“Sistem Hep Aynı Sistem”
Hürriyet sayesinde iktidar olan hürriyetten korkar ve tek el idaresinden vazgeçemez. O nedenle sistemde esaslı bir değişiklik olmaz. İktidar koltuğuna oturan mazlumlar, eline geçirdikleri güçle düşman belledikleri muhalifleri ezmeye, olmadı tasfiye etmeye gayret eder. Hülasa sistem ana hatlarıyla hep aynı kalır, sadece isimler değişir.
Yıl 1955, Demokrat Parti (DP) iktidarının ikinci dönemi. Parti zor bir dönemden geçiyor. Çünkü Başbakan Menderes’in has adamlarından Mükerrem Sarol hakkındaki yolsuzluk iddiaları almış başını yürümüş. Devlet Bakanı olan Sarol, Türk Sesi diye bir gazete çıkarmış ve ilkokulları bile paralı abone yapmaya kalkmış, adı “gazete kâğıdı tahsisi” yolsuzluklarına karışmış. Siyasi kulislerde, DP’nin iktidar olduğu 1950 yılından sonra Sarol’un servetindeki muazzam artış, en mühim gündem maddelerinden biri olmuş.
Dönemin gazeteleri de bu tartışmalara kör-sağır kalmazlar elbet; Sarol hakkındaki büyük yolsuzluk iddialarını sayfalarına taşırlar. Ne var ki muhalefette iken basın özgürlüğünün sözcülüğü üstlenen DP, iktidarda basının sesini kesmeye yönelir. Bir bakanını ilgilendiren iddiaları yazan gazetecilere dava üstüne dava açar. Basının elinin kolunu bağlamaya, gazeteleri kıpırdayamaz hale getirmeye çalışır.
DP içindeki bazı milletvekilleri bu durumdan rahatsız olur. 11 DP vekili, basına “ispat hakkı” tanıyan bir kanun teklifini Meclis’e sunarlar. Kanun teklifine göre, eğer bir gazeteci bir bakan veya kamu görevlisi hakkında suçlayıcı bir haber yaparsa bunu ispatlama hakkına sahip olmalıydı. Elindeki belgeleri mahkemeye vermeli, mahkeme bu belgeleri doğru bulursa gazeteci beraat ettirmeliydi.
Gaye, hem basına hareket edebileceği özgür bir alan sağlamak hem de haksız suçlamaları önlemektir. DP içinde mâkes bulur bu kanun teklifi ve hatta partinin ağır abilerinden Ekrem Hayri Üstündağ ve Fevzi Lütfi Karaosmanoğlu da Meclis’e gidip 11’lerin teklifinin altına imza koyarlar.
“Hadiselerin her tarafı karanlık”
Olayın giderek büyümesi DP’deki harareti artırır, Menderes küplere biner. Parti bu münakaşayla çalkalanırken, bir de 6-7 Eylül olayları patlak verir. İktidar, sıkıyönetim kararı alır. Muhalefet ise, olaylardan hükümeti sorumlu tutar ve sıkıyönetime gidilmesine karşı çıkar. “Hadiselerin her tarafı karanlık” diyen CHP Genel Başkanı İsmet İnönü, meselenin aydınlatılması için Meclis’in açık kalmasını ve Ankara’da sıkıyönetimden vazgeçilmesini ister.
DP, 6-7 Eylül’den sonra basının üzerine daha bir hışımla gider. İnönü, konuyla alakalı Ulus gazetesinde bir yazı yazar. Sıkıyönetim, hem Ulus’u hem de aynı yazıyı alıntılayan Hürriyet, Tercüman ve Hergün gazetelerini süresiz olarak kapatır. Basının kapısına kilit vurulmasına en sert tepkilerden biri, DP’nin İzmir Milletvekili de olan Tercüman’ın başyazarı Cihat Baban’dan gelir.
“Meclisiyle, hükümetiyle, örfi idaresiyle DP tek parti halinde memlekete egemen olma arzusunu gösteriyor.” (s. 354)
Baban’a cevabı, yolsuzluk iddialarının odağındaki isim, Mükerrem Sarol verir, hem de niyetini bütünüyle ortaya koyan bir berraklıkla:
“Ne zannediyorsun, iktidara geldikten sonra bırakacak kadar enayi mi sandın bizi? Elbette 1957 seçimlerini sıkıyönetim altında yapar, bir dört yıl daha kazanırsak kekâ, sonrası Allah kerim!” (s. 354)
“Hürriyet bayrağı ile iktidara gelen parti içinde dahi hürriyet yok”
Hükümet ortalığı suspus kılmaya kararlıdır. İstanbul Ekspres de kapatılan gazeteler kervanına katılır. Gelişmeler, DP içindeki muhalifleri de harekete geçirir; ispat hakkını partinin kongresine getirmeye hazırlanırlar. Menderes, buna tamamen karşıdır. DP’nin Genel İdare Kurulu (GİK), Menderes’in isteğiyle Fuat Köprülü başkanlığında toplanır.
