Şiddet Sarmalına Karşı Koruyucu Toplumsallık

Ya hep beraber güçleneceğiz ya da bu şiddet sarmalı içerisinde hep beraber batacağız. Ya hep beraber yaşayacağız ve yaşatacağız ya da hiçbirimiz nefes alamayacak bu şiddet bataklığında. Ne olursa olsun, bu sürecin bedelini hep beraber ödeyeceğiz. COVID-19 pandemisi sırasında hepimiz koruyucu hekimliğin ne kadar önemli ve değerli olduğunu gördük. Artık koruyucu ve önleyici toplumsal barış da hepimiz için su gibi, ekmek gibi gerekli hale geldi.

Hekimlere, avukatlara, akademisyenlere, kadınlara, çocuklara, gazetecilere, sanatçılara, sonuç itibarıyla “insana” karşı öfkeli bir kitle var ve bu kitle söz konusu öfkesini mütemadiyen “insana karşı” şiddet eylemlerine dönüştürüyor.

 

Vuruyor, saldırıyor, yakıyor, yıkıyor, öldürüyor, susturuyor.

 

Karanlık günbegün daha da derinleşiyor. Bilimin, aydınlığın, sanatın tüm öznelerine, tüm okumuşlara, alanında tüm uzmanlara, eğitimli, aydın kesime yönelik sistematik bir saldırı var. Bu da içten içe bir sınıf çatışmasını kışkırtıyor. Kendilerine dokunmayan, bilakis onları sağlıkla, hukukla, sanatla sağaltan eğitimli orta sınıf üzerinden sosyoekonomik sorunların deşarj edilebileceği bir yapay ortam yaratılıyor.

 

Bu kutuplaştırıcı saldırıların tümü de özü itibarıyla politik. Kadın cinayeti de, doktora şiddet de, “giderlerse gitsinler” demek de, sanatçıyı şeytanlaştırmak da, gazeteciyi foncu ilan ederek mesleki itibarını sıfırlamak da… Ve en acısı, biz bu şiddet pandemisine, bu amansız katliama, bu huzursuz gidişata alışıyoruz.

 

Bu yılın Mart ayında belleklerden hiç çıkmayan bir konuşma yapan Prof. Cem Terzi, sağlık sektörü özelinde olsa da, diğer birçok sektörü yatay kesen tespitlerde bulunmuştu:

 

“Bazı sorunların temelinde, ekonomik, siyasi, sosyolojik nedenler var. Bu sizin belirttiğiniz sorunun temelinde yani üniversitede ya da eğitim kurumunda ‘eğitici ile eğitilen ilişkisi neden bozuk, bozuldu?’ sorusunun temelinde bu ülkenin ekonomisi, bu ülkenin ekonomisindeki tercihler, bu ülkedeki siyaset, bu ülkedeki siyasi tercihler, bu ülkenin sosyolojik yapısı ve bu sosyolojik yapının evrildiği yerle alakalı çok büyük temel sorunlar var. Bunlar yüzünden bu ilişki bozulmuş durumda. O kadar bozulmuş durumda ki belki bir daha tamiri mümkün olmayacak derecede bozulmuş durumda. Hasta ile hekim hasım ilişkisine dönmüş. Hasta hekime saldırıyor, öldürüyor, cinayete teşebbüs ediyor. Acil serviste herkes ölüm korkusuyla işe gidiyor. Bunun bir sosyolojik izahı var. (…) İten kuvvetler var, çeken kuvvetler var. Biz sürekli itiliyoruz.”

 

Şiddet Eğiliminin Kökenleri

 

Kimi uzmanlara göre şiddet eğilimi evrimsel bir durum olup genetik yapımızda önceden planlı ve bize biyolojik olarak işlenmiş bazı şiddet kodları var. Hatta filozof Thomas Hobbes’a kadar uzanırsak, şiddet insan türünü biçimlendirir; tüm bedensel ve zihinsel faaliyetlerimize içkindir. Hatta Hobbes’a göre, ‘İnsan insanın kurdudur’.

