“Şikayette İttifak”

Pandemi sürecinde daha da derinleşerek enflasyon, işsizlik ve liranın dramatik değer kaybıyla somutlaşan iktisadî krizin, hikâyenin sonunda bir “mutlu geleceği” garanti etmiyeceğini kavramak gerekiyor, böylece hem meseleyi hem de hâllini daha aklî bir biçimde konuşabiliriz.

“Şikayette İttifak”

Yazının başlığı, Halit Ziya Uşaklıgil’e ait; şimdi, aşağıda açıklamayı ümid ettiğim şeylere bir başlangıç olarak, her sosyal problemin aynı zamanda tarihsel bir problem olduğunu, sosyal her problemin kısmen tarihsel boyutuyla tanımlanması gerekliliğine ait ibtidai sosyolojik ikâzı haklılaştırmak üzere, Uşaklıgil’den uzun ama gerçekten uzun bir iktibas yapacağım; bu iktibası bugüne aktarmak için fazla bir emek sarfetmek mecburiyetinde kalmıyacak oluşunuz, uzunluğu ümid ederim bağışlatacaktır:

 

Bu devirde [Abdülhamid devri] herkesin inkâr kabul edemeyecek bir hakikat olmak üzere telakki ettiği bir kaide vardı, memleketi dolduran mesâvi ve mehâlik tamamıyla Abdulhamit’in şahsından doğuyordu: Onun idaresinden zarar görenler de menfaat bulanlar da bu itikatta müttefikti. Bu ikinci zümre o idarenin bir gün bitivermesine cidden, kalben birinci zümre ile birleşir miydi? Bu, pek büyük bir şüphe ile telakki olunmalıydı, yalnız her zaman, her ne vesile ile o zamanın idare tarzından en ziyade müntefi olan birisiyle, duvarların kulakları işitemeyecek bir surette yalnız kalıp da hasbıhale girişince onu ahvâlden en ziyade müşteki bulurdunuz. Ve yapma olmadığına inandıracak bir dua hararetiyle ismini söylemeğe cesaret edemese bile, gözlerini Yıldız tepesinden dolaştırıp göklere çevirerek her fenalığın nerden çıktığına ve ahvâlin düzelmesine ancak Allah tarafından indirilecek bir yıldırımın müdahelesi hizmet edeceğini anlattığına şahit olurdunuz.

 

Abdülhamit suyun yüzünü karıştırıp bulandıran bir kaya çıkıntısı idi, fakat bulantının mesuliyeti yalnız bu çıkıntının mevcudiyetine mi matuftu? Onun, dibinde tarihin, insan kudretinden daha yükseklerde tesir yapan avâmilin, bünyesinde maraz ihtilâtının, asırlardan beri örülüp sarılmış vukuat zincirinin hamuru yok muydu? Bunu herkes düşünmekle beraber zihinlerde karmakarışık, herhangi mantıkî bir tahlille hallolunamayacak bu su al düğümünün çözüm yeri işte suyun yüzünü buruşturan o kaya parçasıydı. Onu kırmak, her şeyden evvel onu ortadan kaldırmak lazımdı…Bir kere o ilk iş yapılsın, ondan sonra herşeyin düzeldiğine, çamurun ta derinlerde bir bulantı yapamayacak[tı]… Evet kaya parçası kırılmalıydı. Fakat nasıl?… Onun etrafında ekmeğiyle, parasıyla kanı beslenmiş binlerce asker bedeninden bir kale vardı, sonra memleketin hiç olmazsa yarısı hayatta muvazenesini onun mevcudiyetinde buluyordu, daha sonra o Emîrü’l mü’minin, Halife-i Rûy-ı Zemin idi; Hint’e, Cava’ya, Afrika çöllerine, Yemen illerine kadar onun kudsiyetine inanılan kanadı gerilmişti… Bu sualin etrafında doğan garip fikirlerden hiçbirinde icra kabiliyeti yoktu ve bu imkân yokluğunun arasında seneler günden güne artan mesâvisini getirerek, geçip gidiyor, ümitler dönüp dolaşıp nihayet necat dakikasını bir böbrek iltihabından, bir mesane seretanından beklemeğe karar veriyordu.[1]

