Sivil Toplumu Yeniden Canlandırmak (II)

Demokrasi, haklar, özgürlükler, şiddete karşı olmak ve birlikte yaşamak vb. kritik konularda sivil toplumun yeniden canlanması, sadece etkin politika üretimi için “kapasite” ve “meşruiyet” ilkelerinde başarı elde etmekle olmuyor; kritik önemdeki konularda “duruş” ve “tavrı” da içeriyor.   

sivil toplum

Sivil toplum niye gerekli ve niye son dönemlerde etkisizleşti sorularına yanıtı maddeler halinde geçen yazıda sıraladıktan sonra sivil topumu yeniden canlandırmak için önerimi sunabilirim.

 

Yeniden canlandırma önerim, yeni bir sivil toplum anlayışının kurucu unsurları olan “tanım”, “aktörler”, “vizyon”, “duruş ve etki” ve “örgütlenme yapısı” olarak niteleyeceğimiz beş boyutu içermektedir.

 

Tanım

 

Sivil toplum, en genelde, devletin denetimi dışında, gönüllülüğe dayalı, birden fazla kişinin bir araya gelerek seçtikleri ya da belli konular üzerine birlikte çalışmak için yarattıkları örgütsel yapılardır. Bu anlamda, hem “örgütlü toplumsallık” hem de “aktif vatandaşlık” kavramlarına gönderimle nitelenir.

 

Tarihsel gelişimi içinde sivil toplumu, toplumsal yaşamı anlama ve çözümleme sürecinin önemli bir “analitik gönderim-noktası” olarak, demokratikleşme sürecinin harekete geçirildiği önemli bir “stratejik-politik alan” olarak, iyi toplum yönetiminin ve katılımcı demokrasinin “etkili olması beklenen bir aktörü” olarak ve çevresine, doğaya ve toplumsal yaşama katkı vermek isteyen “aktif vatandaşlık anlayışının örgütsel kimliği” olarak tanımlarız. Bu tanımın, bugün ve sivil toplumu yeniden düşünme sürecinde de kullanılabileceğini düşünüyorum. Bu önerimi sivil toplum üzerine yapılmış iki önemli çalışmaya referansla geliştireceğim.

 

Sivil toplum üzerine önemli ve etkili çalışmaları olan Michael Edwards ve Charles Taylor’ın tanımlamaları içinde sivil toplum, “devletin denetimi ve alanı dışında” olmak ve “gönüllülük” ilkesine dayanmak özellikleri yanında üç farklı yaklaşım temelinde tanımlanır.

 

Birinci ve minimalist yaklaşımda sivil toplumu, devlet denetimi dışında kalan ve gönüllülüğe dayanan örgütsel yaşam olarak tanımlayabiliriz. Bu tanım doğru olmakla birlikte hem sivil olmayan hem de ekonomik çıkarlara ya da piyasa çıkarlarına göre hareket eden ve gönüllülük üzerine örgütleri içerdiği için; şiddet karşıtı olmak, kamusal yarar, demokrasi, adil ve demokratik yönetişim vb. ilkeleri dışlamaktadır. Bu anlamda da sivil toplumun otoriter ve neoliberal hükümetler ve yönetimler tarafından kullanılmasına ve suistimal edilmesine engel olamamaktadır.

 

İkinci ve maksimalist yaklaşım, 1970 ve 80’li yıllarda Güney Avrupa ve Latin Amerika, 1990’lı yıllarda da Orta ve Doğu Avrupa deneyimlerinde gördüğümüz üzere; sivil toplumu, örgütsel yaşama önem vermeden, otoriter yönetimlere direniş ve demokrasiye geçiş için “stratejik-politik alan” olarak tanımlamaktır. Bu yaklaşımı, sivil toplum ile demokratikleşmeyi bağlantılı görmesi temelinde önemli görmemiz gerekliliğini vurgulayarak, örgütsel yaşamı ihmal etmesi nedeniyle sınırlı ve sorunlu olduğunu da kabul etmeliyiz.

