Siyaset Dondu mu?
Gündelik hayatı etkileyen pek çok gelişmeye karşın siyaset ve seçmen-siyaset ilişkisi donmuş bir görüntü sergiliyor. Bu Türkiye siyasetinin daha önce şahit olmadığı bir anomali. Bu anomali neden yaşanıyor ve nasıl devam edebiliyor? Bu yazıda, temsilin donması olarak nitelenen bu anomalinin üç mekanizma üzerinden işlediği öne sürülüyor: Kimlik siyaseti, ittifak yapısı ve siyasal alternatifsizlik.
- HATEM ETE
- 15 Mart 2021

George Orwell “Balinanın Karnında” başlıklı denemesinde, kutsal kitaplarda ve mitolojik anlatılarda darlık-bolluk, sıkıntı-ferahlık diyalektiğini açıklamak ve “umut aşılamak” üzere anlatılan Yunus kıssasını, özündeki umudu ortadan kaldırarak, sıkıntının sürekliliğini vurgulamak üzere yeniden kurgular. Mitolojik anlatıda yeniden diriliş için katlanılması gereken geçici-süreli bir sıkıntıyı vurgulamak üzere kurgulanan “balinanın karnı” metaforu, Orwell’da “sürekli ve bitimsiz karanlık” duygusunu pekiştirmek üzere yer alır.
Hayat ve onun kurucu unsurlarından bir olarak siyaset, mitolojik anlatılardaki diyalektiğe uygun işler. Toplumu ve siyasetçiyi harekete geçiren duygu sıkıntının geçici olduğu, mücadele neticesinde sıkıntının yerini ferahlığa bırakacağı umududur. Buna karşın, hayat (ve siyaset) umudun kaybolduğu, ufkun görünmediği anları da içerir. Türkiye’deki mevcut siyasi durum, pek çok insanı, “mutlu son” vaat eden mitolojik anlatılardan uzaklaştırıp Orwell’ın yeniden kurguladığı karamsar anlatıya inandırmış durumda.
Balinanın Karnında
Bu duyguyu besleyen birçok gösterge sıralanabilir; burada özellikle üç tanesi üzerinde durabiliriz.
İlk olarak, iktidar da muhalefet de hem ülkenin hem de kendilerinin gidişatından memnun olmadıkları halde tatmin edici bir çıkış yolu bulmakta zorlanıyorlar. Cumhurbaşkanı Erdoğan, her ay birkaç başlık üzerinden gündem oluşturmanın yanısıra, Kasım 2020’de daha uzun vadeli bir gündem olarak reform söylemine yöneldi, ancak siyasi bir imkana dönüşeceğini umduğu reform gündemi -ittifak bileşenlerinin itirazı dolayısıyla- mevcut konforunu da riske sokabilecek sonuçlar üretti. Aynı çıkış gereğinin yeni enstrümanı olarak tedavüle sokulan yeni Anayasa çağrısı da benzer bir akıbete uğrayacak gibi görünüyor. İktidar toplumu ve ülkeyi rahatlatacak adımlar atamadığı gibi, -bunun doğal sonucu olarak- iktidarını sürdürmesini sağlayacak yeni enstrümanlar da geliştiremiyor.
Muhalefet, ittifak yapısını ve bütünlüğünü korumaktan kimlik siyasetini besleyecek tuzak gündemlerden uzak durmaya kadar, beklenti çıtasını zorlayan birçok adım atmasına karşın iktidarın siyaset kurgusunu aşamadığı gibi oylarını artırmakta da güçlük çekiyor. Nadir yaratıcı hamleler dışında ya iktidara malzeme sağlıyor ya da iktidarın çizdiği çemberin içinde siyaset yapmak durumunda kalıyor.
Kısacası, iktidar da muhalefet de mevcut gidişattan memnun olmadıkları halde gidişatı değiştirecek “çıkış” yolları bulmakta zorlanıyorlar. Siyaset mevcut statükoyu tahkim etmenin ötesine geçemiyor.
İkinci olarak, uzunca bir süredir, siyaset(çiler)in mesaisini, toplumun gündelik/sahici sorun başlıklarından çok kimlik siyasetini beslemeye yönelik polemikler veya ittifak dinamikleriyle ilgili kurgusal başlıklar oluşturuyor. Son bir yıldır, gündelik hayatın her bir unsurunu doğrudan etkileyen koronavirüs, siyasetin ve medyanın mesaisini ittifak haritasını etkilemeye yönelik elitler arası kısır-magazinel polemikler kadar meşgul etmiyor. Bütün dünyada iktidarları ve muhalefetleri dönüştüren/değiştiren korona süreci Türkiye’yi adeta teğet geçmiş görünüyor. Koronavirüs sürecinde eğitim, sağlık veya ekonomik faaliyetler üzerine ciddiye alınır bir gündem ve/ya tartışma yaşanmadı. İktidar, örneğin, aşı tedarikinde yaşanan aksaklık ve beceriksizlikler ile ilgili kamuoyuna ikna edici bir açıklama yapmadığı gibi muhalefet ve medya da iktidarı cevap vermeye zorla(ya)mıyor.
