Sınıfsal Kader

Toplumsal eşitsizliklerin çok yoğun, sendikal örgütlenmelerin çok zayıf olduğu toplumlarda sınıfsal konumun bir kader olarak yaşanması sosyolojik, bilimsel bir vakadır. Ancak demokratik rejimlerde sınıfsal konumunuz, ait olduğunuz toplumsal tabaka sizin için bir kader olmaktan göreli olarak çıkmaya başlayabilir. En azından bu konumunuzu değiştirilmez bir kader olarak değil, değiştirmeye müsait bir politik mücadele alanı olarak yaşarsınız.

 

Ben bir teolog değilim. İslam ilahiyatçısı hiç değilim. Ancak şu kadarını gayet iyi biliyorum ki tüm semavi dinlerde akıl/vahiy tartışması diyerek özetleyebileceğimiz çok temel bir problematik vardır. Tüm semavi dinler aslında vahiy dinleridir. Vahyi Yaratan’ın yarattıklarıyla bir ilişki kurması olarak değerlendirebiliriz belki. Tıpkı duanın müminin Yaratan’ıyla ilişki kurma çabası olması gibi. Vahyin kaynağı Tanrısaldır, ilahidir, gökseldir. Ancak dinler bu dünyaya aittirler. Tıpkı Allah’ın elçilerinin, yani peygamberlerin birer insan olmaları gibi. Mutlak olan, yani vahiy, izah etmeye, açıklamaya, çözümlemeye pek müsait değildir. Zaten o nedenle de öncelikle imanın konusudur. Ancak mümin yine de iman ettiği bu vahiyle nasıl baş edeceğini, ondan nasıl bir doğru hayat çıkacağını bulmak için akletmek zorundadır. Vahye imanın ardından gelen ibadet ve doğru hayat için akla başvurmak elzemdir. Akıl aynı zamanda müminin imanına olan sorumluluğunu yerine getirebilmesi için de elzemdir.

 

Bu açıdan bakıldığında aklı sadece Aydınlanma sonrası bir kategori olarak düşünmek pek akıl kârı değildir. Çünkü akıl her dönemde, her düşünme sisteminde başvurulabilecek temel bir donanımdır. Ortaçağ’da daha çok teolojik bir dünya tasavvura hizmet eden akıl, modern zamanlarda medeni/endüstriyel bir dünya tasavvuruna hizmet eder hale gelmiştir. “Ortaçağ karanlığı” ve “Aydınlanma” şık metaforlardır ama tüm metaforlar gibi eğretidir. Yoksa Ortaçağ’da da bugün olduğu gibi güneş her sabah doğmaya devam etmiştir.

 

Akla Alan Yoksa, İnsani Sorumluluk da Yoktur

 

Akıl/vahiy tartışması dediğim, tüm semavi teolojilerde Tanrı ile insan arasındaki ilişkiyi sistematik bir biçimde kurmak için gündeme gelmiştir. Vahiy elbette mutlaktır. Ancak vahyin mutlaklığının akla hiç alan bırakmadan anlaşıldığı bir durumda, örneğin günah nasıl tanımlanacaktır? Eğer Tanrı’nın, örneğin kader ya da alınyazısı kavramlarıyla anabileceğimiz hayatımız üzerindeki belirleyiciliğinin sınırları nedir? Çünkü akla alan yoksa, insani sorumluluk da yoktur. Ancak ve ancak yaptıklarının sorumluluğu insana ait olursa, mümin akla başvurarak doğruyu yanlıştan ayırt edebilirse günahın bir anlamı olabilir. Yaptıklarımızın ya da yapmadıklarımızın kendimize göre nedenleri, gerekçeleri olması bizi günahtan azade kılmaz. Günahtan azade olmamanın temel kaynağı insanın tercihte bulunma imkânının olmasıdır. Yani davranışlarımız kader değildir. Alınyazısı değildir. Ve bizler onlardan sorumluyuz. Tıpkı seküler hukuktaki cezai sorumluluk gibi. Örneğin aç olmamız hırsızlık yapmamızı haklı çıkarmaz. Cezası neyse çekeriz. Aksi durumda hepimiz birer “kader mahkûmu” haline geliriz. Ne cezaya ne de günaha muhatap olmak zorunda kalırız. Belki bu nedenle hapishaneler kader mahkûmlarıyla doludur! Onlar da kendi açılarından masumdurlar. En azından bazı meşhur filmlerden biliriz: Hapishanede herkes masumdur.

 

Ben en azından bir sosyolog olarak buna hiç de öyle kolayca gülüp geçmem. Çünkü bu tutumun arkasında çok ciddi tarihsel, ekonomik, sosyolojik, antropolojik, sınıfsal gerçekler yatar. Daha 14 yaşında, sevgilisiyle kaçan ablasını aile baskıyla öldürmek zorunda kalan bir çocuk kader mahkûmu değil de nedir? Bu çocuğun hapishanede kendini bir kader mahkûmu olarak nitelendirmesine kim, ne kadar karşı çıkabilir? Ancak bu noktada kaderleri, alın yazılarını yavaş yavaş birbirlerinden ayırt etmeye başlamak gerekir. Belki bazılarınız şaşıracaktır ama hayat bir kaderler, alınyazıları çoğulluğudur. Şöyle sorayım: Bu 14 yaşında ablasını öldüren çocuk katil hangi kaderin mahkûmudur? Uhrevi kadere gelmeden önce dünyevi kaderleri elememiz gerekmez mi? Dilerseniz bu örnekte “sosyolojik/antropolojik kader” diye bir mefhum ortaya atayım. Daha önce günah ve suçtan söz edebilmek için insanın tercih hakkına sahip olması gerektiğini belirtmiştim. Söz konusu çocuk için teoloji günah açısından, hukuk ceza açısından nasıl bir yaklaşım göstermelidir? Bu çok ciddi bir meseledir. Aynı soruyu aç olduğu için baklava çalan çocuk için de sorabiliriz? Bu anlamda ilahiyat ve hukuk, günah ve ceza hakkında düşünürken somut olguyu tarihten, ekonomi-politikten, töre baskısından, sınıfsal mahrumiyetten nasıl arındırabilecektir? İsterseniz kitabın hafifletici sebepler bölümüne buyurun!

