Sistemik Deprem
Pozitif bir sistemik depreme, bu deprem sayesinde paylaşılacak bir iktidar birikimine ve o birikim sayesinde toplumu yaşam sevinci ve hakiki sorumluluk alanlarıyla yeniden buluşturacak koşullara ve bunların sağladığı imkânlarla rehabilite edilmeye, halüsinasyonlardan sıyrılıp zamanın ruhuna uygun bir devinime, merhamet ve akıl içre bir dönüşüme hepimizin şiddetle ihtiyacı var.
Toplumsal fay hatlarımızı da yararak geldi deprem. Daha doğru cümle şu olmalı herhalde: “Deprem bile toplumsal fay hatlarındaki enerjiyi boşaltmaya yetmedi! Hatta tersi oldu!”
Bir açıdan baktığınızda böylesi yıkıcı, dünya üzerinde az görülür bir felaketin, dramın, trajedinin bile kalpleri yumuşatmasının mümkün olmaması da bir nevi “Asrın Felaketi” değil midir? Hani denir ya halk arasında; “Dünya yıkılsa onunla bir araya gelmem” diye. Konvansiyonel ve sosyal medyadaki halimize baktığımızda; bu vurgulu cümle, lafta kalan absürt bir abartı olmanın ötesinde değil midir?
“Yaklaşık yüz yıllık arka planı olan ayrımlaşmalarımız ve üzerine tuz biber eken ‘50+1’ sisteminin dayanılması güç yükü, bu faturayı besledi” denebilir elbette. Ama bu fazla indirgemeci ve toplumun diğer yarısını sorumluluktan azade kılmaya matuf, siyasi bir değerlendirme olmanın ötesine geçebilir mi? Tam da burada, “Siyasi olmayan konu mu var?” diye bir soru da ortaya atılıp tıpkı Kılıçdaroğlu gibi cevap da verilebilir. Bir açıdan doğrudur; peki altında kaldığımız enkazın sorumluluğundan bizi azade kılar mı? İktidar, yerbiliminden müteahhitliğe, yapı denetiminden alternatif çözümlere kadar ayak sürüdü de, geri kalanlar dünyayı ayağa falan mı kaldırmıştı?
Sorun, bir tarafıyla ortak işlenen bir toplumsal suça tekabül etmiyor mu? Hele ki Tavşancıl ve Erzin gibi beldelerin de varlığı üzerinden meseleye baktığımızda, kendi sorumluluk alanlarında -yeterli bilince ulaşmamış ve kendilerini kınayan halk tabakalarına rağmen- belli bir şehir kültürü oluşturan ya da verili kültürü tüm baskılara rağmen koruyanların en yalın haliyle ördüğü kader ağları değil midir buraların gerçeği? Bir yönüyle, Tavşancıl ve Erzin örnekleri, kutuplaşmanın hangi seviyelerde olduğunun araştırılmasının da ilhamını vermekte bizlere. “Ne kadar az kutuplaşma, o kadar az toplumsal ayrışma, o derece bilim ve akla sabır diyebilir miyiz acaba?” diye sormadan edemiyor insan!
Ne Kadar Normalleşme, O Kadar Bilim ve Akla Sabır
Bu şiddette bir deprem, hesap edilemeyen tabloları da, hesap edilene rağmen alınmayan önlemler gerçeğini de önümüze koydu elbette. Ne acıdır ki o önlemlerin neler olduğunu bildiğiniz halde, almaya kalktığınızda karşı karşıya kalacağınız siyasi ve toplumsal maliyet daha bir önem kazanmakta. Ve işte meselenin asıl siyasi olan boyutu bu! Yoksa krizi fırsata çeviren trol ordularının genelleştirmelerle biri on yapıp yangına körükle gitmeleri değil sadece. Asıl acı reçete, bir deprem ülkesi olmamız gerçeğini herkesin bilmesine rağmen, acı ilacı içmekten bizi alıkoyan dünyevi hırslarımız ve ortak kültürel zihniyet kodlarımız. Trajediyi izlerken insana, “Bu mesele hükümetler üstü olarak ele alınmalı ve bir devlet politikası, bir Milli Güvenlik politikası olarak planlanıp üzerine gidilmeli” dedirten çaresizliğimiz aslında kutuplaşmalarımız, ayrımlaşmalarımız, bitimsiz kavgalarımız, velhasıl sosyo-kültürel kumaşımız için de geçerli.