Kısacası, siyaset ve medya, sağlıktan ekonomiye bütün sektörleri ilgilendiren bu varoluşsal meseleye siyasi partiler arasında hareketlenen görüşme trafiği kadar önem vermiyor. Örnekler çoğaltılabilir, ancak sadece bu dramatik konu bile, Türkiye’de iktidarıyla ve muhalefetiyle siyasetin, toplumun gündeminden kopuk, siyasetçilerin kendi aralarında oynadıkları kapalı bir oyuna dönüştüğünü göstermek için yeterli.
Üçüncüsü, -yukarıdaki iki göstergenin doğal sonucu olarak- seçmen hareketliliği minimuma inmiş durumda. Türkiye’de son birkaç yıldır, seçmenin oy verme tercihi üzerinde etkili olması beklenen radikal pek çok siyasi ve ekonomik gelişme yaşanmasına rağmen, seçmenin siyasi parti eğilimlerinde anlamlı bir değişime rastlanmıyor. İktidar, seçmenin oy verme davranışını etkilemesi beklenen göstergelerin hiçbirinde başarı sağlayamadığı gibi gün geçtikçe daha geriye gidiyor; GSYİH’dan kişi başı gelire, enflasyondan işsizliğe ekonomik göstergelerin tamamı son beş yıla göre kötüleştiği gibi iyileşeceğine dair işaretler de yok. Kamuoyu araştırmaları, toplumun Türkiye’nin genel ve adalet, demokrasi, ekonomi gibi spesifik temalardaki gidişatına yönelik olumlu algısının yüzde 25’lere, Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine yönelik desteğinin ise yüzde 30’lara düştüğünü kaydediyor.
Buna rağmen, iktidarın oyları -beklenen düzeyde- düşmediği gibi, muhalefetin oyları da -beklenen düzeyde- artmıyor. Ancak yüzde 5-10 oranında bir seçmen tercihi değişimi gözlemlenebiliyor ki, bu da büyük oranda iktidar ve muhalefet blokları içerisinde gerçekleşiyor. Son üç yıl içerisinde, iktidar ve muhalefet dengesi, yüzde 50 çıtasının altında ve/ya üstünde maksimum 6 puanlık bir sarkaç üzerinde salınıyor. Kamuoyu araştırmalarının yakalayabildiği tek anlamlı değişim, muhalefetin küçük oranlarla da olsa, oy toplamı itibariyle iktidarın önüne geçmiş olmasıdır. Bu değişim de -örneğin koronavirüs gibi- iktidar etrafında dayanışma üreten başlıklarda kolaylıkla tersine dönebiliyor.
Üç gösterge üzerinden sergilemeye çalıştığımız siyasal tıkanıklık başka birçok gösterge üzerinden de çoğaltılabilir. Meselenin özü, Türkiye siyasetinin -iktidarı ve muhalefetiyle- tıkanması, işlevsizleşmesi, toplumsal gündemden kopması ve bunların doğal yansıması olarak seçmen davranışlarında ciddi bir durağanlığın yaşanıyor olmasıdır. Vatandaşın/seçmenin hayatını doğrudan etkileyen birçok gelişmeye karşın siyasetin ve seçmen-siyaset ilişkisinin donmuş bir görüntü sergilemesini ciddi bir anomali olarak görmek gerekir. Bu Türkiye siyasetinin daha önce şahit olmadığı bir anomalidir.
Bu anomali neden yaşanıyor ve nasıl devam edebiliyor?
Bu soruya cevap vermeye yönelen genişçe bir literatür oluşmuş durumda. Kimi iktidarın medya üzerindeki hakimiyetine, kimi sosyal yardımların etkisine, kimi siyasi baskılara, kimi de araştırmaların yanlışlığına dolayısıyla da siyasal durağanlık ve kilitlenme gözlemlerinin doğruyu yansıtmadığına dikkat çekiyor. Bu değerlendirmelerin mevcut durumu/anomaliyi -belli bir düzeyde- açıklama kabiliyetine sahip olduklarına kuşku yok. Ancak, mevcut durumu açıklamak üzere referans verilen bu dinamiklerin, yaşanan gerçekliği çok kısmi olarak açıklayabildiğini dolayısıyla da yukarıda sorulan sorunun -büyük oranda- cevapsız kaldığını düşünüyorum.
Bu soru(n)lara bazı cevaplar bulma arayışında olan bu yazıda, Türkiye’nin mevcut siyasi anomalisini sergileyen siyasetsizlik ve siyasal kilitlenme halinin -temelde- üç mekanizma üzerinden işlediği öne sürülüyor.
Temsilin Donması
Türkiye’de siyasetsizliği ve siyasal kilitlenmeyi besleyen birinci dinamik, kimlik siyaseti ve bunun üzerinden işleyen siyasal kutuplaşma olgusudur. Türkiye’de kimlik siyaseti, iki-üç yüzyıllık dinamiklerle beslenen sahici ve somut siyasi, toplumsal ve kültürel bir zemine yaslanmaktadır. 18. Yüzyıldan başlayarak, devlet (yöneticileri) tarafından devleti güçlendirmek üzere alınan modernleşme kararının elitisit ve batıcı bir eksende ilerlemesi, demokratik siyasal mücadelenin ve devlet-toplum ilişkilerinin doğasını şekillendirmiştir. Bu tarihsel zemin, elit-halk, bürokrasi-siyaset, laik-dindar, sol-sağ gibi birçok dikotomik eksenin siyasetin verili ve bereketli alanı olarak işlemesine yol açmıştır.