 

Ancak bunu sırf genetiğe ve evrimsel kökenlere bağlamak, şiddete yöneliminin biyoloji kaynaklı olduğunu savunan sosyobiyoloji gibi yeni bilim dallarına körü körüne bağlanmak da olay örgüsünün bileşenlerini basite indirgeyip sorumluluktan kaçmak anlamına geliyor.

 

Bu, insanın empati yapma ve mantık yürütme kapasitesini yok sayarak şiddet eylemlerini kaçınılmaz bir biyolojik sonuç olarak görmek, şiddete mazeretler üretmek demek.

 

Oysa insandaki saldırganlık, çok yoğun bir duygu karmaşası, toplumsal etkileşimler ve çözül(e)memiş travmaların bileşimine karşılık geliyor. Amerikan Antropoloji Derneği Başkanı kültürel antropolog Alisse Waterson’ın da tespit ettiği gibi; “Antropoloji literatüründen alınabilecek önemli bir ders; insanların vahşi olabilme eğilimine değil, potansiyeline sahip olduğudur.”

 

Şiddet Sarmalından Çıkış

 

Şurası bir gerçek ki, sosyoekonomik statüye bakılmaksızın şiddet şiddeti doğuruyor. Şiddetin benimsendiği, normalleştirildiği, hatta gelenek kılıfına konduğu toplumlarda, aileden itibaren şiddet tekrarlanma eğilimine giriyor, uyaranlar pekiştiriliyor ve belki de ödüllendiriliyor.

 

Şiddeti yücelten, normalleştiren her türlü söz ve eyleme ağır ve tutarlı cezai müeyyideler gelmediği sürece, o muğlak “zihniyet değişikliğine gidilmeli” önerileri veya sosyal medyanın #doktorumadokunma hashtag’leriyle doldurulması bu şiddet sarmalını durdurmada ilk aşamada çok büyük bir olumlu etki yaratmayacak.

 

Bizim acilen toplumsal sözleşmemizi yenilememiz, birbirimizle artık bozulan toplumsal ilişkimizi gözden geçirmemiz gerekiyor. Şiddetin noktalanmasını bu toplumsal sözleşmenin odağına yerleştirip, tıpkı karantina gerektiren bir salgın hastalık gibi şiddetin kökenlerini kurutmalıyız. Bunu geldiğimiz kronik aşamada ilk elden ağır cezalarla çözeceğiz, ancak bu mücadelede dört koldan ilerleyerek entelektüel altyapısını da kuracağız. Hep birlikte…

 

Şiddeti doğru tanımlamalıyız. Her şey doğru bir tanımla başlar; doğru bir tedavi, doğru bir caydırma aracı ve etkin çözümle sönümlenir. Bu çerçevede öncelikli olarak kime yönelik olursa olsun, hangi sebeple veya “mazeretle” gerçekleşirse gerçekleşsin, şiddet faillerinin birtakım haklardan mahrum bırakılması gerekecek ki bu davranışları pekiştirilmesin.

 

Öte yandan, toplumun bu şiddet davranışlarını normal görmemesi için bir söylem ve perspektif değişikliği şart. Çocuğuna “dunkof” diyen babaya, “Ah bizim zamanımızda ne güzel anne terliği vardı” veya “Ben çocuğumu döve döve eğittim, sana da tavsiye ederim” diyerek çağdışı metaforlara sığınanlara ve bunun karşısında benliğindeki değersizlik hissini büyüten çocuğun acınası haline gülmemeliyiz mesela. “Giderlerse gitsinler” diyen siyasi söylemlere karşı “Gitmesinler, onlar bizim başımızın tacı” diye vurgulamalıyız. “Bir kereden bir şey olmaz, kol kırılır yen içinde kalır” diyerek kocasından dayak yemiş kadını, potansiyel cinayet ve şiddet mekânına geri göndermemeliyiz.