 

Uşaklıgil’in anlattıklarını olduğu gibi günümüze uyarlayabilir ve küçük ayrıntılarda bile, paralelliği tesbit edebiliriz. Buradan, karşı karşıya olduğumuz problemlerin, bir kereye, bir döneme ve bir şahsa mahsus olmadığını, bu problemlerin en yalın haliyle, modern Türkiye tarihinin içerisinde hep varolageldiğini ve bu bakımdan, bu toplumu inşa eden, “kurucu ilkenin” (yahut “kontratın”) yeniden formüle edilmeden, bu formülasyonu güçlendirebilecek kurum ve değerler tesis edilmeden kendilerini yeniden üretebilme kapasitesinde oldukları tekrarına da müracaat edebiliriz -faydalı bir tekrar.

 

Şikâyetin yarattığı ittifakın sahip olduğu ruh hâlinin, “köşeyi dönünce” bütün meselelerin ortadan kalktığı bir cennet tasavvurunu gizlemeye bile ihtiyaç duymadığı bu vasatta, başka bir tekrar, çözüme talip siyasal öznelerin, bu kontrata bağlılıklarının, bu bağlılığın günümüz için imâları ve kendi öz-geçmişlerinin eleştirel bir düşünüme tâbi tutmaksızın tedavüle soktukları politik söylemin, sosyal bütüne seslenmesinin önünde hep kaya gibi (“tarihsel artık”) bir engel olacağı hakkındadır. AKP’nin, “sessiz devrimi”nin (ayrıca bunun bağıra çağıra geldiğini de belirtelim, neyin sessizliği yoldaş!) bu toplum için bildik bir otoriteryanizmle sonuçlanması, sağ muhafazakârlığın demokrasiyle imtihanının, ne sağa ne muhafazakârlığa tutunabilen, çıplak ve gururu sık sık kırılan, o arada seçtiği özellikle kültürel ve dinsel hususlarda canı mütemadiyen sıkılan, potin boyacısına beyaz takım elbise giydirip açılış hediye eden grotesk bir Stalinizmle el sıkışıyor olması şaşırtıcı değil.[2] Başka ne olabilirdi?

 

Bize Bir Çözüm Lâzım, O da Bugüne Lâzım

 

Gelgelelim, hiçbir çözüm, bugüne hazır edilemeyeceği gibi istikbâlin aydınlık olmasını da garanti etmez. Acilcilik, ecele giden en kısa yol olabilir. Üstelik, neresinden tutarsanız tutun elinizde kalan bir meseleler yumağının bugünden yarına beklentileri karşılayabilecek bir düzeyde çözülebilmesi için neredeyse mucizevî diyebileceğimiz bir ögeler topluluğuna ihtiyaç varken. Sosyal problemlerin taşıdığı mahiyet, kimi zaman, “problem” olarak varkalmalarını gerektirir. Önemli olan, bu problemler üzerine düşünebilmek, bazen bu problemlerin pedagojik diyalektiğiyle yaşamayı öğrenmek ve bu problemlerin somutlaştığı alanlarda politik öznelerin toplumsal tahayyülünün gelişmesini ve muhtevalaşmasını beklemektir.

