Sivil Toplumun Dayanılmaz Hafifliği

Sivil toplumun yoğun protestoları küresel makes bulsa bile varlığı yel değirmenleriyle savaşanlar kadar bile akılda kalıcı değildir. Aslında sivil toplum bu zafiyetinde yalnız değildir. Uluslararası örgütlerin de dostlar alışverişte görsün kabilinden kınama mesajları yayınlamaları ve geniş çaplı konferanslar düzenlemeleri sanki “daha ne yapalım” kabilinden gibidir.

“İşin özü, var olmanın hem kendisi hem de sonuçları o kadar ağırdır ki; bu düğümü ancak ölüm çözebilir. Belki de bu yalın gerçek karşısında Epikür’ün ölüm fikrine alışmamız gerektiği öğüdüne daha çok kulak vermeliyiz. Yaşamın bu ağırlığını ironik biçimde kitabının isminde hafifleştiren -ve Prag Baharı ile müteakip Sovyet tanklarının Çekoslovakya işgalini Tomas, Tereza, Sabina ve Franz’dan oluşan dört temel karakter üzerinden ele alan- Milan Kundera’nın Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği romanı, var olanın ölümlülüğünü gayet güzel anlatmaktadır. Kundera’nın, toplumsalın önce kararsızlığa tahvil olup sonra da yok olacağına dair çözümlemesi belki de bu paradoksu çözmenin en edebi yoludur.”

 

Sovyetler Birliği’nin dağılması sonrası başlayan Yeni Dünya Düzeni sürecinde Francis Fukuyama’nın öngördüğü üzere tüm insanlık liberal ekonomi ve liberal demokrasi çatısı altında buluşacağı için bu anlamda tarihin sonuna erişmiş son insan(lar) olacaktık. Bu fikri adeta haklı çıkarırcasına 20’nci yüzyılın geri kalanı da tüm dünyada kitle hareketlerinin ön plana çıkmasıyla taçlanıyordu. Örneğin, sosyalist Polonya’nın ilk bağımsız işçi örgütü Dayanışma Sendikası’nın Başkanı ve 1983 Nobel Barış Ödülü sahibi Lech Wałęsa’nın kitle hareketlerini yönlendirmedeki maharetiyle çok partili hayata geçişte üstlendiği önemli rol, onun Polonya İşçi Partisi lideri olmasını sağlamış ve Walesa 1990-95 döneminde ülkesinin cumhurbaşkanı da olmuştur. Polonya’daki sosyalizm kapitalizme evirilirken modern toplumun kitlesel üretim ve tüketim tarzından hareketle kitlesel eylemlerin de toplumu ve siyaseti dönüştürme gücüne şahit olmuştuk. Öte yandan Samuel P. Huntington, bir siyasal ideoloji en güçlü pratiğini kaybetti diye birden bire tarihin sonuna ışınlanmayacağımızı, hatta tam tersine artık Batı medeniyeti ile güç yarışında başta Çin ve İslam medeniyetleri arasında kaçınılmaz bir çatışmayı ve bu çatışmanın kimlikten bağımsız yeşeremeyeceğini bildiriyordu. Soğuk Savaş’ın sonundan bu yana geçen 30 yılı aşkın zamanda tüm dünyada iki kutuplu dünya düzeninde nükleer silahların köpürttüğü güvenlik endişesiyle gözden ve gönülden ırak tutulan her türlü kimlik, küresel gündemin ve sahnenin parçası haline geldi. Bu gelişmenin en billur halini Yugoslavya’nın dağılması esnasında etnik, dinsel ve mezhepsel kimliklerin ortalığa saçılmasında gördük ve yekdiğerini ortadan kaldırarak hayatta kalabileceği vehmiyle o zamanın meşhur ajitatör ifadesiyle “Avrupa’nın göbeğinde” şiddetin banalleştiği bir dönem yaşadık. 