Dolayısıyla, Türkiye’de siyaset, her dönemde, kültürel ayrışmalar, özellikle de dini ve etnik fay hatları üzerinden işlemiştir. Birçok araştırma, toplumun siyasetle ilişkisinin ve bu çerçevede seçmenin oy verme tercihinin, büyük oranda, bu zemin üzerinden işlediğini ortaya koymaktadır. 1950-60 arasında merkez-çevre, 1965-1980 arasında sağ-sol isimleriyle ön plana çıkan bu kültürel damarlar, 1990’lardan itibaren etnik ve dini kimlik eksenleri üzerinden siyasal sahnede yer almışlardır. Nitekim bugün yüzde 10 üzerinde oy alan beş siyasi parti de tarihsel-siyasal dinamiklerden beslenerek oluşan dini ve etnik aidiyetler üzerinden tarif edilebilir.
Buraya kadar bir sorun yok. Türkiye’de siyaset ve siyasi partiler her zaman belirli kimliklerle kurulan temsil ilişkisi üzerinden varlığını sürdürmüştür. Seçmen de kendi kimliğine yakınlığı üzerinden siyasi partilerle ilişki kurmuştur. 2000’lere kadar, temsil ilişkisinin belirleyici dinamiği kimlik olmakla beraber, merkez partiler etrafında örgütlenen büyük seçmen kümeleri, kimliğin yanısıra yöneldikleri partilerden yönetsel performans ve ekonomik kalkınma da beklemişlerdir. Teveccüh gösterdikleri siyasi partilerde bunu göremedikleri veya daha iyi bir alternatife rastladıkları zaman da tercihlerini değiştirmekten geri durmamışlardır. Nitekim seçmenin -nadiren de olsa- sağ-sol eksenler arasında gezindiğine rastlanabileceği gibi, -daha yaygın bir şekilde- aynı eksen içerisindeki birçok farklı siyasi parti arasında tercih değişiminde bulunduğu gözlemlenebilir. 1987-2002 arasındaki 5 genel seçimin her birinde birinci gelen partinin değişmesi, seçmen tercihlerindeki dinamizmi göstermektedir.
Kısacası, Türkiye’de temsil ilişkisi her zaman kimlik ile ilişkili olmuştur ancak kimlik siyaseti hiçbir zaman seçmen-siyasi parti ilişkisinin belirleyici tek dinamiği olmamıştır. Bu tespit, 2000’lere kadarki siyasi süreçler için geçerli olmakla beraber, 2000’lerden bugüne temsil ilişkisinin doğasını dönüştüren iki önemli kırılma yaşanmıştır. Temsil ilişkisinin kimlik siyaseti üzerinden don(durul)duğu mevcut siyasi işleyiş, modernleşme sürecinin belirleyici olduğu son 2 yüzyıllık dinamiklerden beslense de asıl olarak bu dinamiklerin 2000’lerden sonra yaşadığı dönüşümün sonucudur.
Kimlik Siyaseti
Türkiye’de temsil siyasetinin doğasını dönüştüren ilk kırılma, 1990’larda soğuk savaşın son bulmasıyla küresel trendlerle uyumlu bir şekilde kimlik taleplerinin siyasallaşması ve bu talepleri taşıyamayan merkez siyasetin kimlik siyaseti karşısında gerilemesiyle yaşandı. 1950’lerden itibaren, şehirleşme, eğitim, ekonomik faaliyetler gibi sosyo-ekonomik dinamikler üzerinden büyüyen ve güçlenen orta sınıfların siyasallaşması ve görece küçük bir kesimin gündeminde yer bulan demokrasi, değişim, özgürlük taleplerini benimsemesi siyasetin doğasını değiştirdi. Merkez siyaset; bölünme, yozlaşma gibi dinamiklerinden yanısıra siyasal konumlanması dolayısıyla bu taleplere sözcülük edemeyince, kimlik partileri marjinalliklerini törpüleyerek bu taleplerin temsilciliğine soyundu. Türkiye’de kimlik siyasetinin siyasal yansımalarını keskinleştiren unsur, devletin bu sosyolojik dönüşümü algılayamayarak dini ve etnik talepleri asayiş ve güvenlik üzerinden yönetmeye yönelmesi oldu. Küresel ve ulusal dinamiklerin belirleyici olduğu bu sosyo-politik dönüşümü yönetme yerine şeriat ve bölücülük tehdidi olarak kodlayıp bastırmaya çalışma teşebbüsü, siyaseti ve siyasal sosyolojiyi yapısal olarak dönüştürdü.
2002 seçimleri, 1990’lardaki kimlik krizinin 28 Şubat süreci üzerinden laik-dindar gerilimine dönüştürülmesinin de etkisiyle, temsil ilişkisini AK Parti ve CHP üzerinden sadeleştirirken, 2007 seçimleri de eksik kalan etnik/milliyetçi temsil boyutunu MHP-DTP üzerinden tamamladı. Böylece, toplum, iki yüzyılı aşkın süreyi bulan kimlik mücadelesini iki eksen üzerinde konumlanan dört siyasi parti temsilinde sadeleştirdi.