 

Şiddetle iletişimi ve bunu normalleştiren diskurları bir daha açılmamak üzere tavan arasındaki kilitli sandığa gömmeliyiz. Buram buram eril üstünlük kokan bu şiddete toplum olarak tanık olmanın da bu şiddete maruziyetle eşdeğer olduğunu ve bu eylemleri yeniden ürettiğini, kişinin çevresinde gördüğü şiddeti kopyalama eğiliminde olduğunu görmeliyiz. Yemek soğudu diye eşini döven erkek, ödevini yapmadı diye öğrencisine hakaret eden öğretmen, hastayı kurtaramadı diye doktoru vuran hasta yakını, onu eşinden yüklü bir nafakayla boşadı diye avukatı tartaklayan erkek… Bunların hepsi toplumda sarmal etkisi yaratan, kopyalanan, medyanın da kullandığı hatalı dil sonucu sürekli üretilen, normalleştirilen, ancak özünde anormal ve gayri-medeni davranış kalıpları…

 

Katmanlı ve Eşzamanlı Mücadele

 

Empatiden giderek uzaklaşmış olan toplumsal sözleşmemizi, şefkat, sağduyu ve tedbir düzlemine geri çekmeliyiz. Bunun için de mücadele, meslek grupları veya toplumdaki kırılgan gruplar üzerinden değil, birçok katmanda eşzamanlı yürütülmeli. Aileden sonra kişinin en çok sosyalleştiği mekân olan okullardaki akran zorbalığı, şiddet dilinin yaygınlaşması, halen öğretmenler üzerinden üretilen veya göz yumulan şiddet, bu süreçte öncelikli dikkate alınması gereken köşe taşları.

 

Mücadele aileden, okuldan, arkadaş çevresinden başlıyor. Şiddete maruz kalan çocukların rehber öğretmenler veya sınıf öğretmenleri tarafından tespiti ve bilişsel olarak doğru yönlendirilmesi, eğitim sisteminin öncelikleri arasına girmeli. Çünkü çocukluk açısından baktığınızda aslında akran zorbalığı bir imdat çığlığıdır. Toplumda neyin normal, neyin yanlış olduğunun henüz ayrımına varamamış, benlik duygusu yara almış çocukların “Ben varım”, “Babam gibi davranıyorum, senin üzerinde üstünlük kurabilirim” demesinin bir yoludur. Bu mesajı doğru ve zamanında anlamak ise, o yolunu kaybetmiş benliği yeniden medeniyet kapısına yönlendirir. Çünkü şiddet, toplumda yaşları ve küçüklükleri sebebiyle önemsenmemiş çocukların da sevgi ve onay gereksinimine yönelik bir isyanı olabilir ve o isyan duyulmaz ise ileride travmatik bir şekle bürünebilir.

 

Çocuklarımızı koşulsuz, amasız fakatsız sevmemiz gerekiyor. Tıpkı Sigmund Freud’un tespit ettiği gibi, toplumda yeterince sevgi ve değer gören çocuklar şiddete başvurmaya yönelmezken, sürekli cezalandırılan, sevilmeyen, şefkat görmeyen çocuklar daha sonraki yaşamlarında şiddet ile patolojik bir ilişki içine girerler. Bireysel psikolojinin öncüsü Alfred Adler de onu doğrular ve çocuğun dünyaya gözlerini açtığı andan itibaren çevresinden nefret görmesi durumunda yok olup gideceğine, ya suça yöneleceğine ya da yetişkinlik yıllarında aşağılık duygusunu bastırmak adına üstünlük kompleksi geliştireceğine ve içindeki nefreti şiddete dönüştüreceğine dikkat çeker.

 

Toplumsal şiddet, etkin ve şefkatli ebeveyn ve öğretmen-öğrenci ilişkileriyle toplumsal dokudan arınmaya başlar. Şiddetin bir sorun çözme yöntemi olmadığı konusunda doğru ve hak-odaklı bir medya dili kullanılmasıyla devam eder.