 

Bu bağlamda, üçüncü bir yaklaşıma ya da sivil toplum tanımına gereksinim içindeyiz. Bu da sivil toplumu; (a) devlet denetimi dışında ve gönüllülük esasına dayanan, (b) insan hakları kadar tüm canlıların, doğanın, gezegenin ve dolayısıyla “yaşamın hakları” ya da “yaşamdaşlık hakları” için çalışan, (c) “yaşamın demokratik yönetişimi” için hem bilgi temelli politika üretimini hem de aktivizmi birlikte düşünen ve (d) bu nedenle de aktif vatandaşlık ve esnek örgütsel toplumsal yaşam ilkelerini benimseyen yapı olarak tanımlamayı içermektedir. Bu yaklaşım; sivil toplumu, “yaşamın demokratik yönetişimi için çalışan aktif vatandaşlığın örgütsel kimliği” olarak tanımlar ve bu tanımın, sivil toplumun yeniden canlandırılması sürecinde kullanılabileceğini söyleyebiliriz.

 

Aktörler: Aktif-Erdemli Vatandaşlık ve Yeni Yerellik

 

Bu tanımıyla sivil toplum, sadece bir fikir ve stratejik alan olarak değil, aynı zamanda örgütsel bir yapı ve hepsinin bileşimi bir “aktör” olarak düşünülebilir.

 

Bir aktör olarak sivil topluma, birbirleriyle bağlantılı ama analitik olarak ayırabileceğimiz; genel ilkesel düzeyde “aktif-erdemli vatandaşlık”, örgütsel yapı olarak da “yeni yerellik” anlayışı içinde yaklaşmamızın faydalı olacağını düşünüyorum.

 

Aşağıda bu kavramları kısaca açımlayalım:

 

Birincisi, “Aktif-Erdemli Vatandaşlık”: Sivil toplum; bu tanımı içinde sadece insan odaklı değil tüm canlıların, doğanın ve gezegenin yaşamsal haklarını, dilini ve aktif vatandaşlık anlayışını yaşama sokarak; küresel ısınmadan işsizliğe, eşitsizlikten kimliksel ötekileştirilmeye kadar uzanan alanlarda yaşadığımız sorunlar ve risklerle mücadele etmede, kimlik ve cemaat güvenine karşı toplumsal ve farklılıklar arası genel güvenin inşa edilmesinde, devlet-toplum/birey ilişkilerinde toplumsal uyumun artmasında ve siyasi ve duygusal kutuplaşmaya karşı mücadelede önemli rol oynayabilir.

 

Sivil toplumla işbirliğinin yüksek olduğu ülkelerde toplumun ve bireylerin kurallara ve normlara daha fazla uyduğunu, toplumsal uyumun güçlendiğini, kutuplaşmanın zayıfladığını görüyoruz. Bu iş birliği, bireylerin daha dayanışmacı ve daha ahlaki davranmasına ve “ahlaki benlik ve erdemli vatandaş” olarak hareket etmesine katkı verir. Toplumun daha dayanışmacı ve sorumlu hareket etmesi, toplum yönetiminin başarılı olması için önemli bir destek alanı oluşturur. Demokratik ve kapsayıcı yönetişim için mücadelede başarılı olmuş tüm örneklerde sivil toplum-ahlaki benlik-erdemli vatandaşlık denkleminin iyi işlediğini görüyoruz.

 

Salgın, küresel ısınma, eşitsizlik, şiddet, ötekileştirme ve savaşa karşı mücadele hususlarında hem Türkiye hem de dünyada yapılan çalışmalar ve tartışmalar gösteriyor ki; bireyin kendisi, öteki ve doğa ile ilişkilerinde de olumlu gelişmeler, “ahlaki” olma ve “etik” alanının önemini artırıyor. Zygmunt Bauman’ın Postmodern Etik[1] adlı çalışmasında ve Ian Almond’ın, İbni Arabi ve Derrida: Tasavvuf ve Yapısöküm[2] başlıklı ilginç ve önemli kitabında analiz ettiği “ahlak-benlik ilişkisi”nin ve insanı/özneyi “ahlaki benlik” olarak düşünmenin önemini bugün daha fazla anlıyoruz. İbni Arabi ve Jacqeus Derrida, çok farklı zaman dilimlerinde ve çok farklı coğrafyalarda, özne-benlik ve özne-doğa ilişkisinde “ahlaki benlik”in önemi üzerinde ortaklaşıyorlar.

 

Emmanuel Levinas’tan etkilenen Bauman, çevre yıkımlarından şiddete ve savaşa, ekonomik krizden yoksulluk ve yoksunluğa kadar uzanan alanda -ki COVID-19 pandemisini de bu listeye ekleyebiliriz- büyük yaşamsal risklere karşı mücadelede; bireylerin kendileri, diğer bireyler ve doğayla “ahlak temelinde kurdukları ilişki”nin başarısı için ve daha iyi bir dünya kurmak noktasında kritik önemde olduğunu belirtiyor. Bu ilişki, çevreye karşı sorumlulukla, ötekiyle diyalogla ve farklı olanı anlama çabasıyla tanımlanan ve bu anlamda “erdemli ve özünde etik” bir ilişkidir. Levinas’a göre etik, “ötekine karşı sorumluluk”, diğer bir deyişle, “bireyin kendisi ve benliğiyle ilişkisini öteki kategorisi yoluyla düşünmesi” ve benliğin kendisini “ötekinin ötekisi” olarak hissetmesi noktasında yer alır.