AK Parti, çok partili hayat boyunca, kültürel bir muhalefet diline yaslanan temsil ilişkisini kimlik ve performans, demokrasi ve kalkınma taleplerini eklemleyerek siyasal bir dile dönüştürdü. Bir yandan, merkez sağ partilerin kalkınma vaadinin yanısıra kimlik partilerinin özgürlük ve demokrasi vaadini de karşılayarak, 1960’lardan itibaren bölünen/ayrışan merkez sağ kitleyi -büyük ölçüde- aynı çatı altında birleştirdi. Öte yandan, merkez sağ geleneğin cılız itirazlara rağmen razı olduğu vesayet sistemiyle mücadele ederek, Cumhuriyet modernleşmesinin acı tecrübelerle hafızalara kazıdığı atanmış-seçilmiş, bürokrasi-siyaset, elit-halk, vesayet-demokrasi dikotomilerini, popülarize ettiği “milli irade” söylemi üzerinden siyaset lehine çözmeye yöneldi. Böylece, merkez sağın kültürel muhalefet damarına kimlik aşısı yaparak siyasallaştıran AK Parti, her seçimde oyunu arttırarak, Türkiye siyasi parti sisteminin -ilk defa- hâkim parti olgusuyla tanışmasına yol açtı.
AK Parti’nin ordu ve yargı başta olmak üzere siyaseti ve siyasi iradeyi baskılayan aktör ve kurumlarla yaşanan gerilimleri “kapalı kapılar ardında yürütülen müzakereler/pazarlıklar” olmaktan çıkararak kamusallaştırması, etkili bir söylem üzerinden toplumla paylaşması, seçim ve/ya referandum süreçleriyle topluma taşıması, böylece toplumu hem taraf hem de hakem kılması, temsil ilişkisini siyasallaştırarak güçlendirdi.
İttihatçı-Kemalist devlet ve toplum tasarımının birçok yönden hesaba çekildiği, Cumhuriyet dönemi boyunca laiklik ve milliyetçilik ilkeleri üzerinden geliştirilen söylem ve politikaların sorgulandığı, ordu ve yargının vesayetçi bir misyonla siyasal sistem içinde edindikleri ayrıcalıklardan arındırılmaya çalışıldığı bu süreç, yoğun tartışmalar, gerilimler, krizler, gel-gitler üzerinden yol aldı. Bu süreç, toplumu siyasallaştırdığı ölçüde, kimlik siyasetinin temsil ilişkisindeki payını arttırdı.
Beka ve Korku Siyaseti
2012 sonrası dönemde, temsil ilişkisini dönüştüren ikinci bir kırılma yaşandı. Bu kırılma kimlik siyasetine endeksli temsil ilişkisini tahkim ederken, temsil ilişkisinin performansla bağını büyük ölçüde zayıflattı. Bu dönüşüm birbirini besleyen birçok dinamik üzerinden yaşandı. Bu dönemin siyasetini belirleyen esas dinamik, vesayet-sonrası Türkiye’nin sistem ve kimlik arayışı çerçevesinde yaşanan mücadele oldu. Mücadelenin kabaca üç taraf arasında yaşandığı söylenebilir. Erdoğan/AK Parti, vesayet sisteminin geriletilmesinden rahatsız olan kesimler ve vesayet sisteminin geriletilmesinde rol oynasalar da yeni sistemin Erdoğan/AK Parti eliyle kurulmasından endişe duyanlar. Bu üç aktör/kesim arasında, vesayet-sonrası Türkiye’nin muhtemel parametreleri üzerine yaşanan mücadele, başka birçok iç ve dış gelişme ile eklemlenerek siyasetin rotasını ve Erdoğan/AK Parti iktidarının siyaset anlayışını değiştirdi. Gezi, FETÖ, çözüm sürecinin bitmesi, Arap isyanları gibi dinamiklerin yansımalarını uzun uzadıya burada anlatmaya gerek yok, ilgi duyanlar Perspektif’te daha önce yazdığım yazıya bakabilirler.
Burada, bu dinamiklerin siyaset ve temsil ilişkisi üzerindeki etkilerini değerlendirirken, gelişmelerin doğal yansımaları kadar Erdoğan/AK Parti tarafından nasıl algılandığını ve/ya kullanıldığını da hesaba katmak gerekir. Erdoğan ve AK Parti bu gelişmeleri, bölgesel ve küresel gelişmelerin doğal yansımaları veya iktidar pratiklerinin ürettiği beklenebilir tepkiler olarak değerlendirip söylem ve politikalarda kısmi uyarlamalar üzerinden atlatılabilecek veya yönetilebilecek gelişmeler olarak görmek yerine, Erdoğan ve AK Parti iktidarına yönelik bilinçli-planlı operasyonlar olarak okudu.
FETÖ’nün müdahaleleri, Erdoğan ve AK Parti’nin “operasyon” eksenli okuma tarzını teyit eden ve bu okumanın taban tarafından benimsenmesini kolaylaştıran bir işlev gördü. FETÖ bu dönemde yaşanan Gezi, Suriye’deki gelişmeler ve terör dalgasının yükselmesi gibi birçok gelişmenin “operasyon” parantezine alınmasını, operasyon kurgusunun iktidara yönelik her türlü siyasi-legal eleştirileri veya iktidarı zora sokan her türlü iç ve dış gelişmeyi kuşatmasına yol açtı. FETÖ müdahalelerinin siyasette ve toplumda yarattığı şok, “olağanüstü” dönem algısının pekişmesine yardımcı olarak, iktidarın operasyonları bertaraf etmek üzere siyasi-hukuki denklemi zorlayacak tedbirler geliştirmesini kolaylaştırdı.