Köprülü, kendileri de GİK üyesi olan Fevzi Lütfi Karaosmanoğlu ve Fethi Çelikbaş’tan teklifteki imzalarını çekmelerini ister. Karaosmanoğlu, bu talebi net bir dille reddeder, ispat hakkının gerekliliğini kararlılıkla savunur. Toplantıda hiç kimse de onun argümanlarına karşı bir tez ileri sürmez. Gece yarısından sonra evine dönen Karaosmanoğlu’na resmi bir araç bir mektup getirir:
“Parti tesanütünü (dayanışmasını) bozduğunuz için GİK üyeliğiniz düşürülmüştür. Kongre’ye de katılamazsınız. İmza: Fuat Köprülü!” (s. 355)
Karaosmanoğlu, bunun üzerine Menderes’e “Reis Beyefendi” hitabıyla başlayan bir mektup yazar. Onun muavinine imza ettirdiği mektubu aldığını, parti dayanışmasını bozan bir kişi olarak GİK üyeliğinin düşürülmesinin ve kongreye katılmaktan menedilmesinin anlamını bildiğini söyler:
“Bunun manasını şöyle anladım: Kuruldaki ekseriyet, hicabâver sükûtu ihtiyar etmediğim için safını sıklaştırarak beni cebir ve zor ile dışarı atmak istemiştir.” (s. 355- 356)
Ona göre kendine reva görülen haksız muamelenin nedeni bellidir: Utanç verici bir sessizliği paylaşmamak! Parti yönetiminin çoğunluğu haksızlık karşısında susmayı tercih etmiştir; o ise bu utanca ortak olmayan azınlığın içinde kalmıştır. Gücü elinde tutan haksız çoğunluk, azınlığın haklı sesini zorla kıstırmıştır. Karaosmanoğlu, gerek parti içinde gerek parti dışında çareyi hürriyetleri bastırmakta bulan Menderes’e, yola neden revan olduklarını hatırlatma gereği duyar:
“Bu topraklar üstünde bir şeyler değiştirmek, bir şeyler yapmak için birleşmiştik. Hangi şeyi değiştirdik, değişen insanlar oldu. Sistem aynı sistem.
Onların kanunlarla, teamüllerle, örflerle, tahakkümlerle koydukları prensiplere ancak dört senelik muhalefet devremizde muarız (karşı) olduk.
İktidara gelince her şeyi olduğu gibi devam ettirdik.
Reis Beyefendi, hürriyet bayrağı ile iktidara gelen parti içinde dahi hürriyet yok.” (s. 356)
Fevzi Lütfi’nin mektubuyla Menderes’in tepesi atar.“Hicabâver” sözünü lanetler, “bozguncu, merdut, menfur” gibi ağır sıfatlarla onu kınar. Karaosmanoğlu’nun gayesinin DP’yi bölmek olduğunu belirtir. Ancak Menderes’in bu hırçınlığı, parti içi muhalefete geri çekilmesini sağlamaz. Aksine tavırlar sertleşir.
Cihat Baban, DP iktidarında toplantı, gösteri ve basın hürriyetinin tek parti devrini arattığını yazar. Muhalefete düşman muamelesi yapılmasını, anti-demokratik kanunlara bel bağlanmasını, hâkimlere korku telkin edilmesini ve partizanlığı eleştirir ve partisinden istifa eder.
“Bütün tarih boyunca iktidarlar rahat etmek için fikir hürriyetini yasaklamışlardı. Fakat her devride yarattıkları sükût, hürriyetlerinin suiistimalinden daha yakıcı, daha bezdirici ve daha korkunç olmuştu.” (s. 360)
“Hürriyetten korkmayınız. Tek el idaresini bırakınız”
Bütün bu olan-bitenin önemi, içeriğiyle Türkiye siyasetinin yapısal bir arızasını açığa çıkarmasıdır. Hadise dünde yaşanmıştır ama bugünü anlatır. Mektubun muhatabı DP’dir ama bu mektup DP’nin devamı olan Adalet Partisi, Anavatan Partisi ve AK Parti için de okunabilir. Zira muhalefette ve iktidarda birbirinin zıddı yönlere savrulmak bağlamında mektuptaki ifadeler AP için de, ANAP için de, AK Parti içinde geçerlidir. Kural değişmez: Zayıfken “haram” bulunan iktidardayken “helal” kılınır. Muhalefette hürriyet ipine sarılırken iktidarda istibdattan medet umulur.
Fevzi Lütfi, söz konusu mektubunu bitirirken Menderes’e bir çağrıda bulunur:
“Cebir ve zoru, ‘her halde benim dediğim olacak’ zihniyetini ve inadını bir tarafa atınız. DP’nin kuruluş sebebi olan prensiplere dört elle sarılınız. Hürriyetten korkmayınız. Tek el idaresini bırakınız.” (s. 356)
Elbette, bu çağrıya kulak verilmez. Hürriyet sayesinde iktidar olan hürriyetten korkar ve tek el idaresinden vazgeçemez. O nedenle sistemde esaslı bir değişiklik olmaz. İktidar koltuğuna oturan mazlumlar, eline geçirdikleri güçle düşman belledikleri muhalifleri ezmeye, olmadı tasfiye etmeye gayret eder.
Hülasa sistem ana hatlarıyla hep aynı kalır, sadece isimler değişir.
Dün Erdoğan olur bu isim, bugün de İmamoğlu. Yazık!
Alıntılar için bakınız: Taha Akyol; Kuvvetler Ayrılığı Olmayınca, Doğan Kitap, İstanbul, 2021.