Bir acı var, enkaz var, çığlıklar var ve hepsiyle birlikte bizlerin kimliksel kavgaları var! Hem de diğerlerinin üzerini örtercesine! “İktidarın hiç kimseyi susturma hakkı yok!” ile “Biz Cumhur İttifakı olarak sahadayız” mealindeki sözler arasında salınımlanan vicdanlar. Elbette ortada daha önce yangını, sel felaketini, pandemiyi yönetmede beceriksizlikleri, ele yüze bulaştırdıkları ve krizi fırsata çevirmeye çalışan şark kurnazlıklarıyla boy gösteren bir iktidar var! Elbette bu iktidar kurduğu merkezi sistemle her şeyin yönetimini daha da zorlaştırdı. Elbette yaptıkları yapmadıklarıyla, görüntüyü kurtarmanın boşlukları doldurmak, zaafları gidermekten daha önemli olduğunu her haliyle izhar eden ekabirin sorumluluğu her şeyden önde ve elbette böyle zamanlarda ‘sen-ben’ dememek, tek vücut olabilmek çok ama çok önemli. Lakin bir gerçeğimiz de diğer samimiyetsiz tarafımız. Bir gerçeğimiz de ‘tencere dibin kara’ dedirten diğer tarafımız. Suçlamayı, bire on katmayı, kimliksel ayrışma noktalarını haklılık ve haksızlığın ölçütü haline getirmeyi enkazdan ve çığlıklardan daha öne alan diğer yarımız!
Kutuplaştırıcı Medya Versus Toplumsal Gerçekliğimiz
Sorumluluğun büyüğünün iktidarda olması, sürekli olarak “Bu ölümlerin sorumluları sizsiniz” mealinde analizler bizi ne bir sonraki aşamaya taşıyacak ne de -ve daha önemlisi- halihazırdaki durumda sadra şifa olacak! Nitekim olmadı da!
Siyasi olarak bu süreçten iktidarın zarar görmesini arzu etme siyasetiyle, insanların sorunlarına etkili çözümler arama söylemi/retoriği bir arada yürüyemez çünkü! İnsanlar sıcak bir çorbaya, sığınacağı bir çadıra ulaşmaya çalışırken sizden sürekli sorumlulara karşı öfke cümleleri sıralamanızı istemez, beklemez, hatta belki de sizin sesinizi duymaz bile!
Nitekim, tanınmış bir gazeteci ve ekran yüzü sahadan önemli bilgiler aktarırken “Bir haftadır sosyal medyaya girmiyordum ve girdiğimde gördüm ki orası bıraktığım gibi tam bir felaket” demişti mealen. Bölgeden döndüğünde o da kendisini gazetecilerin birbirlerine dönük operasyonlarının, yardım kuruluşlarını birbiriyle -yarıştıran değil- çatıştıran hallerinin içinde buldu, lakin onun bu sözleri bize başka bir gerçeği daha göstermekteydi! Konvansiyonel ve sosyal medya kendi gerçeğini saha gerçekliğinin ötesine taşımayı sevmekteydi. İktidarı muhalefetiyle o medyanın kendi gerçeği, hakikate dair yüzdelik dilimin küçük bir unsurunu oluşturmakta ve geri kalan parçaları tamamen post-truth bir düzleme hizmet etmekteydi. Yani aslında sahanın hem trajediye elbirliğiyle müdahale hem de dayanışma anlamında kendi gerçekliği tüm dezenformasyonların, saptırmaların, abartıların, bire on katmaların ya da isabet etse de “Zamanı mı?” diye sordurtan tüm sözde endişelerin üzerindeydi. Tümünün de kapsamı dışındaydı. Saha gerçekliğinin öncelikleri çok ama çok farklıydı. Bu durum, elbette ki asla sosyal ve konvansiyonel medyanın insanlığa hizmette aracılık eden rolünün hafifsenmesi anlamına gelmez. Konvansiyonel ve sosyal medyayı bu ivedi gerçekliğe hizmet için kullananların imtihanı zor olsa da, gerçeğin en yalın haliyle kendisi bize sahada görünür ve sahadakiler bu psikolojiyle hareket eder, yardım talepleri ve paylaşımlarda bulunurken; gerçekleşmiş olması inkâr edilemeyecek düzeyde ufak örneklerle, gerçeğin küçük dilimlerinin siyasete etki etmesine gayret edenlerse bu imtihanda sınıfta kaldılar denebilir.