Tepki ve krizlerin, sürdürülen idari ve siyasi politikaların beklenebilecek yansımaları yerine operasyon olarak kodlanması, operasyonun Erdoğan ve AK Parti’nin siyaset tarzı yerine Erdoğan ve AK Parti’nin temsil ettiği misyona ve bu misyonu benimseyen toplumsal kesimlere yönelik olduğunun düşünülmesi, iktidarın söylem ve politikalarını eleştirilerden muaf kılarak Erdoğan etrafında güçlü bir kenetlenme oluşturdu.
Bu süreci besleyen en önemli dinamik meşru iktidarın gayri meşru müdahalelere maruz kalmasıydı. Olağan üstü/dışı dönem algısı, olağan siyasal süreçlerin dışına çıkmayı seçmen gözünde meşrulaştırdı. 17-25 Aralık yargı ve 15 Temmuz askeri darbe teşebbüsü, bu sürecin zirve noktalarını teşkil etti. Olağan üstü dönem algısı 15 Temmuz tarafından teyit edilirken, darbenin püskürtülmesini de kolaylaştırdı. Cumhuriyet tarihinde ilk defa bir liderin darbe teşebbüsüne boyun eğmeyerek direnişe çağırdığı toplumun desteğiyle darbeyi püskürtmesi, Erdoğan etrafında inşa edilen savunma hattının meşruiyetini tahkim etti.
15 Temmuz bir milattı. 2013’te başlayan bu olağan üstü sürecin hem zirvesi hem de finaliydi. Erdoğan 2013’te başlayan mücadeleyi tartışmasız bir şekilde kazanarak, darbeyi püskürten lider olma gücü/meşruiyeti ve “istisna” halinin sağladığı hukuk-üstü/ötesi yetkilerle “operasyonel odakları” tasfiye etme imkanına kavuştu.
Erdoğan bu süreçte hem kendisinin hem de Türkiye’nin gidişatını doğrudan etkileyen iki önemli tercihte bulundu. İlk olarak, siyaseti normalleştirmek ve toplumsal barışı sağlamak yerine kutuplaştırmayı derinleştirerek olağanüstü dönem algısını süreklileştirmeye yöneldi. 15 Temmuz momentinin kolaylaştırdığı büyük bir siyasal ve toplumsal uzlaşmayı sağlayarak FETÖ ile mücadeleye odaklanmak yerine rakiplerinin ve/ya karşıtlarının tamamını FETÖ ve terör parantezine almayı tercih etti. İkinci olarak da 15 Temmuz’un sembolize ettiği çarpık siyasal düzeni onaracak kurucu bir siyasal perspektif ile yeni bir Anayasaya yönelmek yerine iktidarı şahsileştirerek maksimize etmeyi sağlayacak bir hükümet sistemi değişikliğini tercih etti.
Bu tercihler normalleşmeyi öteledi. Özellikle darbe süreçleri sonrasında yeni bir sistem ve düzen kurma süreçlerini takip eden normalleşme tecrübesi, Erdoğan’ın siyasal krizin aşılması sonrasında bile sistem ve düzen kurmak yerine güç ve yetki maksimizasyonunu önceleyerek olağanüstülük halinin devamına yatırım yapması normalleşmeyi engelledi. Bu durum, Erdoğan’ın da Türkiye’nin de gidişatını doğrudan etkiledi. İktidarın yüzde 50 desteğe bağlanması, iktidarı da muhalefeti de ittifak denklemlerine bağımlı kıldı. İktidar -artık objektif dayanakları kalmamış- 2013 sonrası beka ve korku siyasetini -gerektiğinde üreterek- sürdürmekten medet umarken, ittifak yapıları siyasal mobilizasyonu dondurarak negatif kimliklenmeyi tahkim etti. Bu dönemin/sürecin temsil ilişkisi açısından en önemli yansımaları; kutuplaşma, negatif kimliklenme ve kimlik siyasetinin güçlenmesi dolayısıyla temsil ile performans arasındaki bağın zayıflaması oldu.
Temsilin Performanstan Kopması
Temsil ilişkisi büyük oranda kimlik siyasetine yaslansa da bir siyasal rasyonalite barındırır. Taban bir siyasi parti veya lidere kendi kimliğini benimsediği için değil kimliği için bir şey yaptığı veya yapacağı için yönelir. Dolayısıyla temsil ilişkisi zorunlu olarak performans beklentisi içerir. Nitekim 2013 yılına kadarki kimlik eksenli temsil ilişkisi, AK Parti iktidarının toplumsal sorunları çözme ve “daha demokratik ve müreffeh bir gelecek” inşa etme performansına yaslanıyordu. 2013-14 döneminde başlayan sürecin en önemli yansıması, Erdoğan ve AK Parti’nin, toplumla ve kendi tabanıyla ilişkisini sorun çözme, adalet ve/ya kalkınma vadetme üzerinden değil her gün yeni başlıklarla beslenen beka ve korku siyaseti üzerinden kurgulaması oldu.