 

Modern Türkiye’yi kuran kontrat, ve bu kontratın sahibi kadrolar Osmanlı modernleşmesinin dolaysız ürünleriydiler ve bu modernleşme çabasını mantıksal bir gelişim çizgisine bağlamak istediler. Cumhuriyet hangi politik zemine oturursa otursun, tarihsel bir sürekliliğin ürünüydü. Kemalizm bir ideoloji olarak kurulmaya başlandığında, bu tarihsel süreklilik (bazen anlaşılabilecek nedenlerle) olumsuzlandı; daha sonra, özellikle “kültürel politika” alanında karşılaşılacak garabetler, bu dönemin ürünüdür ve bugün yeniden hayat bulan Kemalist yönlenim, siyasal cumhuriyet projesinin, yurttaşlık ülküsünden çok şimdi hayat tarzı kavramında somutlaşan sivil ve kültürel bir dışlayıcılıkla (yahut daha da işlevsel olarak, “yoksayıcılık”la) özdeşleşmesi şaşırtıcı değildir. Kemalizmle cumhuriyet ideası arasındaki ayrışma, daha sonraki siyasal elitlerce derinleştirildi. Yeni rejimin, etnik, dinsel ve sınıfsal (köylülük?) çelişkileri sevk ve idaresi, dolaylı ya da dolaysız devletin baskı aygıtlarınca gerçekleştirilmekteydi, üstelik, erken Cumhuriyet döneminde bir biçimde telaffuz edilen, “sivil-evrensel kodu” bir kenara itmek pahasına.

 

45 ve sonrasındaki çok partili rejim dayatması, savaş sonrası şartlarının özgüllüğünde iyice baskılanan köy ve kasabanın tepkisiyle bir biçimde buluştu. DP iktidarı, hem kadroları itibarıyla hem de İnönü’nün siyasal pragmatizminde zaten önceden ifade edilen bir açılımı sahiplendi. Sınırlı ve zayıf siyasal ve iktisadî liberalizm, sağın tarihinde hep olageleceği üzere, “cephecilikle” sonlandı. Devam eden yıllarda, popülist desteği denetlemeye kararlı bir devletçilikle, bu desteği “ekonomik kalkınmaya” mobilize etmeye çalışan utangaç bir serbest pazarcılığın mücadelesine tanık olundu. İşçiler, köylüler, emekliler, esnaf vardı ama “yurttaş” yoktu. Hızlı ve ağır bir politizasyonun yaşandığı 70’li yıllar, sosyal refleksiyonun kanallarını açmış olsa da, kimlik ve temsilin ekonomik krizler ve siyasal şiddetin belirlediği dar bir alanda tartışılmasını engelleyemedi.

 

12 Eylül 1980 darbesinden sonra, bir kere daha kastrasyona uğrayan bir toplumun yolunu bulma çabaları yine Cumhuriyet idealinin temel değerlerinden uzakta, ortaklığı ve konsensusu karşıdakinin sorumluluğu hâline getiren bir zihniyet benzerliğinin ürünü olarak ortaya çıktı. Kürd milliyetçiliği ve dinsel canlanış hormonlu bir nütrisyanonun obeziteyle sonuçlanmasını kaçınılmaz kılan bir bağlamda gelişmelerini sürdürdüler. Elbette, Kürd meselesinin militarizasyonu ve dinsel canlanışın 28 Şubat tarafından baskılanması gibi “mazaretler” olsa da, her iki akımın toplumun bütününe yönelik bir meşruiyet arayışı yerine, kendi mağduriyetlerine dayalı bir içe kapanmayla hareket ettiklerini söylemek mecburiyetindeyiz.

 

Hikâyeyi sürdürmek mümkün. Ancak, esas vurgulanması gereken, bugün mevcut siyasal kollektiflerin ve “ittifakların” ve bu ittifakların yanında yöresindeki unsurların, ne toplumun genel ne kendilerinin özel gelişme tarihleriyle “eleştirel bir hesaplaşmaya” gitmedikleri, nominal olarak kalsa bile, “eşit ve özgür bir yurttaşlar topluluğu ideali” yerine, kısmî olanın payına ve savunusuna yaslandıkları gerçeğidir.