‘Samimiyet ve Sahicilik’e Olan İhtiyacımız
‘Toplum’ dediğimizde, -bir yönüyle- ortak kaderi yaşamak anlamına gelebilir ama asla yekvücut bir şuurluluk/bilinçlilik halini yansıtmaz. O yüzden başka konulardaki pek çok farklılığına ya da zaaflarına rağmen ‘samimiyet’ ister. ‘Samimiyet’i her şeyin üzerine koyar ve ilk görüşte de anlar. Bir serzenişin, yakınmanın, göz yaşının sadra şifa olsun diye söylenip söylenmediğini hemen fark eder. Hele ateşin düştüğü yerde yaşamakta ise, bunu hemen kavrar. Siyaset üstü ‘samimiyet ve sahicilik’in rolü de yapılamaz. Kendisini hemen ele verir. “Samimiyet ve sahicilik” adı üstünde kendinden başkasına alan tanımaz. Onlar yoksa mutlaka başka şeyler vardır. İkisi aynı yerde ikamet edemez.
Mesela bir devlet yetkilisinin ekranda, “Beni gördüklerinde ayağa kalktılar, ‘oturun’ dedim, ‘devletimiz gelmiş nasıl otururuz’” hikâyesini yutkunarak anlatması yavanlığı hemen ele verir. “Bir deprem bölgesinde insanı duygulandıran bu mudur? Bula bula anlatacak bunu mu buldun?” dedirtir. Ama bir siyasi parti liderinin eşinin dört gündür deprem bölgesinde depremzedelere doğum yaptırmak için çırpınmasının, kendi partisinin yetkilileri tarafından bile ancak dördüncü günde bir gazetecinin paylaşımıyla öğrenilmesi, işte bu samimiyettir, sahiciliktir. Hastaneye vardığında kimsenin onun kimliğini bilmemesi, kendisinin de bunu açık etmemesi, hadise medyaya yansıdığında o şahsın çevresine mahcubiyetini yansıtması tam da ihtiyacımız olan şeydir! Evet, her konuda tam da ihtiyacımız olan budur!
Mesela hangi dini-kültürel-etnik kimliğe sahip olursanız olun, adaletsizliğe maruz kalmış insanların hak savunuculuğunu yapanların kimliklerinin mağdurlar tarafından sorgulanmaması ve böylesi bir misyona soyunmuş olmanın rolünün de yapıl(a)maması gibi!
Hesap, kitap, PR kelimelerinin deprem ile aynı cümlede sarf edilmesi bile insanlık adına utanç vericidir. Afetler, sancılar, krizler, bir fotoğraf karesine girmek için yarışanlarla değil, “kul bilmezse Halik bilir” bilinciyle koşuşturanlarla aşılır. Plan, program, akıl, bilim, hepsine eyvallah. Lakin, insan ve toplum sadece bunlardan müteşekkil robotlar ordusu değildir. Nitekim dünyanın dört bir yanından gelen her din ve etnik kökenden insanı birbirine bağlayan bağlar, sadece profesyonel organizasyonların değil, insana ve fıtratına, vicdanına dahil olan duyguların harekete geçirilmesinin bir sonucudur.
Hangi Gerçeklik? Sahanınki mi Medyanınki mi?
