Sezai Karakoç’un Şahsiyeti ve Fikriyatına Kısa Bir Girizgâh
Şair, düşünür ve usta edebiyatçı Karakoç, bizlere sadece yazdıklarını veya dilimize pelesenk olmuş mısralarını ve fikirlerini bırakmakla yetinmemiş; kişiliği, şahsiyeti ve pratik hayatıyla da adeta nadir ve nadide olduğunu göstermiştir.
Türkiye’de edebiyat, düşünce ve şiir dünyası denilince akla gelen nadir insanlardan biri olan Sezai Karakoç, kendini “Kara Yılan” şiirinde şöyle vasfeder:
“Ben güneyli çocuk arkadaşım, ben güneyli çocuk”
Anadolu’nun esmer ve kavruk tenli bu şairane genci, Mülkiye’ye girmesinden itibaren şiir ve edebiyat dünyasıyla hemhâl olur. Bu hemhâllik, şiir ile sınırlı kalmaz. Düşünce dünyasından tutun dini duygulara, tarih ve ekonomi alanından tutun parti kurmaya kadar hayatın bir dizi alanında bir tür “diriliş” tohumları serperek hayatiyetini sürdürmeye kadar gider. Bu sürdürebilirlik tabiri caizse Türkiye’ye mührünü vurur.
Ağızlara pelesenk olmuş sözlerinin yaygınlığından sosyal medya mecralarında birer slogana dönüşen aforizmatik cümlelerine, âşıkların birbirine gönderdiği dokunaklı ve umut yüklü efsunlu cümlelerinden siyaset arenasında polemiklere cevap vermede kullanılan kudretli sözcüklere kadar bu damgayı görmek mümkün.
Hiç şüphesiz birbirinden derinlikli bu sözleriyle gündelik hayatımıza nüfuz etmiş olan Karakoç için herkes, kendine duygu ve düşünce olarak yakın hissettiği sözleri alır ki; biz bu sözler içinden en çok şu sözünü, günümüzün karamsarlık ve umutsuzluk deryası içinde yüzen insanlık için apayrı bir önemde olduğu için almayı yeğledik. Der ki şair:
“Umutsuzluk yok,
Gün gelir gül de açar, bülbül de öter.”
İlk bakışta sıradan gibi görünen bülbül ve gül metaforunu; şairin, umut aşılayan sözleriyle ne kadar da sade ve bir o kadar da vulgar bir şekilde cümle içinde dizayn ettiğini bu iki mısrada görmekteyiz. Sade ama bir o kadar da çarpıcı ve akılda kalıcı bir anlatım ve söz dizimi tekniğiyle.
Hepimiz biliriz ki, gül her dem açar, bülbül de her daim öter. Öyle değil midir? “Madem öyle, bu umutsuzluk niye ki?” dercesine, siz de bülbül ve gül gibi kendi asli sorumluluğunuzu yerine getirdikten sonra neden umutsuzluk deryasına kapılasınız şeklinde güçlü bir umut duygusunu pompalamaktan geri durmaz Karakoç bu söz dizimiyle.
Sezai Karakoç ve Sinema
Onlarca kitabı olan Karakoç, neredeyse her birinde birbirinden farklı alanlarda düşüncelerini ve argümanlarını serdetmekten geri durmayan bir düşünür kimliğine de sahiptir. Tarihten medeniyet kavramına, sinemadan şiire, üniversiteden ekonomiye, siyasetten eğitime oradan da İslam dünyasının sorunlarına değin birçok alanda özgün düşünceler ileri sürmüştür. Kimi zaman klişe ve arkaik kimi zaman ise coşkulu ve heybetli görülen bu tespitler, Türkiye ortalaması her insana hitap ediyor denilse yeridir. Bu kadar geniş bir yelpazede söz söyleyen bir şair ve düşünürün çoğu fikirlerinden ziyade, demokrasi, medeniyet ve sinema anlayışına yönelik fikirlerinden bahsetmekle bu yazıda iktifa edeceğiz.