Bu dönemin 2013 öncesi dönemden en önemli farkı, kimlik eksenli temsilin performanstan kopmuş olmasıdır. Erdoğan her iktidarın ihtiyaç duyduğu meşruiyeti ve rıza üretimini performans beklentilerini yeniden formatlandırarak sağlıyor. Olağan dışı/üstü dönemin yansıması olarak, performans gündelik ihtiyaçları veya daha iyi bir yaşam beklentisini karşılamaya yönelik politikalardan öte korku ve beka endişesini giderecek askeri güç, teknoloji ve başarı ile karşılanmaya çalışılıyor. 2013 yılından bugüne Erdoğan Türkiye’nin ve bölgenin istikrarsızlaşma riskini yaygın bir siyasal psikolojiye dönüştürerek, askeri operasyon ve “başarılara” ağırlık veren “güçlü Türkiye” algısına yatırım yapıyor. Dünyadaki popülist eğilimlere benzer şekilde, tabanla ilişkisini, her gün yeni aktör, kurum ve odakların eklendiği “öteki” kümesine karşı güçlü bir temsile indirgeyen, bu yönüyle de olağanüstü koşulları kalıcılaştırarak normalleştiren bir retorik ekseninde kuruyor.
Bültenimize Üye Olabilirsiniz
Bu yeni temsil ilişkisinde, gündelik sorunların çözümü veya sosyo-ekonomik dinamikler neredeyse tamamen işlevsizleşmiş durumda. Erdoğan ekonomiden dış politikaya, eğitimden sağlığa bir iktidardan beklenebilecek herhangi bir performans kriteri üzerinden hesaba çekilmeden, tabanıyla ilişkisini tamamen olağan-üstü/dışı dönem algısına dayalı korku ve beka siyasetine endeksli bir temsil kurgusu üzerinden yürütüyor. Erdoğan, seçmenini “daha iyi günlere erişme umudu”ndan çok “mevcut kazanımları kaybetmeme kaygısı”yla motive ediyor.
Performansın seçmen-siyaset ilişkisinde belirleyici bir dinamik olmaktan çıktığı, toplum-siyaset ilişkisinin kimlik siyaseti ve kutuplaşma üzerinden donduğu bu temsil anlayışı, Türkiye siyasi tarihinde daha önce tecrübe edilmeyen bir anomali üretiyor. Bu anomaliyi, iktidar pratiğinin, demokrasi ve kalkınma ihtiyacını karşılama imkânı olmaktan çıkarak kendinde bir amaca, hatta yegâne hedefe dönüşmesi olarak tercüme etmek de mümkün.
Özellikle, hükümet sistemi değişikliğinden sonra, eğitimden sağlığa, tarımdan ulaşıma, ekonomiden demokrasiye, dış politikadan güvenliğe -özgürlük veya gelişmişlik endekslerine kaynaklık teşkil eden hangi kritere bakılırsa bakılsın- iyileşme bir yana kötüleşmenin olduğu görülebilir. Temsilin donması olarak nitelendirdiğimiz mevcut siyasi anomali, bu açık performans kaybına rağmen oy tercihinde anlamlı bir değişimin yaşanmayışından kaynaklanıyor.
Bu anomalinin en önemli kaynağı, yukarıda uzun uzadıya değerlendirdiğimiz temsil ilişkisindeki kırılmalar oluşturuyor. Ancak, Türkiye’nin mevcut siyasal durumunu -son zamanlarda ağırlıkları artmış olsa da- sadece kimlik siyasetine ve temsil ilişkisine referansla açıklamak eksik olur. Bu anomaliyi daha doğru analiz etmek üzere, iki yeni dinamiğin açıklama çerçevesine eklenmesi gerekir: ittifak siyaseti ve siyasi alternatifin olmayışı. Bu iki dinamik, siyasetin doğal mecrasında işlemesini engelleyerek siyasal anomali olarak nitelendirdiğimiz donmuş temsilin süreklileşmesine yol açıyor.
İttifak Siyaseti
Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sisteminin iktidarı yüzde 50+1 oya endekslemesi, ittifak denklemini siyasetin en vazgeçilmez dinamiğine dönüştürdü. İttifak siyaseti, iki şekilde, temsilin donmasını sağlayan bir işlev gördü. İlk olarak, siyasi partileri sahici siyasetten kopararak mühendisliğe sürükledi. Aslında ittifak süreci, siyasi partilerin sahici siyasetten uzaklaşmalarını zorunlu kılmıyor, ancak başka bir yazıda değerlendirdiğim üzere, siyasi partiler seçim ittifaklarını siyasi ittifaka dönüştürmeyi tercih ettikleri için ittifakı sürdürebilmek uğruna kendilerini siyasetsizliğe mahkûm etmiş durumdalar.
Partiler, yeni seçmen kazanmaya yönelmek yerine mevcut tabanlarını korumayı ve belirli bir seçmen kümesine sahip siyasi partilerle ittifak kurmayı önceleyen bir strateji güdüyor. Bugün, siyasi partileri karakterize eden unsur, nasıl bir Türkiye vizyonuna sahip oldukları veya iç ve dış politikadaki birçok önemli başlığa nasıl yaklaştıkları değil, hangi ittifak blokunda yer aldıkları veya hangi partilerle dirsek temasında olduklarıdır.
