Sivil Toplumu Yeniden Canlandırmak: Niye Etkisizleşti? (1)
Hem küresel ölçekte hem de Türkiye’de yaşanan meydan okumalar içinde, eğer tercihimiz daha demokratik, adil, eşit, vicdanlı ve iyi yönetilen bir Türkiye ve dünya ise, sadece siyasi partilerin, liderlerin, siyasi alanın gerekli ama yeterli olmayacağını biliyoruz. Sivil toplumun, aktörleriyle, söylemiyle, etkinlikleriyle ve yol göstermeleriyle oynayacağı önemli roller ve vereceği katkılar var.
Son yıllarda gerek akademik gerekse de kamusal çalışmalarda ve tartışmalarda sivil topluma ilginin azaldığını gözlemliyoruz. 1980’lerden başlayarak 1990’lar ve 2000’li yılların başına kadar olan dönemde sivil topluma yönelik giderek artan ve yaygınlaşan ilgi, 2010’lu yıllardan bugüne giderek azalıyor. Bu saptama hem küresel ölçekte hem de Türkiye özelinde geçerli.
Bununla birlikte, 2020’li yılların başından beri yaşadığımız ve tüm dünyayı etkileyen gelişmeler, riskler ve süreçler sivil toplumu etkili bir aktör ve alan olarak yeniden canlandırma gerekliliğini ortaya çıkarıyor.
Sivil Toplum Niye Gerekli?
Farklı ama aynı zamanda bağlantılı dört gelişmenin, sivil toplumun gerekliliği düşüncesine ilginin artmasına yol açtığını söyleyebiliriz: Pandemi olarak tüm dünyayı etkileyen COVID-19 ve Sağlık; kıyamet ikazlarının artık uluslararası örgütler tarafından da yapıldığı Küresel Isınma ve İklim Değişikliği Krizi; ikinci soğuk savaş ya da üçüncü dünya savaşı riskinin hükümetler ve liderleri tarafından bile dillendirilmesi; Rusya’nın Ukrayna’yı İşgali ve savaşın gıda gibi temel ihtiyaçlardan küresel ekonomiye sistemsel olumsuz etkileri ile küresel ölçekte ve karşılaştırmalı seçim örnekleri içinde Demokrasi-Otoriterleşme(otokrasi) sarkacında her iki olasılığın da güçlü olması ve yeniden demokratikleşme olasılığının/dalgasının ortaya çıkması.
Türkiye’de de bu süreçler, meydan okumalar ve olasılıklar yaşanıyor. Dahası, yaklaşan 2023 yılı iki tarihsel önemde kritik olayı içeriyor:
Birincisi, hem iktidarın hem de canlanan ve güçlenen muhalefetin iddialı olduğu cumhurbaşkanlığı ve parlamento seçimlerinin yapılacak olması ve eğer muhalefet kazanırsa 21 yıllık “AK Parti yönetimi”nin bitmesi ve Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nden Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem’e geçişin başlaması.
İkincisi, 1923’te kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin ve Cumhuriyet modernleşmesinin ikinci yüzyılına girilmesi ve bu bağlamda, son dönemde yaşanan demokrasiden otoriterleşmeye sapma, yıkıcı kutuplaşma ve ekonomik kriz ile “Nasıl bir Türkiye” sorusunun içerdiği muğlaklık ve belirisizlik.
Hem küresel ölçekte hem de Türkiye’de yaşanan bu meydan okumalar içinde, eğer tercihimiz daha demokratik, adil, eşit, vicdanlı ve iyi yönetilen bir Türkiye ve dünya ise, sadece siyasi partilerin, liderlerin, siyasi alanın gerekli ama yeterli olmayacağını biliyoruz. Sivil toplumun, aktörleriyle, söylemiyle, etkinlikleriyle ve yol göstermeleriyle oynayacağı önemli roller ve vereceği katkılar var.
Fakat karşı karşıya olduğumuz ikilem şu: Kendisinden beklentiler artarken son dönemde hem etki hem söylem hem de varlık olarak sivil toplumun zayıfladığını ve etkisizleştiğini görüyoruz.
Bu nedenle de, gerek küresel ölçekte gerekse de Türkiye’de, sivil toplumu nasıl yeniden canlandırabiliriz sorusunu sorup, tartışmamız gerekiyor.