 

Ahlaki benlik, ötekine karşı sorumluluk aldığımız zaman ortaya çıkar. Yaşamın hakları için çalışmak, ötekileştirme ve şiddete karşı mücadele etmek, sağlıktan gıdaya temel ihtiyaçlar için politikalar üretmek vb. çalışmaların ve etkinliklerin her biri ve hepsi, ahlaki benlik ve ötekine karşı sorumluk duygusuyla başarılabilirler.

 

İkincisi, “Yeni Yerellik”: Küreselleşen ama aynı zamanda kentleşen bir dünyada ve Türkiye’de yaşıyoruz. Bugün yüzde 72 civarında olan kentleşme, 2030’da tüm dünyayı ve Türkiye’yi kentli bir toplumsal oluşuma dönüştürmüş olacak.

 

Kentli küresel dünya içinde “Kentli Türkiye”den bahsedeceğiz.

 

Kentleşme, içerdiği potansiyeller kadar ciddi riskler de barındırıyor. Son dönemde yaşadığımız terör ve şiddet artık kent mekânında, kentsel nitelik taşıyor. COVID-19 pandemisi, kent temelinde yaşadığımız çok ciddi ve yaşamsal sağlık riskini ortaya çıkardı. Gıda ve su güvenliği, kentleşmeyle birlikte çok ciddi küresel sorunları ve risk alanlarını yarattılar. Aynı durumu işsizlik ve yoksulluk sorunlarında da görüyoruz; kent işsizleri ve kent yoksulları bu alanının önemli kavramları konumuna geldiler.

 

Tüm bu riskler ve meydan okumalar, sivil toplumun çalışma alanını ve örgütsel yapısını genişletiyor ve farklılaştırıyor. Artık sivil toplum örgütleri gibi bir tarafta bu sorunlar ve çözümleri için çalışan düşünce kuruluşları, diğer tarafta da kooperatifler, kent konseyleri, mahalle konseyleri, vatandaş inisiyatifleri, belediye temelli örgütlenmeler mevcut. Kent yönetimine “adil ve erdemli kent” niteliği kazandırmak, yaşamdaşlık alanı ve haklarına yönlendirmek ve bunu yaparken de kapsayıcı ve katılımcı olmaya davet etmek, sivil toplumun çalışma alanları içine giriyor.

 

Tüm bu yeni örgütlenme biçimleri içinde, sivil toplum örgütleri farklılaşıyor; çok boyutlu ve çok aktörlü bir yapıya dönüşüyor. Bu yeni çoklu yapısı içinde sivil toplum, “Yeni Yerellik” diyebileceğimiz bir nitelik de kazanıyor. 

 

Yeni yerellik sivil toplum alanını genişletirken ahlaki, erdemli, aktif vatandaşlığın önemli bir uygulama tarzını da yaratıyor. Bu nedenle, sivil toplumu yeniden düşünme sürecine kentleşme ve yeni yerellik kavramlarını dahil etmeliyiz ve sivil toplumla yeni yerelliği birlikte ve bağlantılı olgular olarak ele almalıyız.    

 

Vizyon: Yaşamdaşlık

 

Türker Kılıç, Yeni Bilim: Bağlantısallık, Yeni Kültür: Yaşamdaşlık başlıklı kitabında beyin ve ‘Beyin nasıl zihin üretiyor?’ sorusuna odaklanır.[3] Bu soruya yanıt ararken bilgi kuramı alanına girer ve “bağlantısal bütünsellik” yaklaşımına başvurur. Kılıç, Spinoza ve Mevlâna felsefesine referanslar içinde “yaşamı, bütün çeşitliliği içinde bilgi işleme merkezi” olarak ele alıyor ve çeşitlilik içindeki bağlantıları araştırıyor. Sadece bütünden parçaya ya da parçadan bütüne gitmek yerine, ikisi ve farklılıklar arasındaki bağlantısallığın araştırılmasına, dolayısıyla bağlantısal bütünsellik yöntemiyle “anlama, açıklama ve dönüşme” süreçlerine yaklaşmamız gerektiğini söylüyor. Beyin, yaşamın içinde bir enformasyon matematiği olarak çalışır. Kılıç, beyni anlamak için bu yaklaşımı yeni bilim olarak tanımlar.