İttifak siyasetinin ikinci yansıması, kutuplaşma iklimini tahkim ederek siyasi pozisyonları dondurmak oldu. Siyasi partilerin iki ittifak zemini üzerinde toplanması, siyasal çoğulluğu ve çeşitliliği yok ederek farklı siyasi partilerin dinamizmini ortadan kaldırdı. Partilerin iki adreste toplanması seçmeni de iktidar-muhalefet eksenlerinde negatif kimliklenmeye sürükledi. İki kutuplu siyasi eksen, siyasi partilerin özgünlüğünü ortadan kaldırdığı ölçüde seçmenin tercih değişimini de yavaşlattı. Bıçak sırtı bir dengede ittifak eksenlerinin mücadelesi sertleştikçe, artan kutuplaşma düzeyine paralel olarak seçmenin tercihleri de kemikleşti.
Bu çerçevede, muhalefetin iktidar karşısında birleşerek seçimleri kazanma umudunu yükselten seçim ittifakları, kutuplaşmayı tahkim ederek seçmen hareketliliğini dondurması dolayısıyla kazanma imkanını riske sokan bir işlev de görüyor. İttifak üzerinden güçlenen ve sürdürülen kutuplaşma kimlik siyasetini kalıcılaştırarak iktidar blokunun oy kaybetmesini ve muhalefet blokunun oy devşirmesini durduruyor/yavaşlatıyor. İktidar performanstan kopararak korku ve beka siyasetine endekslediği temsil anlayışıyla yaşayacağı muhtemel seçmen kaybını, mevcut ittifak anlayışının tahkim ettiği kutuplaşma ve negatif kimliklenme sayesinde durduruyor. İki kutuplu siyasal denklem, seçmen hareketliliğini kısıtlıyor.
Dolayısıyla, bugün Türkiye’de hâkim olan siyasetsizliği ve siyasal kilitlenmeyi besleyen ikinci dinamiğin mevcut ittifak anlayışı olduğu söylenebilir. İttifak dinamikleri dolayısıyla 2021 itibarıyla Türkiye’de siyaset toplumdan ve toplumun sahici gündeminden kopuk siyasi elitler arası bir mühendislik uğraşına dönüşmüş durumda. İktidar da muhalefet de toplumun sahici sorunlarıyla ilgilenmek, günün sorunlarını gündeme getirmek veya çözüm üretmek yerine, enerji ve mesailerini, ne zaman gerçekleşeceği belli olmayan seçimlere nasıl bir ittifak kompozisyonuyla katılacaklarına hasretmiş durumdalar. Siyasetsizlik, mühendislik ve seçkincilik kutuplaşma eksenlerini tahkim ederek seçmen statükosunu besliyor.
Alternatif Yokluğu
Bu da bizi üçüncü dinamiğe getiriyor. Siyasetsizlik veya siyasal alternatif yokluğu. İktidar 15 Temmuz sonrasında yaptığı tercihler ve bu tercih neticesinde kısıldığı yüzde 50 kapanı dolayısıyla (MHP ile ittifakın da hareket kabiliyetini daraltması üzerinden) -istese de- siyaset üretemiyor. Böyle olunca da siyaset beklentisinin birinci adresi muhalefet oluyor. Muhalefet ise ittifak dinamiklerine yoğunlaşmaktan, mevcut siyasal statükoyu bozacak sahici bir siyasi alternatif üretemiyor.
Muhalefetin -kurduğu ittifak denklemi üzerinden- iktidara alternatif hale gelmesi, alternatif bir siyasete sahip olduğu anlamına gelmiyor. Muhalefetin iktidarla mücadelesi temsil siyasetinin donmasıyla oluşan bu anomaliye alternatif oluşturmak yerine bu anomaliyi veri alan ve tahkim eden bir düzlemde işliyor. İttifak eksenine dayalı muhalefet stratejisi mevcut anomaliyi besliyor. Muhalefet, seçmenin dikkatini çekecek yeni bir siyaset geliştirmek, seçmene bugünkünden farklı bir dünya önermek yerine, mevcut siyasi paradigmanın içinde seçimleri kazanmaya endeksli statükocu bir tutum sürdürüyor.
Muhalefetin en önemli gerilimi/handikapı, yeni bir siyasetin gerekleri ile seçim aritmetiğinin baskısı arasında bir denge bulamamasıdır. Denge seçim ittifakının siyasi ittifaka dönüştürülmesi, seçim arifesinde konuşulacak ittifakın her gün yeniden tazelenmesi gereken bir akitleşmeye döndürülmesi ile bozuldu. Oysa muhalefetin bugünden ittifak içinde olmasını gerektiren bir durum yok. 24 Haziran seçimleri de güncel kamuoyu araştırmaları da İYİ Parti ve HDP’nin seçim barajı sorunu olmadığını gösteriyor. Siyasi partiler önümüzdeki seçimlerde de milletvekili seçimlerine ittifak çatısı altında girmeye mecbur değiller. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ortak bir adayı desteklemek için de bugünden siyasal farklılık ve özgünlüklerini törpüleyen bir angajmana girme zorunlulukları yok.