Karakoç, Düşünceler-2 Kurumlar isimli Diriliş Yayınları’ndan çıkan eserinde sinema için şu tespitte bulunur:
“Sinema, çağın getirdiği büyük bir sanattır. Yedinci sanat denilen sinemayı görmezlikten gelemeyiz. Şiir gibi, mimari gibi, musiki gibi sinema da artık kendi başına sanat sayılabilecek geniş bir etkinliğe kavuşmuştur. Onu sadece zararlarını önleme açısından değil, ondan faydalanma açısından da ele almak gerekir.”
Karakoç burada sanatı bir bütünsellik içinde ele alır ve şiir, musiki ve mimariden ayrı görmeyen bakışıyla, yedinci sanat olan sinema üzerine de tüm bu sanat dalları kadar yoğunlaşılması gerektiğine vurgu yapar ve ehemmiyetine dikkat çeker. Buradaki bakışın, “estetik merkezli” olmaktan çok “ehemmiyet merkezli” oluşu dikkat çekicidir. Ancak bu, Karakoç’un estetik dünyadan yoksun olduğu şeklinde aceleci bir yargıya götürmemelidir kişiyi.
Demokrasiye Semantik Müdahalesi ya da Yeniden Tanımlaması
Karakoç’un düşünce dünyasına dair yine Diriliş Yayınları’ndan çıkan Düşünceler-1 Kavramlar isimli eserinin ‘Halk ve Demokrasi’ başlığında demokrasinin etimolojik tanımından tarihsel süreç boyunca uğradığı farklı anlamlara, demokrasi-özgürlük ilişkisinden demokrasiye yönelik getirdiği semantik müdahaleye ya da demokrasinin düşünce atlasındaki yerine burada değinilerek, nasıl bir demokrasi tasavvuruna sahip olduğu rahatlıkla görülecektir.
“Demokrasi, etimolojik anlamıyla, halk yönetimi, halk egemenliği demek. Ancak ‘halk’ kelimesi, tarih boyunca hep aynı anlama gelmemiştir. İlk çağlarda halk deyince, rahipler ve soylular dışındaki site halkı anlaşılıyordu. Demokrasi; aristokrasi ve plütokrasinin aksine, bütün site halkının yönetici seçmek ve yönetimde yer almak, kanunlara ve genel kararlara oy verme hakkını tanıma anlamına geliyordu. Halk kavramı, Ortaçağda ve Fransız İhtilalinden sonra ve bugün, birbirinden oldukça farklı anlamlar ifade etmiştir.”
Karakoç, demokrasi ve halk kavramlarına mini bir etimolojik bakış attıktan sonra, bu kavramların tarihsel değişebilirliğine, belki de muğlaklığına gönderme yaparak donmuş bir demokrasi anlayışına düşünce atlasında yer olmadığını mimlemektedir. Bunu insanlığın tarihsel süreci içinde bir vakıaya tekabül etmesi bağlamında bir saptama için mi yapıyor yoksa beşerî sistemlerin köklü ve esaslı olmayışına dikkat çekmek için mi yapıyor, buna dair çıkarımda bulunmak ilk etapta zor görünmektedir. Ama demokrasi-özgürlük ilişkisine dair getirdiği çekince, aşağıdaki alıntıda görüleceği üzere oldukça sarihtir:
“Demokrasi kelimesine sığınarak, hak ve halk kelimelerini her tarafa çekilir bir şekilde kullanıp, herkesin sınırsız hakkı olduğu sanısına imkân vermek doğru değildir.”
Karakoç’un donmuş bir demokrasi ve halk anlayışından beri olan tarafına ya da muğlaklığına getirdiği çözüm ise demokrasiye ve halka ruh verecek dinamiği tarihin içinde varkılma ya da ontolojik mücadeleye dahletme çabasıdır. Demokrasi kavramına yönelik bir tür semantik müdahale diyebileceğimiz bu çabası ya da demokrasiyi yeniden anlamlandırmaya çalışılırken getirdiği anahtar kavramlar, “millet” ve “medeniyet” perspektifinden okuma ameliyesidir.
