Siyah İnci de Gitti
Hangisinin daha büyük/olduğu tartışması -muhtemelen bundan sonra da- sürüp gidecek olsa da artık ne Pelé var ne de Maradona. Futbol dünyamıza güzellik katan kahramanlarımız birer birer sahneden çekiliyor. Evvela ‘Tanrı’nın Eli’nden olduk, şimdi de ‘Siyah İnci’yi kaybettik. Pelé, 82 yaşında sahayı terk etti.
1958 yılında, Dünya Kupası finalleri için İsviçre’deyiz. Kupanın en çok ilgi gören takımlarından biri olan Brezilya’nın kampı, dünyanın her tarafından gelmiş gazeteciler tarafından istila edilmiş durumda. Herkes, Sambacıların iyi tanınan futbolcularıyla bir söyleşi yapmak, fotoğraf çekmek için canhıraş bir çaba içinde.
Milli takımın idarecileri, biri İtalya’dan diğeri Türkiye’den gelen iki gazeteciye, hâlihazırda yedek olsa da gelecek vaat eden genç bir futbolcularının da olduğunu, dilerlerse onunla görüşebileceklerini söylerler. Gazeteciler giderler; karşılarına kara kuru, mahcup bir oğlan çocuğu çıkar. Gazeteci şansı kapılarını çalmıştır ama gazetecilerden İtalyan olanı Didi, Garrincha gibi yıldızlar dururken bu çelimsiz çocukla röportaj yapmayı kendine yediremez ve oradan ayrılır.
Fakat diğer gazeteci kapıyı sonuna kadar açar. Kimsenin dönüp yüzüne bakmadığı bu zayıf, siyahi futbolcuyla konuşur. Ertesi gün Milliyet’te Halit Kıvanç imzasıyla bir haber yer alır: “Harika Çocuk: Pelé” Türkiye’de futbol yorumculuğunun efsane ismi, daha kimsenin haberdar olmadığı bir efsanenin doğuşuna tanıklık eder, onunla söyleşen ilk gazeteci olur.
Fakir bir ailenin çocuğudur Pelé. Futbolcu olan babası, geçimini zar zor sağlayan ailesine katkıda bulunmak için ayakkabı boyacılığı yapan oğlunun Allah vergisi bir futbol yeteneğine sahip olduğunu erkenden fark eder. Pelé, 16 yaşında -o vakitler adı sanı bilinmeyen- Santos, 17 yaşında Brezilya Milli Takımı için oynamaya başlar. Dünya Kupası için İsviçre’ye geldiğinde daha 18’ine varmamıştır.
“Maracana Faciası”
Kıvanç’ın “Harika Çocuk”u, formayı kaptığı andan itibaren sahada inanılmaz işlere imza atar. Finalde ev sahibi takımı yenip Dünya Kupası’nı kaldırdığında, ülkesinin ruhunu muazzep eden “Maracana Faciası”nı da tamir eder. Çünkü sekiz yıl önce kendi evlerindeki kupada, finalde Maracana Stadı’nda 200 bin kişinin önünde Uruguay’a 2-1 yenilmeleri, Brezilyalıların psikolojilerini altüst etmişti.
Brezilyalı oyun yazarı Nelson Rodrigues, Maracana’dan sonra düşülen hali “Mongrel (sokak köpeği) Kompleksi” olarak tanımlamıştı. Umutsuzluk içinde debelenen, başarabileceğini düşünmeyen, başkalarını büyütürken kendini sürekli küçülten, başkalarına olmayan değerler biçerken kendi değersizleştiren bir ruh halidir bu. 1958, Brezilyalıları içine düştükleri bu girdaptan kurtarmak için olağanüstü bir fırsattı.
Ve daha 18’ine gelmemiş Pelé, ayaklarıyla inşa ettiği bu fırsatı boşa harcamaz. İsviçre’den dört yıl sonra Şili’de oynanan kupada da Brezilya zirvede kalmayı başarır. İngiltere-1966’da Pelé sakattır; kupa hem onun için hem de ülkesi için hoş anılarla bitmez. Meksika-1970 ise, onun son kupasıdır. Uğruna milli takım antrenörünün değiştiği ve biraz da devlet zoruyla oynadığı bu turnuvada yine harikalar yaratır, kupayı alır, Meksika şapkasını takarak tribünleri selamlar ve milli takım öyküsünü -olması gerektiği gibi- bir zaferle nihayetlendirir.