 

Elimizdeki Malzeme

 

Şu halde defalarca tecrübe edildiği üzere elimizde, kavramını bile koruyamamanın iktidarsızlığıyla türdeş olmayan her şeyin tabutuna çivi çakmaktan başka koruyacak bir şeyi kalmayan bir muhfazakârlık, kendisini taşıyan ne siyasî ne de hukukî muhtevaya bağlılık hisseden ve eşitlik/özgürlük denkleminde yer bulmayı ar sayan laik bir saldırganlık, dinsel topluluğun muhayyel kutsallığında kendisini süslemekten başka bir amacı kalmayan ve böylece kendi geleceğini tüketen kibirli bir dinsel jest, her bir ferdini diğerinden ayıracak her türlü politik ve stratejik hamleyi gözünü kırpmadan gerçekleştirdiği hâlde ve söylemde bile herhangi bir ulusal ortaklığa ihtiyaç duymayan milliyetçi bir hoyratlık, kendisini tarihten ve tarihsel özgüllüğünden kopartarak elde edeceğini sandığı mitik bir statüden ötesini yaratmaya gücü kalmamış Kemalist okkültizm, okur-yazarlıktan biraz daha fazlasıyla kendini tatmin eden bir eğitim sistemi, toplumsal eşitsizliğin giderilmesine yönelik minimal bir çabayı bile insanlardan esirgeyen politik bir körlükle, bütün bunları destekleyen bir ruh hâli ve sosyal vasat var.

 

Bugün ne yaşıyorsak yaşayalım, bundan sonra üretilecek herhangi bir kontrat eğer, bu problem alanlarının verili mahiyetleriyle devamına izin verecekse, biz iktisadî yahut başka bir kisvenin gizlediği derin sorunlarla karşılaşmaya devam edeceğiz. Süreç boyunca ilkinde trajedi, ikincisinde felâket, üçüncüsünde kaos, sonrasında çöküş ve yıkımlarla imtihan edileceğiz, sanılanın aksine, farsa vakit bile kalmayacak. Eğer herkes kendi verili zeminine sadık kalacak, kendi ezberlerini tekrar edecek ve mutlak hakikatın sahipleniciliğine soyunacaksa, bizi yormanıza ve oyuna katmaya çalışmanıza gerek yok, abilerim, ablalarım!

 

Söze Uşaklıgil ile başlamıştık, galiba en iyisi onunla bitirmek:

 

Nerede bir suistîmal, bir sakat idare müşahede edilse her şeyden evvel onun sebebini teşkilâtın bozukluğunda, çarkların bir imtizaç-ı tam ile işlemesini temin edemeyen makinenin fena kuruluşunda aramak lazım gelirken mesuliyeti şahısların üstüne yükletmek mutaden en kolay, en kısa görünen bir çâredir; ve zannedilir ki şahıslar değişince bütün âlât ve edevat yekdiğeriyle ahenktar bir izdivaç içinde gıcırtısız, gürültüsüz işliyecektir. Her sendeleyip düştükçe sukutunun mesuliyetini yürüyüşünün beceriksizliğine atfedeceğine yeri yumruklayarak öfkesini alan çocuklar gibi efkâr-ı umumiye de sırtı dövülecek bir vücut bulunca kendisini mutmain ve artık âtiyi emin addeder.[3]

__

[1] Halid Ziya Uşaklıgil, Kırk Yıl, Hazırlayan: Abdullah Uçman, YKY: İstanbul, 2021, s. 408-9. Uşaklıgil, yazının devamında bir gece kapısını çalan İsmail Safa’nın yanındaki iki kişiyle kendisine, sıradan bir cenaze merasiminde halkın peyderpey toplanarak yeni bir padişaha biat edeceği bir “çözüm” sunduğunu anlatır.

[2] Hakkını yemeyelim, Stalinizmde hiç olmazsa, bir “proleter”, örnek bir öğretmen yahut köylü, yâni doğrudan üretimi olan bir figür ödüllendirilirdi.

[3] Kırk Yıl, s. 289-90.

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.