 

Kitabının ikinci kısmında da yeni kültür olarak gördüğü “yaşamdaşlık” kavramını tanıtır. Vatandaşlık ya da yurttaşlık, devlet-toplum-birey ilişkilerini çalışırken ve tartışırken kullandığımız kavramlar. Bu kavramlar içinde hakları ve özgürlükleri tartışırken “insan odaklı” bir yaklaşım tarzı içinde olduk. İnsan hakları alanı, örneğin insan-odaklı bir yaklaşımdı. Çok önemli bir alan, doğru. Ama insan-odaklı yaklaşım, yaşamın diğer alanları içinde diğer canlılara, hatta yaşamın çeşitliliği içinde kendisine ikincil olarak bakıyor.

 

Yaşamdaşlık, “zihnin ‘yaprak’ olmaktan çıkıp ‘ormanın’ bağlantısallığı içine yerleşmesi” anlamına geliyor. Kılıç, “İnsanlık aydınlanma ile birey…ulus-devlet ile yurttaş… sonra vergisini ödeyen vatandaş…neoliberal ekonomi ile global tüketici olmayı öğrendi… Şimdi, bağlantısal bütünlük bilimi ve kültürüyle de yaşamdaş olmayı öğrenecek” önerisini yapıyor. Yaşamdaşlık, bu anlamda, “yaşam benim için var” demekten “insan yaşamın bir parçası olarak ve onun için var” demeye geçişi içeriyor. Orman-yaprak metaforu içinde, yaprağın, ormanın kendisi için var olduğu zannından kurtularak, kendisinin orman için olduğu gerçekliğini anlamasına yaşamdaşlık diyoruz.

 

İnsan; biyolojik çeşitlilik, hayvanlar, canlılar ve doğa ile birlikte yaşamın bir parçası, onun için var. Yaşamdaşlık; bu anlamda sadece insan haklarını değil yaşam haklarını, ben değil biz-hepimizi hatta yaşamı, dönüştürmeyi değil dönüşmeyi, tek doğruyu, gücü ve çıkarı değil merakı, iyiliği, yaratıcılığı, ahlaki benliği, ötekine karşı sorumluluğu, alçak gönüllülüğü ve dayanışmayı kendisinin tanımlayıcı nitelikleri olarak ele alıyor.

 

Yaşam ve yaşamdaşlık, sivil toplumun yeni yerellik anlayışı içinde çalışma ve odaklanma alanı olmalı; insan odaklı (antroposen) olmaktan çıkıp yaşam odaklı bir mottoda hareket etmeli; etki ve görünürlüğünü yaşam içinde, farklı boyutlar, ilişkiler ve aktörlerle bağlantısallık içinde kurmalı ve bu bağlamda, yaşamdaşlığı döngüsellikle birleştirmeli. Sivil toplum; salgın, işsizlik, yoksulluk, şiddet, ısınma ve temel ihtiyaçlardan yoksunluk sorunlarına eğilirken yaşamdaşlık perspektifinden yaklaşmalı ve Birleşmiş Milletler’in “Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları”nı kendi vizyonunun kurucu ögelerinden görmeli.

 

Duruş ve Etki

 

Tanım, aktör ve vizyon niteliğini uzunca açımladıktan sonra sivil toplumu yeniden canlandırma çalışmalarında ön plana çıkan iki önemli boyutu birlikte ve kısaca vurgulamak istiyorum.

 

Birincisi, sivil toplum; belirsizliğin, muğlaklığın, risklerin ve otoriterleşmenin arttığı günümüzün “ontolojik güvensizlik” ve “radikal muğlaklık” duygularıyla şekillenmiş dünyasında ve Türkiye’sinde, hükümet ve muhalefet aktörlerine “eşit mesafeli” ve “evrensel” bir yerde mi kendini konumlamalı ve odak noktasını bilgi ve kanıt temelli politika önerileri üretme olarak mı seçmeli; yoksa belli konularda bir tavır almalı mı, bir duruş sergilemeli mi?

 

Bu sorunun tartışılmasında benim de katıldığım genel tavır, ikincisinin doğru olduğu ve sivil toplumun belli konularda ve gelişmelerde bir “duruş” sergilemesi üzerineydi.