Bir Milat
1971’de jübile yapar. En iyi zamanlarında birçok Avrupa devi onu transfer etmek ister. Ancak “ulusal bir hazine” olarak görüldüğünden ve ona paha biçilemediğinden yurt dışına çıkması mümkün olmaz. Avrupalı futbolseverler ondan mahrum kalır. Aktif futbol hayatını noktaladıktan bir süre sonra, 1974’te, Amerika’da Cosmos’da tekrar sahalara döner. Amerikalılara futbolu sevdirmek için bulunabilecek en iyi isimdir. Üç yıl Cosmos formasını terletir ve 1997’de artık kesin olarak emekliye ayrılır.
Toplamda 21 yıl -1956’dan 1977’ye- sahalarda topun peşinde koşar Pelé. Bu süre zarfında -hazırlık maçları da dâhil- 1.363 maçta 1.279 gole adını yazdırır. Altı maçta beş gol, 30 maçta dört ve 93 maçta da üç gol atar. Az buçuk futbol solumuş olanlar bilirler; bu kadar golü idmanda kaydedemez, bu kadar hat-trick’i halı sahada yapamazsınız.
Bir milattır Pelé; futbol tarihini kendisinden önce ve kendisinden sonra diye ikiye ayırır. Dünyanın hangi coğrafyasında üstün yetenekli bir futbolcu piyasaya çıksa hemen Pelé ile karşılaştırılır. Pelé arayışı bitip tükenmek bilmez. Zico “Beyaz Pelé” olur; Ronaldo’dan (fenomen olanından) Romario’ya, Ronaldinho’dan Neymar’a her siyahi Brezilyalı “Yeni Pelé” olarak anılır.
Ana Kuzuları
Onunla kıyaslanmak bir iftihar vesilesidir, bir mertebedir. Yeryüzünde buna herhalde bir tek Maradona itiraz eder. Daha tıfıl bir çocukken, bir gazetecinin “Sana Yeni Pelé diyorlar” ifadesine şiddetle karşı çıkar ve “Ben sadece Maradona olmak istiyorum” diye cevap verir. Gerçekten de “sadece Maradona” olur ve o da kendi miladını yaratır. Çünkü Maradona da nev-i şahsına münhasırdır; o nedenle kimse ona “yeni Pelé” demez, diyemez; bunun yerini hangisinin tarihin gelmiş geçmiş en büyük/iyi futbolcusu olduğu münakaşası alır.
“Pelé mi büyük/iyi Maradona mı?” sorusu futbol camiasını esir alır, hatta halen aldığı söylenebilir. Her ikisi de, bu konuda burunlarından kıl aldırmazlar. En iyinin kendileri olduğundan zerre kadar şüphe etmezler. Hiç mütevazı olma ihtiyacı duymazlar. Sürekli gündemde tutulan mevzu aralarında belli bir gerginliğe de sebep olur.
Fakat sonradan sular durulur, ikili -mesafeli olsa da- bir araya gelir ve birlikte görüntü verir. Uyuşturucu tedavisinin ardından Maradona, Arjantin’de bir televizyon programına başlar. İlk konuğu Pelé olur. Programın ardından bir basın toplantısı düzenlenir. Brezilyalı bir gazeteci, Maradona’ya kendisinin mi yoksa Pelé’nin mi daha iyi futbolcu olduğunu sorar. Maradona, kendisinden beklenmeyecek düzeyde diplomatiktir:
“Annem benim daha iyi bir futbolcu olduğumu söylüyor. Pelé’nin annesine göreyse, onun oğlu daha iyiydi.”