 

Girişteki satırları “Komplo Teorileriyle Beslenen Aşı Karşıtlığı” (21 Haziran 2021) başlıklı yazım için kaleme aldığımdan bu yana 2,5 yıl geçmiş. Pandemi boyunca sokağa çıkma yasağı ve maske takma zorunluluğu kaldırılınca acaba hem ulusal hem de küresel toplum olarak hemen intibak edebilecek miyiz diye kendime sorup dururken bugünden geriye baktığımda sanki hiç öyle bir dönem yaşanmamış gibi maskeler fora edilmişti. Böylece pandeminin yeni normalinden alışık olduğumuz anam babam normaline ivedilikle geri döndük. Diğer ülkelerdeki ceza hassasiyetini bilmiyorum, lakin Türkiye’deki politik toplum da bu hızlı geçişe bigâne kalmadı ve pandemi döneminde sokağa çıkma yasağına uymayan ve/ya maske takmayanların cezası affedildi. Bu dönemde idari para cezalarının iade edilmemesine yönelik hükmün Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilmesiyle kendisine ceza kesilen 321.380 kişiye ödemelerin iade edilmesinin önü Gelir İdaresi Başkanlığı’nın tebliğiyle 31 Aralık 2024’e kadar başvurulması halinde açıldı. Pandemide mezkûr ihlalleri nedeniyle 1.388.865 kişiye kesilen para cezası toplam 3 milyar lira olurken, 1.067.485 kişi cezayı ödemezken, 2,7 milyar liralık ceza da çıkan yasa çerçevesinde silinmişti. Aslında Türkiye Cumhuriyeti’nin yüzyıl boyunca bütün hükümetleri kadim kerim devlet geleneğinin sonucu olarak affetmek için bir vesile bulmakta oldukça mahir olduğundan ve bunu da hassaten vergi ve öğrenci aflarında sayısız kere ispatladığından bu cezaları ödemeyenlerin yanına kâr kaldı, ödeyen Platoncu erdemli vatandaşların da ödedikleri maddi cezalar iade edildi. Tam da girişteki alıntıdaki gibi toplumsal olanın önce kararsızlığa tahvil olup sonra da yok olacağına dair çözümleme, böylece siyasal olan için de gerçekleşmişti. 

 

Dünyanın dört bir yanında Gazze’de yaşananlar için yükselen protestoların haberleri konvansiyonel ve sosyal medyada karşıma çıktığında yazının başlığı kafamda belirince daha önceki yazıma bu minvalde atıf yapma gereği duydum. Çünkü protestoların haşmeti aklıma İkinci Körfez Savaşı öncesinde, 15 Şubat 2003’te 2 milyon kişinin katılımıyla Hyde Park’ta gerçekleşen Londra’daki protesto yürüyüşünde protestocuların, hükümetleri ABD’nin yanında Irak’ın işgalinde yer almasın diye seslerini duyurmaya çalıştıklarını getirdi. Tony Blair başkanlığındaki İşçi Partisi Hükümeti ise bu maşerî kalabalıkların protestolarını görmezden gelerek Irak’ı işgal eden ABD’nin dümen suyunda olmayı tercih etmiştir. 

 

Sokağın Sesi

 