Ne manidardır ki; (ve araştırma konusu da edilmelidir ki) milyonlarca insanı ailesinden, evinden, yurdundan eden, muhacir kılan; cenazesini enkaz altından çıkarıp usulünce gömebilmeyi başarı olarak gösteren; Suriye’de yıllara sari olanı bir gecede yaşatan; Ukrayna’daki yıkıma bizzat şahitlik edenleri bile hayrete düşüren bir felaket, gereken dersleri çıkarmada insana cimrilik eder miydi hiç? İnsan mıdır cimri olan felaket mi? Sığınmacılara yönelik muamelelerle ilgili aktarılan anekdotlardan bahsediyoruz. En akılda kalanı “yağmacılık” ithamı oldu. Hem yağmacılığın kendisi abartıldı hem de failleri yanlış adreslerde gösterildi. Dolayısıyla yemek sıralarından ya da çadır dağıtım alanlarından herkes kendi küçük olumsuz hikâyelerini paylaştı.
Bu noktada birkaç sorunu birden tespit etmek mümkün:
- Olgunun kendisine dönük abartı ve genelleştirme (sanki her yer yoğun bir yağmacılık faaliyeti altındaymış gibi).
- Faili “Suriyeliler” olarak kodlayan habercilik dilinin farkındalığındaki zafiyet. (Konvansiyonel medyada da şuuraltına sığınmacılar zerk edildi.).
- Sahadaki olumsuz örneklerin iyi niyetli de olsa sadra şifa olamayacak tarzda paylaşımı.
- Bütün bunların kökeninde yer alan, ırkçı, yabancı düşmanı politikacıların toplumu olumsuz etkileyen faaliyetlerle bizzat sahadan görüntü vermeleri ve mahir oldukları psikolojik harekât konularında toplumu endişeye sevk edici yayınlar yapmalarının yaptırımsız kalması.
Öncelikle şunun altını tekrar çizmek gerekir ki, sahanın gerçek resmi, kimlik ayırmaksızın herkesin tek bir insanlık hedefine mebni olmak üzere dayanışmasıdır! Bunun dışında kalan her türlü olumsuz örneğin öne çıkarılıp büyütülmesi ise genel zaafımızı oluşturmaktadır. Irkçılığa ya da ırkçı şahinlerin etkisinde kalan halk kesimlerine dair örnekler de bu minvaldedir. Afaki örnekler ve propaganda retoriği dışında kalan yüzlerce örnek, sahada tam tersi şahitlikler ortaya koymuştur. Ülkenin neredeyse dörtte birini hem yüzölçümü hem nüfus olarak etkilemiş bu felakete dair -aslında paylaşılmaması gereken- olumsuz toplumsal olaylardan akılda kalan bir ikisi olmuştur. Muhatabınıza “Bu olaylardan bana somut olarak üç tanesini sırala” deseniz, muhatabın 5N1K çerçevesinde kalabilmesi güçtür. Peki bunları topluma zerk etmenin faydası nedir? Koskoca bir hiç! Aksine moral bozukluğu, nefret ve hedef gösterme, toplumsal kaosa davet! Peki öyle bir olay yaşanmış olabilir mi? Elbette olabilir! Peki 15 milyon insanı ilgilendiren bir trajedide bahsinin edilmesi için ehemmiyeti nedir?
Yok Aslında Birbirimizden Farkımız
Kutuplaşma konusunda konvansiyonel ve sosyal medyanın yaptığı katkılara da, kutuplaşmayı körükleyen olayların toplumun gerçekliğiyle olan korelatif ilişkisine de bu nazarla bakmak, bakabilmek gerekir aslında. İktidar siyasetçisi ve medyası kadar, muhalif kesimlerin odakları da olgulara bu minval üzere bir değer biçebilmelidir normal şartlarda. Aslında başarı, kendi toplumsallığını bu farkındalık düzlemine çekebilmektedir. Yani yine samimiyet, sahicilik ve kutuplaşmayı aşan bir siyaset dilini topluma geçirebilmek.