 

Cezaların ise öğretici ve yıldırıcı nitelikte olması gerekiyor. Karısını öldürdükten sonra kravat taktığı için indirimden yararlanacağını veya haksız tahrik kılıfına soktuğu canice eyleminden birkaç yılla “yırtacağını” bilen bir kişi bu eyleminden herhangi bir endişe duymaz. Hatta bunu “namus borcu” olarak görüp birkaç yıl “yatar, çıkar”. Ancak eğer şu veya bu kişiye uyguladığı şiddetin toplumda ve ceza sisteminde en ağır şekilde cezalandırılacağından emin olursa, bu bedeli ödememek için birkaç kez düşünür. Tıpkı alkollü araç kullandığı için ehliyetine el konan ve çok yüksek miktarda ceza ödeyen kişinin bir daha benzeri bir tercihte bulunurken bunun doğuracağı mahrumiyetleri iyice tartacağı gibi…

 

Birçok hekim ve avukat cinayetinde Doğu ve Güneydoğu illerindeki aşiret yapısına dikkat çekilirken, bu bölgelerdeki önleyici çalışmalarda da meslek gruplarının canını ve yaşam hakkını önceleyen bir davranış içine girilmesi gerekiyor; yoksa feodal ilişkilerin hassasiyetlerine uygun hareket edilmesi yönünde öğütler verilmesi değil. Bu illerden başlayarak hastanelerde, adliye koridorlarında ve diğer tüm riskli meslek gruplarında önleyici polisiye tedbirlerin alınması artık şart.

 

Öfke Yönetiminin ‘Hayati’ Önemi

 

Öfke kontrolü terapilerinin yaygınlaştırılması, erişiminin artırılması ve ihtiyacı olan kişilerin bu terapiden faydalanmaya özendirilmesi de sürecin ayrı bir boyutu. Öfkesini çocukluktan beri kontrol edemeyen kişinin belki de ilkokul sıralarından itibaren, bilinçli bir öğretmenin yönlendirmesiyle böyle terapilerden yararlanması, ileride sırf hastane kuyruğunda beş dakika daha fazla beklediği için doktora silah çekme fikrinden uzaklaşmasını “çekirdekten” önlemiş olur.

 

Benzer şekilde yetişkinlerde de “Ben deli miyim, doktora neden gideyim” yaklaşımından ziyade “Benim desteğe ihtiyacım var, öfkem beni yönetir oldu” yaklaşımına yumuşak ve bilimsel bir geçiş için de bu destek mekanizmaları daha bilinir ve erişilebilir olmalı.

 

Kişilerin benlik değeri yeniden güçlendirilirse, toplumdaki önleme ve koruma mekanizmaları yaygınlaştırılırsa birçok şiddet vakası henüz doğma aşamasında yok edilebilir. Belki de her meslek grubu ve her kırılgan grup için tıpkı kadına yönelik şiddet eylemlerinin afişe edildiği dönemdeki gibi bir “Me Too” hareketi başlatılabilir. Böylelikle, hiç ummadığımız kişilerin hekimlere, avukatlara, gazetecilere uyguladığı psikolojik, fiziksel ve hatta ekonomik şiddet, kristal berraklığında gözler önüne serilir.

 

Ya hep beraber güçleneceğiz ya da bu şiddet sarmalı içerisinde hep beraber batacağız. Ya hep beraber yaşayacağız ve yaşatacağız ya da hiçbirimiz nefes alamayacak bu şiddet bataklığında. Ne olursa olsun, bu sürecin bedelini hep beraber ödeyeceğiz.

 

COVID-19 pandemisi sırasında hepimiz koruyucu hekimliğin ne kadar önemli ve değerli olduğunu gördük, bizzat yaşadık. Artık koruyucu ve önleyici toplumsal barış da hepimiz için su gibi, ekmek gibi gerekli hale geldi.

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.