Ancak, buna rağmen, muhalefet ittifak içinde olmayı en önemli siyasal öncelik olarak belirlemiş durumda. Bu anlayış, bir yandan muhalefet blokunu iktidarın operasyonel hamlelerine açık ve kırılgan kılarken, öte yandan muhalefeti siyasetsizliğe sürüklüyor. İktidar HDP üzerinden İYİ Parti ve CHP’ye yüklenirken, muhalefet bütün enerjisini iktidarın hamlelerine karşı taktik geliştirmeye harcıyor; CHP İYİ Parti’yi kaybetmemek için HDP ile mesafelenme ihtiyacı duyarken, İYİ Parti milliyetçi tabanın hışmına uğramamak için akla karayı seçmek durumunda kalıyor. İttifak dengelerine zarar vermeme kaygısı, taban genişletmeye yönelik yaratıcı siyaset geliştirme bir yana muhalefet partilerinin mevcut tabanlarının beklentilerini karşılamasını bile engelliyor.
Kısacası, seçim ittifakının siyasi ittifaka dönüştürülmesi, muhalefetin yeni siyasi söylemlere yönelmesini engelleyerek enerjisini ittifak dengelerini kollamaya hasretmesine yol açıyor. Muhalefet cephesindeki siyasetsizliğin en önemli nedenlerinden biri bu.
Siyasetsizliğin ikinci nedeni, siyasi partilerin büyük oranda iktidarın çizdiği siyasi çerçeveyi aşacak, kuşatıcı bir yeni Türkiye vizyonu geliştirmekten yoksun olmasıdır. Seçmen, bugün, bir yandan korku ve beka siyasetiyle tahkim edilmiş kimlik siyasetinin, öte yandan iki kutuplu siyasal ittifak anlayışı üzerinden güçlenen negatif kimliklenmenin etkisi altındadır. Üst üste bindirilmiş bu katmanlı zırhı aşacak, seçmeni sarsacak cesur, net, vizyoner bir siyaset anlayışına ihtiyaç var. Bu vizyon ortaya konulmadıkça, seçmen kendisini çevreleyen sınırların içinde kalmaya devam ediyor.
Mevcut siyasi denklem, her siyasi partiye belli bir oy oranı garantisi sağladığı ölçüde, bütün siyasi partiler tarafından besleniyor. Siyasi partiler, kendi tabanları dışındaki toplumsal kesimlere seslenmek, oy potansiyelini arttıracak siyasal programlar geliştirmek yerine kimlik siyasetini ve kutuplaşmayı tahkim edecek gündelik polemiklere katılmayı tercih ediyorlar.
İktidar ve muhalefetin -bütün şikayetlerine rağmen- razı oldukları ve besle(n)dikleri bu denklem, kimlik siyaseti ve kutuplaşma üzerinden don(durul)muş bir temsil ilişkisini tahkim ederek siyasal alanı sosyo-ekonomik dinamiklerin etkisinden arındırıyor. Sosyo-ekonomik dinamiklerin nüfuz edemediği bir temsil siyaseti, siyasal faaliyeti mühendislik hesaplarına, seçimleri de kimlik sayımına indirgiyor.
Araf’ta Siyaset
Türkiye’de daha önce yaşanmayan bir tecrübeye tekabül ettiği için anomali olarak nitelendirdiğim mevcut siyasal durumu, literatürde referans verilen iktidarın medya üzerindeki baskısı, sosyal politikalar, siyasi baskı gibi dinamiklerin etkisini inkâr etmemekle beraber, kimlik siyasetindeki kırılmalar, ittifak siyaseti ve siyasal alternatif yokluğu ile açıklamanın daha doğru olduğunu düşünüyorum.
Türkiye’nin insanı karamsarlığa sürükleyen mevcut hali, sorumluluğu ne tek başına iktidara ne de muhalefete yükleyerek üstesinden gelinemeyecek, karmaşık ve çok yönlü dinamiklerden beslenmektedir. Böyle olduğu için de mevcut sorunlar ne iktidarın arzu ettiği gibi muhalefetin zayıflaması (veya dönüşmesi) ne de muhalefetin hedeflediği gibi Erdoğan iktidarına son vermekle çözülebilir. Siyaset mevcut anomaliyi sahici bir analize tabi tutup yapısal çözümlere yönelmediği müddetçe, iktidar değişimine endeksli noktasal politikalar mevcut anomaliyi derinleştirmekten öte bir işlev görmeyecektir. Cumhuriyetin yüzyılını geride bırakıp yeni bir yüzyıla hazırlandığımız bu kritik kavşakta sahici, ciddi, cesur bir muhasebeye ve bu muhasebeden beslenen kuşatıcı perspektiflere ihtiyaç var.
“Balinanın Karnı” George Orwell tarafından umutsuzluk ve karamsarlığın sembolüne dönüştürülse de mitolojik ve dini anlatılarda sıkıntının geçiciliğini ve kurtuluşu temsil eder. Hz. Yunus, atıldığı denizde balina tarafından yutulur, balinanın karnında geçirdiği günlerde hatalarını görerek af diler ve günler sonra balina tarafından kıyıya bırakılarak kavmine geri döner. Tevrat ve Kur’an’da yer aldığı bu haliyle, “balinanın karnı”, sıkıntının geçiciliğini sembolize etmenin yanısıra kurtuluş için muhasebe ve arayışın gereğine işaret eder. Balinanın karnı karanlığın, karamsarlığın metaforu değil, karanlıktan aydınlığa geçişin zorunlu ara durağıdır. Türkiye bugün bu ara durakta duruyor. Daha ne kadar süre balinanın karnında kalacağı da siyaset başta olmak üzere her birimizin çaba ve tercihleriyle belirlenecek.

HATEM ETE