Bu yazı ve sonrasında, bu soruya yanıt aramak ve sivil toplumu yeniden canlandırma önerimi okuyucuyla paylaşmak istiyorum. Bu ilk yazıda, kendisinden beklentilerin arttıığı sivil toplumun zayıflamasına neden olan faktörler üzerinde duracağım. İkinci yazıda da, sivil toplumu yeniden canlandırma önerimi kapsamlı bir şekilde sunacağım.
Son dönemde sivil toplum üzerine azalan ilginin nedenleriyle başlayalım.
Etkisizleşen Sivil Toplum: Dört Meydan Okuma
Türkiye’de, sivil toplumun, 1970’li yıllarda başlayan, fakat özellikle 1980-2010 döneminde artan ilgiden sonra, son 10 yılda hızla etkisizleştiğini, dönüştürücü ve yol gösterici etkisinin azaldığını, ve toplumun da sivil topluma ilgisinin azaldığını gözlemliyoruz.
Son 10 yıldır dünyada ve Türkiye’de, “sivil toplumun zayıflama ve etkisizleşme” dönemi yaşanıyor.
Bu dönüşümün çeşitli nedenleri var. Dört temel nedeni vurgulamak istiyorum:
Birincisi; “Demokrasiden Otoriterleşmeye Sapma” süreci: Rekabetçi otoriterliğin ve popülizmin güçlenmesi ve kutuplaşma sorununun yıkıcı nitelik kazanması. Sadece gelişen demokrasilerde değil, Amerika gibi gelişmiş demokrasilerde ve AB üyesi ülkelerde de (Macaristan, Polonya, İtalya, Fransa, Hollanda) ortaya çıkan, Türkiye’nin de önemli örneklerden biri olduğu, toplum yönetiminde otokrat liderlerin güçlendiği, denge ve denetleme sisteminin zayıflatıldığı, “güçlü yürütme”ye dayalı ve dost-düşman ayrımına dönük siyaset anlayışının uygulamaya sokulduğu ve güvenlik ile ekonominin demokrasiye öncül görüldüğü “demokrasiden sapma” ve küresel ölçekte “demokratik durgunluk” dönemi, sivil toplum üzerinde çok olumsuz etki yaratıyor.
Demokrasiden sapma ile yıkıcı kutuplaşma sorununun birleşmesi, güçlü yürütme temelli yönetimin yıkıcı kutuplaşmadan beslenmesi, toplumun siyasi, kültürel, hatta duygusal kutuplara ve kimliklere savrulması ve dost-düşman ayrımına dayalı siyasetin sivil toplumu da bölmesi, sivil toplumu etkisizleştiriyor.
Gücün yürütme temelli merkezileşmesi ve denetimsizleşmesi ile yıkıcı kutuplaşma, sivil topluma büyük bir meydan okuma yaratıyor ve bu meydan okumaya yanıt vermede zorlanan sivil toplum etkisizleşiyor.
İkincisi; “Neoliberalizmin Hegemonik Gücü”: Serbest pazarı, piyasayı, büyümeyi, kârı ve rantı, bireysel ve toplumsal ilişkilerin temel tanımlayıcısı yapan, toplumu piyasa toplumuna indirgeyen, kamusal yarar, temel ihtiyaçlar vb. sorunları göz ardı eden ve siyaseti ve toplum yönetimini şirket yönetimi ile özdeşleştiren neoliberalizm, tüm sorunlarına ve 2008 ekonomik krizine rağmen hegemonyasını ulusal, bölgesel ve küresel ölçekte devam ettirdi.
2010’lu yıllarda da neoliberalizmin demokrasiden sapma ve rekabetçi otoriterlikle eklemlendiğini görüyoruz. Amerika, İngiltere, Macaristan, Polonya, Türkiye, Brezilya, Hindistan örneklerinde, rekabetçi otoriterliği savunan popülist liderler ve yönetimler, ekonomik rasyonelliklerini neoliberal piyasa ekonomisinde ve ekonomik büyümede buldular.
Neoliberalizm, sivil toplumu gerek kurumsal ve finansal kapasite gerekse de meşruiyet alanlarında olumsuz etkiledi. Rekabetçi otoriterlik ve neoliberalizm kıskacında kalan sivil toplum sürdürülebilirlik sorunu yaşarken, politika üretimi yoluyla etki yapma kapasitesinde de zayıflama yaşadı.