“Salon Adamı” ve “Sokak Çocuğu”
Futbolları bir tarafa, her ikisi birbirlerine zıt karakterlere sahiptirler. Her ikisi de sokaktan gelir. Ama Pelé ömrü boyunca bir “salon adamı” olmaya çabalar, Maradona ise hep “sokak çocuğu” olarak kalmaya gönül indirir. Pelé, 1964-1985 yılları arasında ülkesine kan kusturan askeri diktatörlükle iyi geçinir. Doğrusu, onlarla bütünleşmez ama onlara karşı ses de çıkarmaz. Maradona’da ise hırçın bir sokak çocuğu olarak hep bir muhalif damar sezilir.
Siyah İnci, uluslararası kuruluşlarla hep yakın bir teşrik-i mesai içinde olur. Uluslararası Olimpiyat Komitesi tarafından “Yüzyılın Sporcusu” seçilir. UNICEF için çalışır. Yoksulluğun azaltılması ve olanağı olmayan çocukların eğitime erişmesi için kendi vakfını kurar. 1995-1998 yılları arasında Brezilya’da Spor Bakanı olarak görev tapar. TIME, onu 20’nci yüzyılın en önemli 100 insanı arasında sayar.
Tanrı’nın Eli ise kötü çocuktur. Pelé kendisine örnek gösterilecek bir kariyer inşa ederken, o kendi mezarını kazmakla meşgul olur. “Yüzyılın Futbolcusu” ödülünü alırken, kendisi de itiraf eder bunu:
“Bu ödülü hak ettim, çünkü işime daima saygı duydum. Futbolu asla hafife almadım. Ne var ki; kendime, bedenime saygım yoktu. Beni lütfen gençlere örnek göstermeyin. Kimseye, kendi çocuklarıma bile örnek olamam, olmamalıyım.”
Aslında bu “Yüzyılın Futbolcusu” ödülünün hikâyesi, Pelé’nin salonlardan, Maradona’nın ise sokaklardan aldığı desteği doğrular niteliktedir. Şöyle ki, FIFA “Yüzyılın Futbolcusu”nu futbolseverlerin oylarıyla seçeceğini ilan eder. Futbolseverlerin oylarıyla Maradona “Yüzyılın Futbolcusu” seçilir. Halk, tercihini yapmıştır. Ama devreye iyi saate olsunlar girer, FIFA Pelé’yi işe katar. Dolayısıyla Maradona ödülünü -FIFA’nın kararıyla- Pelé ile paylaşmak zorunda kalır.
“Pelé’den önce 10 sadece bir sayıydı”
Hangisinin daha büyük/olduğu tartışması -muhtemelen bundan sonra da- sürüp gidecek olsa da artık ne Pelé var ne de Maradona. Futbol dünyamıza güzellik katan kahramanlarımız birer birer sahneden çekiliyor. Evvela ‘Tanrı’nın Eli’nden olduk, şimdi de ‘Siyah İnci’yi kaybettik. Pelé, 82 yaşında sahayı terk etti. Onun ardından çok güzel mesajlar yayınlandı; ben en çok Neymar’ın mesajını sevdim:
“Pelé’den önce 10 sadece bir sayıydı. Bu cümleyi bir yerde, hayatımın bir noktasında okumuştum. Ama bu güzel cümle eksik. Pelé’den önce futbol sadece bir spordu diyebilirim. Pelé her şeyi değiştirdi. Futbolu sanata, eğlenceye dönüştürdü. Fakirlere, siyahlara ve çoğunlukla Brezilya’ya görünürlük verdi. Futbol ve Brezilya, Kral sayesinde statüsünü yükseltti! O gitti ama büyüsü kaldı. Pelé sonsuza kadar!”
Evet, o gitti ama büyüsü kaldı; ruhu şad olsun…
Not: Eğer Pelé’nin yeşil sahadaki kabiliyetlerinin beyaz perdeye nasıl aktardığını görmek istiyorsanız, onun Sylvester Stallone ve Michael Caine gibi sinemanın, Boby Moore ve Osvaldo Ardiles gibi futbolun devleriyle birlikte rol aldığı Zafere Kaçış filmini izlemenizi tavsiye ederim. Tabii, eğer hâlâ izlemediyseniz!