İktidar gücü toplumu yönlendirmede önemli bir nimettir. Ama o nimeti kullanacak akıl gereklidir. O aklın niteliğidir aslolan. Toplum kutuplaşmadığı takdirde kaybedeceği vehmiyle hareket eden bir iktidar zihniyeti ile asıl normalleşmeye emek verdiğinde kazanacağını hesap eden akıl arasında dağlar kadar fark vardır. Ülkeye sağlayacağı fayda açısından da öyle.
Öte yandan nadirattan da olsa Suriyeliye bir tas çorbayı çok gören depremzede örneği, aslında propagandalar sonucu vicdanına susturucu takılmış, son dönemlerin konjonktürel vasat örneklerimizdendir. Eğer iktidar elindeki devasa imkânları toplumu doğru bilinçlendirmeye harcasa, muhalefet de iktidarın hatalarını sığınmacı aleyhtarlığıyla değil de, insan merkezli bir sığınmacı siyasetiyle kuşatmayı tercih etse, depremde bile baş gösteren bu tepkilerin neşvünema bulması imkânsızlaşırdı. Yani iktidarı ve muhalefetiyle bizzat siyasetin kendisi, toplumsal vicdanı yaralamada olabildiğince olumsuz bir işlev gördü ve bunda da kutuplaşma maalesef başat kaynak olarak rol oynadı.
Afette Kimliğe Saldıran Akıl Tutulmaları
Sığınmacılar üzerinden verdiğimiz bu örneği genel sorunlarımıza şamil kılmak da mümkün. İktidarı-muhalefetiyle siyasetin bu tutumu maalesef olumsuz gerçekliğimizdir ama bir gerçekliktir! Siyaset bu misyona oynamıştır. Bu misyonu milyonların talebi gibi algılatmada ırkçılar hiç de yalnız değildir. Lakin, siyaset böyle bir rol oynamasa, mesela iktidar elindeki maddi-manevi devasa birikimi toplumun faydasına olan konularda paylaşmayı öncelese; muhalif kesimlerin yapacağı katkılara da görünür görünmez engeller çıkartmasa, aslında hem toplumun teveccühüyle kendi iktidarının devamı hem de toplumun kazan-kazan iklimine fayda sağlayıcı bir itikada kavuşması işten bile değildir. Düşünün ki depremin bile saramadığı yaralara maruz kalmış bir toplum görüntüsü; “şovmen sanatçılar” ithamından “deprem bölgesinde ilahiyatçının ne işi var!” kötücül söylemlerine kadar onulmaz yaralarla maluldür. Peki “çocukların travmalarına, psikolojilerine katkı babında açılan Kur’an Kurslarını sorun olarak gören marjinaller kaç kişidir?” diye sorsak acaba ne cevap alırız! Her kesimin “malum” radikal gazeteleri dışında bu konuları sorun edinen var mıdır? Çoluğu çocuğu çadırlarda yaşamaya mahkûm olmuş, sıcak bir tebessüme, güvenebileceği bir kalbe, başını yaslayabileceği bir omuza ihtiyaç duyanlar ve bunları yanı başlarında gören sahadakilerin konumuz dışı olduğu açıktır. Bu serzenişle ilgili normal şartlarda toplumda kaç kişiyi etkileyecekleri de açıktır! Peki neden bu yazının bile satırları arasına girmeyi başarabilmişlerdir? Çünkü yıllara sâri kutuplaşmalarla nefes alabilen marjinallerin ayrışma konularındaki eski ve yeni lojistikleri, bugünkü siyasetler sayesinde prim yapmaktadır. Baş sorumlu iktidar da asla bu konuda yalnız değildir. Eski düşmanlarının zihniyet kodlarını aynıyla vaki kuşanmış olsa da, muhalif saflarda yer alanlar iktidarın açtığı yaraları tamir etmede felsefi, fikri, teorik, fiili, hemen hiçbir alanda yeterli güveni topluma sağlayamamaktadırlar!
