Skolastik Aydın
Seküler olmak, solcu olmak, liberal olmak sizi otomatikman skolastikten azade etmeyebilir. Marksist bir skolastisizm mümkün olabileceği gibi, skolastik olmayan bir teoloji de mümkündür. Antropolojik kültürel manada Batılı bir skolastik olmanız da, doğulu bir anti-skolastik olmanız da imkânsız değildir.
Yazıya, yazının başlığının pek çoklarına “tuhaf” gözükebileceğini kabul ederek başlayayım. Kavramsal olarak öyle gibi gözüküyor olabilir ancak içinde yaşadığımız toplumsal gerçeklik içinde bu kavramın “tuhaf” olmadığını düşünüyorum. Bu yazıda zaten “skolastik aydın” kavramının neden Türkiye tecrübesi içinde tuhaf olmadığını göstermeye çalışacağım. “Skolastik aydın” kavramı için “tuhaflık” saptaması yapanların akıllarının bir yerinden “oksimoron” nitelemesi de geçiyordur mutlaka. Ancak “tuhaflık” saptaması için söylediklerimin “oksimoron” nitelemesi için de geçerli olduğunu ifade etmek isterim.
“Aydın” kavramına daha önce yazdığım kitaplarda, makalelerde çok değindim. Bu yazıda konuyu yeniden ele almak istemiyorum. Ancak sadece şunu söyleyeyim: Ben Türkçede “münevver” ve “aydın” tipolojilerinin aslında çevirisi oldukları “entelektüel”i karşılamadığını düşünüyorum. Aydını daha araçsal, işlevsel, organik, ideolojik bir aparat olarak görüyorum. Bu anlamda pek çokları için “skolastik” sıfatının “aydın”ın yanında şık durmaması zaten bu kavrama aşırı değer yüklemekle ilgili biraz da.
Gelelim esas meselemize, yani “skolastik” kavramına. Bu konuya da çok net bir belirleme yaparak girmek isterim. Ben “skolastik” kavramını bir küfür olarak kullanmıyorum. Türkiye’de özellikle solcu/seküler okuryazarlıkta kavramın yaygın kullanımı biraz böyledir. Ben bunu biraz “Ortaçağ karanlıktır” önermesine benzetirim. Sanki Ortaçağ’da hiç güneş doğmamış gibi! Karanlık/Işık ve Ortaçağ/Aydınlanma gibi ikilemler yüzeyde şık karşılaştırmalar gibi görünür ancak konuya daha derinlemesine bakıldığında zihin açıcı olmaktan çok zihin daraltıcı bir işlev görürler. Aynı sorun “skolastik” için de geçerlidir.
Hasan Ünder’in benim için çok zihin açıcı olan Skolastik Eğitim ve Türkiye’de Skolastik Tarz: Salih Zeki, Yusuf Akçura, Muallim A. Cevdet başlıklı kitabında belirttiği gibi, “skolastikos”un kaynağı, “öğrenmek için boş zaman içinde olmak” anlamına gelen Yunanca “scholazein” kelimesidir. O da, “öğrenmek için kullanılan boş zaman” anlamına gelen fakat daha sonra “öğrenmek için bulunulan ya da öğrenilen yer”, yani “okul” anlamını kazanan Yunanca “schole”den gelir. Hasan Ünder’in kitabını herkese içtenlikle tavsiye ederim. Ayrıca İsmail Kara ve Durmuş Hocaoğlu’nun yazdıkları da bu çerçevede çok değerlidir.
Skolastik Felsefe, Okullu Felsefedir
Skolastik felsefe her şeyden önce yeri/yurdu belli olan, okullu felsefedir. Solcu/seküler okuryazarlık Ortaçağ’da, yani skolastiğin güçlü olduğu dönemlerde bu okullarda daha çok teoloji ağırlıklı bir eğitimin geçerli olmasına kafayı takmıştır. Bu önyargıyı eleyecek basit soru şudur aslında: O dönemde dünyanın neresinde teoloji ağırlıklı olmayan bir eğitim vardır?
Bence çok daha önemli olan skolastiğin bu okullarda verilen eğitimin içeriğiyle değil, daha çok biçimiyle ilgili olmasıdır. Türkçe okuryazarlıkta en büyük kafa karışıklığı buradadır. Skolastik eğitimi asıl belirleyen teoloji ağırlıklı olması değil, eğitimi gerçekleştirirken kullandığı yöntemlerdir. Usta/çırak ilişkisine, sosyolojik olarak lonca mantığına dayanması, pozitif, analitik, araştırmacı olmaktan çok mevcut geleneği yeni nesillere aktarmak anlamında “nakli ilimler” şeklinde yapılanması, skolastiği asıl belirleyen özelliklerdir.
Türkiye’de sol/seküler okuryazarlık “medrese” kurumuna da “skolastik”e yaklaştığı gibi yaklaşır. Örneğin beğenmediği üniversiteye medrese der. “Üniversiteyi medreseye çevirmek” çok sık kullanılan bir klişedir. Oysa skolastik olmayan modern üniversitedir. Ortaçağ bağlamında üniversiteyle medrese arasında özellikle skolastik olma bağlamında hiçbir fark yoktur. Hatta bugün artık ilgili literatürde Ortaçağ Avrupa üniversitesinin İslam medresesinin bir varyantı olduğu çok sık dile getirilen bir gerçekliktir.