“Demokrasi, aynı zamanda, halk ruhunun tarih içindeki varoluş mücadelesini hesaba katmak demek olmalıdır. Halkın demokrasiyi tam anlamıyla sindirmesi, adeta ruhuna geçirmesi, ancak, bireylerin en küçük yönetim birimlerinden itibaren görev almasıyla mümkündür. Tabii, bütün bu düşüncelerimizin, millet idealinin iyi saptanması ve onun, medeniyet perspektifinden muhtevalandırılması şartıyla bir anlam ifade edeceği unutulmamalıdır.”
Alıntılan metinde görüleceği gibi demokrasiye yeni bir içerik vermeye çalışırken medeniyet ve millet ekseninden yola çıkması, yukarda değindiği demokrasi ve halk kavramının tarihsel süreç içinde değişimine yönelik tespitiyle bir nevi uyumluluk arz ediyor. Nasıl mı? Atina demokrasisinden Ortaçağ demokrasisine oradan da İmparatorluklar çağındaki demokrasiden II. Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan düzendeki demokrasi anlayışında da farklı anlam ve pratikler olduğu düşünüldüğünde, Karakoç’un “Demokrasiyi millet ve medeniyet perspektifinden muhtevalandırılması”, kendi zamanının ruhu bağlamında bir okuma olarak düşünülebilir. Zira demokrasi kavramı ve onun gündelik hayattaki pratiklerinin, 2080 ya da 2180 yılında bambaşka bir sentaks veya anlamda insanlığın hayatında görünmesi mukadderdir. Dolayısıyla demokrasinin, tarihsel serencamında başkalaşmaya ve yeni anlamlandırmaya uğraması kuvvetle muhtemeldir.
Karakoç’un Şahsiyetine Dair: Mütevazi, Münzevi ve Mütecessis
Şair, düşünür ve usta edebiyatçı Karakoç, bizlere sadece yazdıklarını veya dilimize pelesenk olmuş mısralarını ve fikirlerini bırakmakla yetinmemiş; kişiliği, şahsiyeti ve pratik hayatıyla da adeta nadir ve nadide olduğunu göstermiştir. Şahsiyetine dair çokça karakteristik yönleri olmakla birlikte, onun münzevi ve kibir/çıkar/gösteriş sergilemeyen karakterine dikkat çekmek “gösteri toplumu” ya da “pragmatizmin geçer akçe olduğu” bir dünyada yaşayan bizler için apayrı bir önem arz etse gerek. Zira doğum yıldönümü ile ölümünde vulgar ve aforizmatik sözleri öylesine çokça paylaşıldı ki, insan bu paylaşımların siyaset ve toplumsal hayatta karşılığını görebilse şayet, ülkenin kimi yapısal sorunlarının hemencecik çözüleceği zehabına kapılması işten bile değil.
Karakoç, hayatı boyunca yalnız yaşamış münzevi bir şahsiyettir denilse abartılmış olmaz. Cemil Meriç’in “münzevi ve mütecessis bir fikir işçisi” betimlemesini Karakoç’ta da rahatlıkla görmekteyiz. Ne evlenmiş ne edebiyat mahfillerine girmiş ne de geniş toplulukların karşısında konferans, sempozyum, seminer vermiştir. Hatta kendisine tevdi edilen ödüllere bile teveccüh göstermemiştir. Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü kendisine verildiğinde bile ödülü, Cumhurbaşkanı’nın elinde almaya gitmemiş münzevi bir şair ve düşünürdür. Adeta “tek başına bir ümmet” olduğunu kanıtlarcasına hareket etmiştir. Batılılar bu duruma “yalnız kurt” der. Ancak biz onun bu vasfını, Monna Rossa isimli şiirinde şöyle dile getirdiğini görmekteyiz:
“Ve yalnızlık, sigara külü kadar yalnızlık”
Yalnızlığı kadar dikkat çekici bir yönü de, şairin pragmatizme dayalı ilişkilere girmemiş, mütevazı ve kibirden uzak bir hayatı sürdürmeye çalışmış olmasıdır. Kimi zaman elinde bir mağaza çantasıyla Kocamustafapaşa semtinde görülürken kimi zaman konformizmi reddederek ya da toplu ulaşımı tercih ederek bir yerden başka yere hareket ettiği görülmüştür. Parti kongrelerini ise kır hayatını andıran bahçeli ortamlarda yaptığı bilinir. Şatafatlı ve kibirli bir yaşayışı hatta dünyası yoktur Karakoç’un. Sade, mütevazı, münzevi ve merhamet abidesidir adeta.