 

Çoğul kaderler izahından hâlâ tatmin olmamış okurlar için bir de “biyolojik kader”den söz edeyim isterseniz. Aslında biyolojik kadere kısaca genetik diyorlar modern bilimde. Bildiğiniz gibi birçok temel hastalığın genetik kökenleri olduğu düşünülüyor, hatta biliniyor. Eğer anneniz ya da babanız kanser geçirmişse, hipertansiyonu varsa, şeker hastasıysa sizin de aynı hastalığa yakalanma riskiniz en azından ailesinde bu hastalıklar olmayanlara göre daha yüksek. İşte buna da bir tür biyolojik kader demek eşyanın tabiatına o kadar da aykırı olmasa gerek.

 

Astroloji meraklılarına ne diyeceğiz? Kader çizgilerini yıldızlarda arayanlar desek çok mu tuhaf olur? Ya da faldan hiç vazgeçmeyenleri nasıl tanımlayacağız? Derdim kesinlikle yargılamak değil. Bütün bu eğilimleri biraz da kaderini, alınyazısını aşamayan bir varlık olarak insanın en azından ondan haberdar olma çabası olarak değerlendirebiliriz belki de.

 

İsterseniz kader çoğulluğu çeşitlemelerine devam edeyim. Okuryazarlar iyi bilir: Son yıllarda en azında sosyal medyada dolaşan bir “coğrafya kaderdir” atasözü var! Sözün sahibi konusunda rivayet muhtelif. Özellikle yer değiştirmenin, taşınmanın pek kolay olmadığı, insanların genelde doğdukları yerde öldükleri çağlarda coğrafyanın bir kader olması o kadar da şaşırtıcı değil aslında. Coğrafya yerine iklim ya da çevre koşulları da diyebilirdik. Gerçekten de hekimler belli coğrafyaların iklimlerinin insanlarda bazı hastalıkların gelişmesinde etkili olduklarını söylüyorlar.

 

Sınıfsal Konumun Kader Olarak Yaşanması

 

Dilerseniz yazıyı, yazının başlığıyla bitireyim. Sınıfsal kader. Toplumsal eşitsizliklerin çok yoğun, sendikal örgütlenmelerin çok zayıf olduğu toplumlarda sınıfsal konumun bir kader olarak yaşanması sosyolojik, bilimsel bir vakadır. Ancak demokratik rejimlerde sınıfsal konumunuz, ait olduğunuz toplumsal tabaka sizin için bir kader olmaktan göreli olarak çıkmaya başlayabilir. En azından bu konumunuzu değiştirilmez bir kader olarak değil, değiştirmeye müsait bir politik mücadele alanı olarak yaşarsınız. Mesela aklıma hemen Bourdieu geldi. Ünlü sosyolog modern zamanlarda eğitimin ve öğretimin sosyal mobilite, yani sınıf atlamayı teşvik etmek bir yana, verili sınıfsal konumları sistematik bir biçimde yeniden ürettiğini ileri sürer. Yani ona göre eğitim/öğretim bile sınıfsal kaderi aşmaya tek başına yetmez.

 

Gelelim en sıcak konuya. Bildiğiniz gibi, Bartın’daki maden felaketinden sonra özellikle siyasi liderlerin konuyu kader kapsamında ele almalarıyla birlikte ciddi bir tartışma başladı. Örneğin ben de Türkiye’nin yakın tarihini iyi bilen bir sosyolog olarak Bartın’da hayatını kaybeden maden işçilerinin sınıfsal bir kaderin kurbanı olduklarından kolaylıkla söz edebilirim. Ancak bu saptama hiçbir zaman bu işçilerin hayatlarına mal olan ihmaller zinciri ve onun ardındaki ekonomi-politik statükoyu haklı çıkarmak için olmaz. Esas olan bu olayın sorumlusu olan insanların tercihleridir, kararlarıdır. Yaptıkları ya da yapmadıklarıdır. Bir ülkede birkaç ciddi kurumla, birkaç ciddi insanla önüne geçilebilecek bu felaketler düzenli bir hal alıyorsa eğer, o zaman benim de bu süreci sınıfsal kader kavramıyla anmam eşyanın tabiatına uygun olur. Demokratik bile demeyeyim, aklı başında bir ülkede siyasetin sorumluluğu en azından yurttaşları ilahi kaderleriyle baş başa bırakmaktır! Onların sosyolojik/antropolojik kaderden, sınıfsal kaderden, ekonomi-politik kaderden mümkün olduğu kadar az etkilenmesini sağlamaktır. Ancak Türkiye’de bence henüz bunun çok uzağındayız.

 

Bu arada yazıyı bitirirken şunu da vurgulamak isterim: Kaderden söz etmek için insanın mutlaka inançlı olması gerekmez. Bu aynı zamanda çok ciddi bir felsefi problematiktir. Hatta teoloji de bilindiği gibi temel felsefe disiplinlerinden biridir. Tanrı ya da din felsefesi anlamında. Ayrıca sınıfsal kaderden söz etmek için de Marksist olmak gerekmez. Aklı başında olmak yeter de artar bile. Özellikle de Türkiye gibi bir ülkede. Bu arada agnostik ve post-Marksist olduğumu daha önce defalarca yazdım ve söyledim.

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.