Burada en fazla altı çizilmesi gereken nokta şudur: Tıp eğitimini de, hukuk eğitimini de, sosyoloji eğitimini de, güzel sanatlar eğitimini de skolastik bir tarzda yapmak mümkündür. Hatta bir toplumun, bir ülkenin fikri kamusu topyekûn olarak skolastik bir biçimde yapılanmış olabilir. Seküler olmak, solcu olmak, liberal olmak sizi otomatikman skolastikten azade etmeyebilir. Marksist bir skolastisizm mümkün olabileceği gibi, skolastik olmayan bir teoloji de mümkündür. Antropolojik kültürel manada Batılı bir skolastik olmanız da, doğulu bir anti-skolastik olmanız da imkânsız değildir.
Osmanlı-Türkiye Modernleşmesi
Osmanlı-Türkiye modernleşmesindeki en büyük kolaycılıklardan biri medresenin, yani nakli ilimler okulunun karşısına Darülfünun’u, üniversiteyi açınca skolastikten modern bilime geçebileceğinin zannedilmesidir. Ne Darülfünun ne İstanbul Üniversitesi ne de onun klonları olan diğerlerinin varlığı Türkiye’de skolastiğin aşıldığı anlamına gelmiştir. Konuya kurumsal değil de, biraz daha kamusal açıdan baktığımızda ise modernleşme okuryazarlığının Avrupa kanonuyla kurduğu ilişki tarzının da oldukça skolastik olduğunu vurgulamak gerekir.
Üstelik bu konular Osmanlı-Türkiye modernleşmesi tarihinde hiç tartışılmamış konular değildir. Hasan Ünder’in kitabının çok değerli olan bir yanı da, bu konuda geçmişte yazılmış bazı metinlere yer vermesidir. Ünder’in kitabında Salih Zeki, Yusuf Akçura, Muallim A. Cevdet’in konuyla ilgili metinleri de yer almaktadır.
Salih Zeki Bey metninde medrese eğitimini “skolastik” olarak nitelemektedir. Ona göre, skolastiğin zıddı, Rönesans ve sonrasında gelişen modern bilimdir. Akçura’ya göre ise, içeriği ne olursa olsun, bir eğitim ve düşünme tarzı kitaplara, üstatlara ve otoritelere bağlıysa, onların içerdiği doğrulara hapsolmuş ise, skolastiktir. Skolastik düşüncenin karşıtı, akla, deneye ve gözleme dayanan bilimsel yöntem ve eleştirel düşünmedir. Akçura’ya göre modern bilimi kabul etmek, medreseleri ortadan kaldırarak üniversite açmak Türkiye’de skolastik düşünme alışkanlığını ortadan kaldırmamıştır. O, Osmanlı-Türkiye modernleşmesi aydınında skolastik zihniyetin değişmediğini sadece hatmettikleri kitapların, üstatların ve otoritelerin değiştiğini savunur.
Muallim Cevdet Bey ise skolastiği, kanıt ve gerekçelerini bilmeden, eleştirel bir gözle incelemeden ve olgular karşısında doğruluğunu sınamadan bir otoritenin görüşüne bağlanmak anlamında yorumlar. O da bu zihniyetin sadece medreseye özgü olmadığını, modern mekteplerde hâkimiyetini sürdürdüğünü ileri sürer. Modernleşme aydınlarının birçoğunun taklitçisi oldukları Avrupalı otoriteler bulduklarını ve Avrupa kaynaklarını eleştirisiz ve incelemeden aktardıklarını söyler. Bir anlamda otorite merkezli zihniyet devam etmektedir. Muallim Cevdet Bey’e göre, modernleşirken gelenekten yararlanılmalı, daha doğrusu gelenek geliştirilmeli, modernleştirilmelidir. Ona göre öğrenciler, “eskiye düşman”, “yeniye esir” olacak şekilde değil, “her tür bilgiyi ve ahlaksal olgunluğu, dosttan ve düşmandan, muvafıktan, muhaliften, Müslim’den, gayrimüslimden gelen ve gelecek olan hakikatleri almaya hazır bir esneklikle yoğrulmalıdırlar.
Avrupa’da, Ortaçağ’ın skolastik üniversiteleri Humboldt sonrası bilimsel yöntem ve eleştiri merkezli üniversitelere dönüştü. Çünkü Rönesans ile birlikte temel düşünme biçimi değişmeye başlamıştı. Bir bakıma modern bilim skolastik üniversiteyi ele geçirdi. Ama tarihlerini biraz kazıdığımızda, bugün modern bilimin kaleleri olarak tasavvur ettiğimiz Oxford, Cambridge, Sorbonne, Bologna gibi kurumların birer skolastik medrese olduğunu görebiliriz. Osmanlı-Türkiye tecrübesinde olan ise, Avrupa’nın modern üniversitelerini alıp, onları skolastik Ortaçağ üniversitesi gibi kullanmak olmuştur. Belki içeriksel manada değil ama yöntemsel, işlevsel manada. Demek ki, esas olan kampüs inşaatı yapıp, kapısına üniversite tabelası asmaktan çok o kampüsün içinde tam olarak ne yapıldığıdır. Modern üniversite medresenin yerine geldi belki ama zihniyet değişmediği için üniversite medrese oldu.
Görüşlerini paylaştığım okuryazarlar meseleyi ne kadar berrak bir şekilde ortaya koymuşlar değil mi? Bu nedenle yazıyı daha fazla uzatmak istemiyorum. Umarım değerli okurlar, yazının sonunda “skolastik aydın” kavramının Osmanlı-Türkiye tecrübesinde bir “oksimoron” olmadığını, hatta “tuhaf” olarak bile değerlendirilemeyeceğini teslim etmişlerdir. Türkçe okuryazarlıkta “skolastik aydın” kavramına yönelik sözünü ettiğim olası değerlendirmeler aslında “aydın”ın fazla önemsenmesi ve “skolastik”in fazla küçümsenmesinden kaynaklanıyor olamaz mı?