Fay Hattından Daha Derinlerdeki Ahlak ve Zihniyet Sorunlarımız
“Depremde bile…” diye başlayan; “depremin bile saramadığı yaralar”a atıf yapan cümleler üzerine derin tefekkür vaktidir. Belki de o cümlelerdeki “bile”nin kendisi fazlalıktır. Zaten tam da budur arzulanan ve böylesi kriz zamanlarında ayyuka çıkar. Tam da aradığı şey bu krizlerdir belki de! Normal zamanlarda gösteremediği tabloları böylesi kriz zamanlarında gösterebileceğini zanneden sanrılara sahiptir. Sorunun esası, kırılan fay hattından daha da derinde olmasıdır belki de. Eğer genel bir ahlak ve zihniyet sorunu yaşıyorsak pekâlâ da öyledir. Kalpleri tir tir titreyenlerin çoğu fay hatlarına yakın olanlardı. Onlar bile bu ahlaki erozyona mola verebilmeyi ancak birkaç günlüğüne başarabildiler. Dolayısıyla meselemiz bu ahlaki sorunlarımız üzerinde sörf yapan siyasetçisi, medyatörüyle trol benzeri aktörler hiç değildir. Konjonktür ve siyaset izin vermese onların, ayıplanıp kınanmaktan başka irapta mahalli var mıdır ki?
Hepimizin “Merkezefendi” psikolojisinden çıkması şarttır. Yeter gücümüz bellidir ve başkalarıyla dayanışmadan sorunları çözmemiz mümkün değildir. Tıpkı uluslararası arenaya çağrı yapmamız ve onlarca farklı ülkeden yardım ekiplerine muhtaç olmamız; tıpkı enkaz altındaki mağdurların Ahbap-İHH ayrımını yapmalarının tahayyül bile edilemeyeceği gerçeği gibi. Ahbap’ın network’üyle İHH sosyolojisine; İHH’nın birikimiyle Ahbap’ların dünyasına güven vermenin güç olduğu ama her iki dünyanın birikimine başta kendileri olmak üzere bütün bir ülkenin muhtaç olması somut gerçekliği gibi. Tıpkı; AFAD’ı siyasileştiren, afetle mücadeleyi kısırlaştıran ve sistemsel bir inadı toplumun kaderine olumsuz etki edecek düzeyde savunan aklın asıl “kaderimiz” olması gibi. Tıpkı “kader” kelimesinin tarihte de olduğu gibi siyasileştirilip kaderle hiç ilgisi olmayan bir tarzda kaderimiz gibi yansıtılması gibi.
Yaşadığımız, siyaseti ve toplumsallığımızı da etkileyen sistemik bir deprem. İktidar-muhalefet dikey kesen hatların hiçbir önemi yok. Elbette ki meşhur Mecelle Kanunu her şart altında ve her zaman geçerlidir; yani “def-i mefâsid, celb-i menafiden evladır”. Halihazırdaki fiili cürümlere, kötülüklere, adaletsizlik, hukuksuzluk, yolsuzluk ve yasaklara “dur” demek her şeyden önceliklidir. Lakin haymana beygiri gibi aynı yerde dönüp durmak istemiyorsak, içimizdeki ehliyet, liyakat sahipleri ile sistemik bir dönüşüme, reforma, inkılaba gitme zorunluluğu ortadadır. Başarılabilirse, o sistemik yapılanmanın psiko-sosyal yapımıza da etki edeceği, toplum nezdinde de politik kültürü dönüştüreceği izahtan varestedir.
Bu naif satırlar kaleme alınırken, sosyal medyadaki ana ve artçı depremler hız kesmeden devam etmekteydi. İnanılmaz bir kör dövüşü, depremin kendisinden daha fazla bir malzemeyi “kutuplaşma” konularında tez çalışmaları yapmak isteyenlere sunmaktaydı. Doktorum bana “Stresten uzak dur” dedikten sonra öylece birbirimize bakındık.
Pozitif bir sistemik depreme, bu deprem sayesinde paylaşılacak bir iktidar birikimine ve o birikim sayesinde toplumu yaşam sevinci ve hakiki sorumluluk alanlarıyla yeniden buluşturacak koşullara ve bunların sağladığı imkânlarla rehabilite edilmeye, halüsinasyonlardan sıyrılıp zamanın ruhuna uygun bir devinime, merhamet ve akıl içre bir dönüşüme hepimizin şiddetle ihtiyacı var.