Üçüncüsü, “Aktivizm ve Gösteri/Performans Siyaseti”: Belki de demokrasiden sapma ve neoliberalizm gibi dışsal meydan okumalardan daha da önemli olarak, 2010 yılında Tunus ve Mısır’da ortaya çıkan Arap Baharı ile başlayan, Türkiye’de Gezi Hareketi ile devam eden, Ukrayna’da Meydan Hareketi ve küresel ölçekte, Amerika’dan Hong Kong’a kadar geniş bir coğrafyada yaşanan örnekleri içeren protesto eylemleri, aktivizm ve gösteriler, tüm bu hareketler ve eylemler, bir yönüyle sivil toplum gibi gözükseler de, sivil toplumdan farklılık gösteren eylemler ve örgütlenmelerdi.
Bu eylemler hızla ve kendiliğinden örgütlenen, sosyal medya araçlarını çok iyi kullanan, belirli bir süre devam eden ve bu süre içinde normlarını özneler-arası iletişimle yaratan, örgütsel yapısı ve lideri olmayan, sokakta ya da meydanda aktivizmi yaşama geçiren, dinamik ve etkili eylemlerdi. Sokak ve meydanı siyasetin, direnişin ve gösterinin mekânı yapan, farklı kimlikleri bir araya getiren, var olan demokrasinin partilerine ve aktörlerine güvenmeyen bu hareketler, sivil topluma içsel ve etkili bir meydan okumayı da ortaya çıkarttılar.
Ağırlıklı olarak genç, kentli, eğitimli orta sınıflar tarafından başlatılan bu hareketlerin örgütleniş kapasitesi, talepleri, normları, gösteri biçimleri vb. özellikleri, sivil toplumun var olan örgütleniş ve hareket tarzı içinde zamanın ruhunun gerisinde kalma, biraz yavaş ve hantal olma, etki kapasitesinin zayıflığı gibi sorunlarını da ortaya çıkardı. Örgütlü yaşam içinde oluşan ve bir yönüyle sivil toplumla ilişkili bu gelişme, içsel bir meydan okuma olarak sivil toplumu yeniden düşünme gerekliliğini de beraberinde getirdi.
Dördüncüsü, “Dijitalleşme”: Aktivizm, gösteri ve performasın giderek artan önemi gibi, küreselleşen dünya ve Türkiye, aynı zamanda, bilgi-iletişim ve diğer alanlarda yaşanan teknolojik gelişmelerle birlikte dijitalleşme süreci de yaşıyor.
Yapay zekâdaki gelişmelerden 4. Sanayi Devrimi’ne, eğitimden çalışma hayatına, kültürden siyasete, “dijital dünya”da yaşıyoruz tezi güçleniyor. COVID-19 pandemisiyle birlikte, dijitalleşme sürecinin çok daha hızlandığını gördük. Artık dijitalleşme, yaşamın tamamında belirleyici ve kurucu faktörlerden biri.
Sivil toplum ve örgütleri bu süreçten muaf değiller. Dijitalleşme sivil toplum tartışmasının önemli bir parçası oldu. Dijital dünya gibi “dijitalleşen sivil toplum”dan bahsediyoruz. Sivil toplumun çalışma ve hareket tarzından etkinliklerine, gönüllülük düşünce ve pratiğinden haritalama ve sanal uygulamalara, dijital etkinliklerden blokzinciri kullanmaya kadar geniş bir yelpazede dijitalleşme, sivil toplumun “etki” ve “görünürlük” temelinde ihmal edilemez bir boyutunu oluşturuyor artık.
Dijitalleşme, sivil toplumun, “örgütlenme-kapasite-meşruiyet-etki dörtgeni”nde de kurucu ve tanımlayıcı boyutlarından biri oldu. Bununla birlikte, bu dörtgen içinde sivil toplumun dijitalleşmeye ayak uydurmada ve kendini yeniden konumlandırmada zorlandığını görüyoruz. Bugünkü yapısı içinde, dijitalleşme sürecinin sivil toplum için güçlenmeden daha çok bir “risk ve meydan okuma” yarattığını; zayıflamasına ve etki kaybetmesine neden olduğunu söyleyebiliriz.
Tüm bu meydan okumalar içinde sivil toplumun nasıl yeniden canlandırılabileceği sorusu önem kazanıyor. Sivil toplumu nasıl yeniden canlandırabiliriz? Yeniden canlandırmanın adımları, ilkeleri, parametreleri neler olmalı? Bundan sonraki bölümünde bu sorulara yanıt arayacağım ve bu konudaki önerimi sunacağım.