyin. Ya da bir yardım konseri için çağırdığı Yunanlı sanatçının sahnesini Atatürk posterleriyle donatan ve bunu hâlâ ilkokul tarih bilgileriyle meşrulaştıran belediye başkanlarını dinleyin.
Hepsinin çocuklukta edindikleri kutsanmış Atatürk imgesini, çeşitli vesilelerle ve her devirde yeniden ürettiklerini göreceksiniz.
Bu da çocukların Atatürk algısı ile toplumun genelinin Atatürk algısı arasında bir ilişkiselliğin olduğuna işaret eder. Aynı eğitim tezgâhından geçen kuşaklar, Atatürk ile benzer bir ilişki kurarlar. Çocuklar gibi yetişkinler de bir sorunla karşılaştıklarında Atatürk’ün gölgesine altına sığınırlar. Bir kişi ya da toplumsal grubu dışlamak ya da baskı altına almak istediklerinde hemen Atatürk’e müracaat ederler. Atatürk’ten el almak, onlara kendilerini güçlü ve özgür hissetme olanağı sağlar.
Tabiatıyla bu durum, bir taraftan Atatürk’ü araçsallaştırır. Konjonktüre bağlı olarak hayatı ve fikirlerinin içeriğiyle sürekli oynanır. Sığ siyasi tartışmalarda her bir taraf onun farklı bir dönemde ve farklı bir bağlamda ettiği sözü, kendi haklılığına dayanarak yapar. Diğer taraftan ise bu, Atatürk’ün kutsallık halesini genişletir; Atatürk meşruiyet sıkıntısı çekenlerin en fazla başvurduğu siyasi bir aktöre dönüşür ve adeta “her şeye gücü yeten bir yeryüzü Tanrısı” olur.
“Tüm bu olaylar ise kısaca Türkiye özelinde, çocuklarda olduğu gibi yetişkinlerde de mevcut olan kutsallık algısına dikkat çekiyor ve bu algı Atatürk’ün temsil ettiği pek çok şeyi de kutsal yapıyor. Devlet ilkleri, Atatürk’ün mesleği olan askerlik ve dolayısıyla ordu, Atatürk’ün kurucusu olduğu parti, Atatürk’ün adını taşıyan dernek ve örgütler, tüm bunlar Atatürk figürünün mutlak dokunulmazlığı arkasında sorgulanamayan veya sorgulanmaya kalkıldığında büyük tartışmalar yaratan konular/kurumlar haline geliyorlar. Kısacası Atatürk otoriter bir figür olarak totaliter bir devlet anlayışını da mümkün kılıyor.” (s. 98-99)
Elmas, kitabın başında, bu çalışmanın sonuçlarının genelleştirilemeyeceğinin, başka bir ilde yapılsaydı muhtemelen farklı neticelere ulaşılabileceğinin altını çizer. Mamafih bu, Atatürk bahsinde “büyük fotoğrafın anlamlı bir parçasını anlama ve aktarmada” bu çalışmadan çıkarılacak çok önemli derslerin olduğu gerçeğini değiştirmez.
Türkiye’de devlet ve toplumunun, Atatürk’ü geçmişi ve geleceği aydınlatan, her soruya cevap teşkil eden, asla yanılmayan bir lider ve dokunulamayan bir kült olmaktan çıkarması ve Şükrü Hanioğlu’nun ifadesiyle “Atatürk’ü tarihselleştirmesi” gerekiyor.
Ve sanırım biraz da büyümesi…
Sevgili Atatürkçüğüm’ün çocukları bize bunu gösteriyor.
* Esra Elmas, Sevgili Atatürkçüğüm, Hayy Kitap, İstanbul, 2007.