Siyah-Beyazın Ötesindeki Memleket…
Taşraya bakış ve onun temsili, ikilikten nasibini en çok alan konulardan. Bir yanda içine kapanık, geleneklerin bir tür yarı açık cezaevine dönüştürdüğü, ataerkilliğin hâkim olduğu, dışarıdan olana şüpheyle bakılan, düşmanlaştırmanın sıkça yaşandığı; öte yanda ise misafirperver, verici ve olabildiğince mekânlar kadar gönüllerin de geniş olduğu bir dünya…
Türkiye hem siyasi hem de sosyolojik olarak meseleleri keskin ayrımlar eşliğinde konuşmaya-tartışmaya alıştı. Sadece gündelik hayatta değil, edebi üretimlerden sinemaya kadar her alanda bu siyah-beyaz hattı görmek mümkün. Bu köşede bir süre bazı kavramları-durumları ikiliklerin ötesinde değerlendirmeye çalışmak istiyorum. Taşrayla başlayayım, umarım gerisi gelir…
Taşraya bakış ve onun temsili, ikilikten nasibini en çok alan konulardan. Bir yanda; uzun yıllardır tasvir edildiği ve Nurdan Gürbilek’in kavramlaştırmasıyla bir sıkıntı, taşra… İçine kapanık, geleneklerin bir tür yarı açık cezaevine dönüştürdüğü, ataerkilliğin hâkim olduğu, dışarıdan olana sürekli şüpheyle bakılan, düşmanlaştırmanın sıkça yaşandığı bir dünya. Son yılların siyasi-sosyolojik dönüşümünün sadece fiziki olarak değil toplumsal olarak da yarıklar oluşturduğu; üzerini örtmeye çalışsa da kendini açık eden bir ırkçılığın, ötekine karşı içselleştirilmiş bir nefretin damarlara işlendiği; öte yanda ise misafirperver, verici, olabildiğince mekânlar kadar gönüllerin de geniş olduğu bir dünya… İmece kültürünün halen diri olduğu, konu komşunun gözetildiği; kötülerin bile aslında derininde iyi olduğu; gündelik konuşmaların bile şiir gibi aktığı bir dünya… Bu ikiliği TRT’de yayınlanan Gönül Dağı dizisiyle bu yıl içinde gösterime giren Kurak Günler ve Karanlık Gece filmleri üzerinden ete-kemiğe büründürmek mümkün.
İletişim Yayınları’ndan çıkan Taşraya Bakmak kitabının arka kapağında da bu ikiliğe vurgu yapılıyor; “Taşra: Darlık, boğuntu, kasvet, tekdüzelik, kenarda kalmışlık, gerilik, bağnazlık, kavrukluk, güdüklük… Taşra: Saflık, samimiyet, sıcaklık, sahicilik-otantiklik, sükûnet, asûdelik…” Tanıl Bora, editörlüğünü de yaptığı kitapta yer alan ‘Taşralaşan ve taşrasını kaybeden Türkiye’ yazısında, bu keskin ayrımlı iki bakışla ilgili şu soruları dile getiriyor: “Diasporalara taşınsa, ‘mahremini’ yitirse de taşra diye bir yerler, hayatlar, insanlar var üstelik böyle ucun ucun kemirilirken ne tam içeri alınan ne tam dışarda bırakılan ve iyice feleği şaşan yerler, hayatlar, insanlar … Taşranın şehirli elitizminin ve/veya taşra özcülüğünün nesnesi olmak dışında bir anlamı olamaz mı? Taşrayla, küçümseyici bir dışlayıcılığın da gizemlileştirici bir kutsamanın da ötesinde bir alışveriş ve empati ilişkisi kurulamaz mı?”
Bu yazıda amacım bir sanat okuması ya da film eleştirisi yapmak değil aslında. Bora’nın da yukarıdaki sorularından hareketle kötülüklerin ‘merkezi’yle ulvileştirilmiş fantastik bir iyilik evreni ikiliğinin dışındaki taşrayla ilgili gözlemlerimi yazmak istiyorum. Öncelikle şunu söyleyeyim, taşra bu iki bakışı da içinde barındırıyor. Zaten barındırdığı için de sanata yansıyor. Kendilerini artık bu ülkede ‘parya’ görmeyen ve değişen siyasi-ideolojik hatla aidiyetleri güçlendiği için çürümenin temsilini sinemada-edebiyatta gördüğünde rahatsız olanlar kabul etmekte zorlansa da; o obruklar hem coğrafi hem de sosyolojik olarak var! Ama bir yandan da tüm bunların ötesinde bir memleket deneyimi de yaşanıyor artık. Memleket kavramını Tanıl Bora’nın “Sıcak, gevşek, mütevazı çağrışımları var; milliyetçiliğin insana ülkesini zehir eden fanatizmine ve demagojisine pek alet olmamış bir sözcük. Yaşanan yere ve hayat tecrübesinin paylaşıldığı somut insanlara, hemşerilere duyulan ilgi ve sevgi anlamında ‘memleket’ hassasiyeti…” betimlemesiyle özellikle kullandığımı belirteyim.
Ütopyada Yaşamamak
Memleketin dört bir yanında ülkedeki kutuplaşmaya, ayrışmaya yenik düşmeden olabildiğince çoğul gruplar, topluluklar oluşturma deneyimi var öncelikle… Dernek, kooperatif, sosyal girişim gibi örgütlü olanları da var, esnek örgütlenme modelini seçenler de, hatta bireysel işletmelerle yol alan da. Bu toplulukların, grupların bazen de bireylerin en önemli özelliği bir ütopyada yaşamamaları. Zor konuları konuşmamak, yok saymak-görmezden gelmek gibi eğilimlerle değil, tam tersine konuşmaya-tartışmaya, birbirini değiştirmeye zorlamadan anlamaya çalışıyorlar. Yani ülke gerçekliğinin, siyasetinin, eşitsizliklerinin farkındalar. Ama o gündeme teslim olmayarak kendi gündemlerini oluşturmaya çalışıyorlar. Kimi doğduğu, kimi eğitim için gidip kalıcı olduğu yerde, kimi görev dolasıyla yolunun kesiştiği insanlarla, kimi de yıllardan sonra eve dönerek oluşturmuş evrenini. Güzelyurt’ta bir taş konak, Antep’te gastronomi akademisi, Erzincan’daki bir dağ köyünde sohbet halkası, Isparta’nın bir ilçesinde kadın kooperatifi… Yason Burnu’nda bir sergi, Bismil’de bir pamuk tarlası, Hakkari’de bir eski medrese avlusu… Her şehirde, kasabada başka formla, başka kişilerle ama hep aynı adanmışlık, aynı geniş yüreklilik. Ata tohumlarının peşine düşen kadınlar-erkekler… Tüketimi değil üretimi ve bölüşümü esas alarak kurulan işletmeler… Kısacası memleketi memleket yapanlar. Ve bu taşrada Nurdan Gürbilek’in tasviriyle, ‘kendi içlerinde bir şeyin daraldığını, benliklerinin bir parçasının sapa ve güdük kaldığını, giderek bir taşradan ibaret kaldığını hissedenlerin anlayabileceği’ sıkıntı yok. Onun yerine mücadele ve dayanışma dolu bir gündelik hayat var.