 

Bu noktada açıklayıcı örneklerden gidelim. Örneğin, Türkiye’de kadına karşı şiddetin önlenmesinde kritik öneme sahip İstanbul Sözleşmesi’nden iktidarın tek taraflı çıkması kararına karşı, sivil toplum sessiz kalmamalı, bir duruş sergilemeli ve bu duruş, Sözleşme’nin devamı için mücadele etmek ve çalışmak olmalı. 

 

Ya da Gezi Davası ve benzeri davalarda olduğu gibi ciddi hukuk, adalet, vicdan sorunları içeren kararlarda demokratik hukuk normlarının savunucusu olmalı.

 

Diğer bir alan, farklı kimliklere karşı ötekileştirici ve şiddet içeren uygulamalara karşı olmak.

 

Bu örnekleri artırabiliriz; fakat, şu noktayı vurgulayabiliriz: Demokrasi, haklar, özgürlükler, şiddete karşı olmak ve birlikte yaşamak vb. kritik konularda sivil toplumun yeniden canlanması, sadece etkin politika üretimi için “kapasite” ve “meşruiyet” ilkelerinde başarı elde etmekle olmuyor; kritik önemdeki konularda “duruş” ve “tavrı” da içeriyor. 

 

Sadece, bilgi/kanıt temelli politika üretimi değil, aynı zamanda, “duruş” ve “tavır” sergilemek de aktif/erdemli vatandaşlık olarak sivil toplumun hareket tarzının kurucu bir boyutunu oluşturuyor.

 

Bu aynı zamanda, sivil toplumun “etkili” ve “görünür” olması için de önemli. 

 

Sivil toplumun faaliyetlerinin başarısı, artık politika üretiminde “etki” yaratmanın ve dijitalleşmeyle “görünürlükte” güçlenmenin yanında “duruş ve tavır sergileyerek” demokratik ve iyi yönetime katkı vermeyi de içeriyor.

 

Esnek Örgütsel Yapı ve Aktivizm

 

Son olarak, sivil toplum; yeniden canlanma sürecinde içine düştüğü hantal örgütsel yapılardan kurtulmak için “esnek örgütlenme biçimleri”ni benimsemeli, aktivizme kapalı olmamalı ve bilgi-temelli politika üretimi kadar temel konularda da aktif olarak çalışmalı. Yaşam ve yaşamdaşlık haklarının savunulması ve şiddete ve ötekileştirmeye karşı mücadele, politika üretimi ile aktivizmi bağlantısal görmeyi gerekli kılıyor. Bu ikisi arasında denge kurmak, her iki alanda da kapasite artırımı için çalışmak, örgütsel ve mali kapasite kadar aktif mücadeleyi önemsemek sivil toplumu yeniden düşünmenin önemli boyutları arasında olmalı.

 

Ancak bu yolla, yeniden canlanma ile yeniden düşünmeyi birlikte ve bağlantısal görebilir; eskinin bittiği ama yeninin doğmadığı bugünün doğasında sivil toplumu, gerek demokratik, kapsayıcı, adil bir yönetişimin kurulmasına gerekse de farklılıklar içinde birlikte yaşama kültürüne katkı veren bir aktöre dönüştürebiliriz.

 

Tüm beş boyutla birlikte yeniden canlanan sivil toplumun, gerek engelleyici meydan okumalara karşı direncinin yükseleceğini gerekse de dünyanın ve Türkiye’nin demokratik, adil ve iyi yönetimine etkisinin ve görünürlüğünün artacağını söyleyebiliriz.

 

2023 yılında ikinci yüzyılına girecek Türkiye’nin ve Cumhuriyet modernleşmesinin geleceği için kritik öneme sahip sivil toplumun yeniden canlandırılması tartışması, muhalefetin güçlenmesi ve seçimleri kazanması tartışması kadar önemlidir. 

 

Bu ve önceki yazı , bu tartışmanın başlaması amacını da taşımaktadır.

 

__

[1] Zygmunt Bauman, Postmodern Etik, , Çeviren: Alev Türker, Ayrıntı Yayınları, 1998.

[2] Ian Almond, İbni Arabi ve Derrida: Tasavvuf ve Yapısöküm, Çeviren: Kadir Filiz, Ayrıntı Yayınları, 2012.

[3] Türker Kılıç, Bağlantısallık ve Yaşamdaşlık, Ayrıntı, İstanbul, 2019.

En son çıkan yazılardan anında haberdar olmak için bizi @PerspektifOn twitter hesabımızdan takip edebilirsiniz.

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.