Sezai Karakoç ve Medeniyet Tasavvuru
Son olarak Karakoç’a dair en çok dillendirilen iki kavramdan biri olan medeniyet kavramına bakışındaki perspektifi ele almak, Doğu-Batı gerilimi içinde 200 yıl debelenen bu ülke için hem yapısal bir düşünce sorununa parmak basmak hem de onun düşünür kimliğine gönderme yapan yönünü fark etmek için gereklidir. Çünkü Karakoç’un düşünce atlasının mihenk taşlarından biri “diriliş” kavramı iken bir diğeri de “medeniyet” kavramına yaptığı vurgudur. Medeniyet kavramı, Karakoç’un düşünce atlasının olmazsa olmazlarındandır.
Düşünceler-1 Kavramlar isimli eserinde Karakoç, medeniyet kavramını detaylı bir şekilde ele alır. Birçok boyutuyla işlediği medeniyet kavramına dair en dikkat çekici olanı ise, kavrama getirdiği semantik bakıştır. Medeniyeti, milliyetçilik düşüncesinden hatta ırkla açıklayan teorilerden ayrı tutar. Bu ayrımı Karakoç eserinde şöyle dile getirir:
“Medeniyeti ırkla açıklayan teoriler varsa da kabulü mümkün değildir. Çünkü medeniyet, tanımı itibariyle bütün insanlığa hitap eden tarihi bir olgudur. Tek kişiye ya da insanlığa dönük cephesiyle medeniyet, insanın sadece fiziki ya da fizyolojik ihtiyaçlarına cevap veren bir sistem olmakla kalmaz, aynı zamanda manevi, ahlaki, metafizik ve kültürel isteklerini de karşılamak amacını taşır. İnsanı bütün cepheleriyle ele alır.”
Görüldüğü gibi Karakoç, kimilerinin yaptığı gibi medeniyet kavramını ne bir ırka ne dar bir toplumsal öbeğe ne de bir millete hasreder. Evrensel bir perspektifle ele alınmasını dile getirir. Medeniyeti salt maddi düzlemde ele almaz -ki Batı medeniyeti ağırlıklı olarak böyle okumuştur medeniyeti- kültürel ve manevi boyutuyla da ele alınması gerektiğine dikkat çeker. Medeniyet kavramına yönelik bu semantik bakışını, bugün için klişe olsa bile erken Cumhuriyet tarihinde böyle dillendirmesi onun ayrıksı yönüne işaret eder. Burada Karakoç’u Batılı düşünür ve edebiyatçılardan ayrıksı kılan bir başka yönünü de vurgulamaktan geri durmayalım. Karakoç; olgu, süreç ve kavramlara bakışında sınıfsallık veya etnik aidiyeti değil, kültürel okumayı ya da metafizik bakışı neredeyse elden hiç bırakmayan bir yöne sahiptir.
Karakoç’u güçlü ve büyük bir şair kılan yönü kadar, entelektüel vasfını hak etmesinde de kavram, olgu ve süreçlere dair getirdiği kültürel ya da metafizik bakış açısının etkili olduğu rahatlıkla söylenebilir. Bunu demokrasi ve sinemaya bakışından medeniyet kavramına getirdiği perspektife kadar bir dizi alanda rahatlıkla görmek mümkün. Şahsiyetindeki münzevi, mütevazi ve mütecessis yönünün arka planında da bu kültürelliğin veya metafizik yoğunluğun olduğunu belirtmek abartı olmaz. İlk bakışta reel dünyadan kopuk kılan negatif bir karakter olduğu görülse de, bu adeta ideal dünyayı merkeze almış ve bu idealle değişimi önemseyen isimler ve kurumlar için denizin dibindeki inci mesabesinde bir şeydir. Karakoç’un kültürel ya da metafizik okuma yönü, onun şahsiyetinin dışavurumu olduğu kadar mensubu olduğu İslam dininden kaynaklı bir duruşunun da yansımasıdır aynı zamanda.