Öte yandan, hükümetler ister demokratik ister totaliter/otoriter olsun, sokağın sesine kulak kesilmek durumundadır. Zira sokaktaki homurtu ne kadar fazlaysa iktidarların ya da kararlarının meşruiyeti de bir o kadar sorgulanır hale gelmiş demektir. Bir iktidarın en büyük korkusu ise Weberyen anlamda tekelinde bulundurduğu şiddetin sağladığı meşruiyetin aşınmasıyla sokak protestolarının barışçıl yörüngesinden çıkıp lümpen şiddete, vandallığa ve yağmaya dönüşmesidir. Bu minvaldeki başka bir örneği yine Britanya üzerinden vermek gerekirse, 2010 Kasım’ında üniversite harçlarındaki artışı protesto etme çabalarının çığırından çıkarak yağma ve vandalizme dönüşmesi, öğrencilerin devletin ters tarafıyla karşılaşmalarıyla sonuçlandı. Kaldı ki sivil toplum örgütleri ve kitle hareketleri için en zoru, aralarına karışacak ajan provokatörlerin barışçıl protestonun zihinsel güzergâhını manipüle ederek başvurdukları şiddetle devletin varlık sebebine meydan okuyarak sivil toplumun bir daha belini doğrultamayacak kadar devlet şiddetine maruz kalmasıdır. Kaldı ki sivil toplumun temel endişesi asla ve kata politik toplum olmak değildir. Tam tersine inisiyatif alarak politik topluma icraatlarının itibar görmediğini en yüksek düzeyde hatırlatmaktır. Bir de sivil toplum çok parçalı yapısı itibarıyla politik toplum olmayı eşyanın tabiatı gereği hedefleyemez. Elbette bunun teorik olduğunun altını çizmek lazım, zira her siyasal iktidar kendi arka bahçesi olarak kullanabileceği Gramsiyen anlamda organik aydınların başını çektiği bir sivil toplumu anlayışı benimser ve bunu da kurmak için elinden geleni yapar. 

 

Sivil toplum nihai kertede adından da anlaşılacağı üzere medeniyet bağlamında sivildir ve çok parçalı yapısı gereği iktidarı ele geçirmeye çalışmasa da iktidara günlük hayhuy içinde fark edemediklerini göstermekle kendini mükellef sayar. Elbette birbiriyle rekabet hatta çatışma içinde olan sivil toplum örgütleri, devletle ilişkilerinde her zaman teknokratik bir çizgi benimsemezler ve organik aydınları vasıtasıyla devlet gemisinin kaptan köşkündeki hükümet yetkilileri de elleri altında bir sivil toplum olsun istediklerinden bu onları iktidar tamahında birleştirir. Bu organik sivil toplum örgütleri tam da hükümetin benimsediği çıkışları yaparak dosta düşmana “bakın nasıl ağır bir toplumsal baskının altındayım” mesajını verir. Elbette muktedirler toplumsal protestoları kendi lehlerine yönlendirmek isterler. Muktedirlerin protestolar karşısında ilk hamleleri Süleyman Demirel’in umarsızca ifadesiyle “Yollar yürümekle aşınmaz” olur. Protestolar barışçıl devam etse bile iktidarın en azından gündem belirleme gücünü aşındırmaya başlamışlarsa aba altından sopa gösterilir ve bu tür huzur bozucu eylemlere daha fazla müsamaha gösterilmeyeceği hükümet sözcüleri ve sair sahibinin sesi borazanlarca dillendirilir. Ajan provokatörler değilse bile her büyük kalabalıkta olacağı üzere taşkınlık yapan birileri çıkar ve örneğin cam kırma eylemleri köpürtülerek bir kısım medyada allanıp pullanıp terör olayları olarak lanse edilir. Öte yandan, protestocuların uğradığı devlet şiddetinin üstü olabildiğince örtülür, hatta haber sunumlarında o kamera açılarıyla protestocular haksız çıkartılır.

 

Burada bizi çetin bir soru beklemektedir: Sivil toplum en nihayetinde politik topluma evrilecekse bizi politik toplumun cebriliğinden hatta ceberutluğundan ne koruyacaktır? Sivil toplumun yoğun protestoları küresel makes bulsa bile varlığı yel değirmenleriyle savaşanlar kadar bile akılda kalıcı değildir. Aslında sivil toplum bu zafiyetinde yalnız değildir. Uluslararası örgütlerin de dostlar alışverişte görsün kabilinden kınama mesajları yayınlamaları ve geniş çaplı konferanslar düzenlemeleri sanki “daha ne yapalım” kabilinden gibidir. O yüzden sadece sivil toplumun dayanılmaz hafifliğinden değil uluslararası örgütlerin dayanılmaz hafifliğinden bahsetmeyi bir sonraki yazıma bırakıyorum.

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.