“Sonumuz Endülüs Gibi Olmasın” Psikolojisinden Kurtulmak

Demokrasi, hukuk, özgürlük ve adil paylaşım ilkeleri, bugünün varlık ve beka sigortalarıdır. Bu kavramlar siyasetin ve siyasetçilerin ortak kırmızı çizgisi olmalıdır.

Cumhuriyet’in 100’üncü yılının yaklaştığı bu süreçte, ülkenin gelişmesine, kalkınmasına ve tüm bireylerin kendilerini eşit vatandaş olarak hissedeceği bir iklimin oluşturulmasına odaklanmak önemli. Buna ilişkin sağlıklı bir arayış şu an için görünmüyor olsa da hem umudu diri tutmak hem de buna ilişkin talebi dillendirmek gerek. Temel yollardan birisi ise var olan sorunlara, bunların beslendiği politik yaklaşımlara ve arka planlarına bakmak.

 

Bu kapsamda, Türkiye’ye ilişkin birçok sorundan bahsetmek mümkün. Ancak asıl olan, bireyler veya toplumsal kesimler ile devlet arasındaki sorunlar ve geçen bunca zamana rağmen bunların varlığını sürdürmesidir. Buradaki problem alanı ise değişen siyasal yönetimlere, farklı siyasal anlayışların yönetime gelmesine rağmen problemlere çözüm üretilememesidir. Bu durum için birçok farklı gerekçeden bahsetmek mümkün. Ancak en temel sorun, psikoloji. Psikolojiyi aşacak ve sorunları çözecek bir iktidar henüz ortaya çıkmadı. Elbette birçok girişim oldu ve kısmi iyileşmelere sağlandı. Fakat, devletin demokratik dönüşümünü tamamlayıcı bir fonksiyonu hayata geçirmeye yetmedi.

 

Baskın Psikolojinin Arka Planı

 

Osmanlı Devleti, içinde bulunduğu çıkmazları aşmak için 23 Temmuz 1908 tarihinde Meşrutiyet ilan etmişti. O günün koşullarında oldukça ileri bir adım olan bu anayasal değişimin temeli, “birlik, hürriyet, adalet” kavramlarıyla kendini ifade ediyordu. Ancak bu adım, özellikle İngiltere ve Rusya tarafından hoşnutsuzlukla karşılanmıştı. İngiltere; Afrika’da, Ortadoğu’da ve Hindistan’da sömürgesi yaptığı Müslüman halkların bu değişimden etkilenmesinden çekiniyordu. Rusya’nın çekincesi ise Osmanlı’nın Balkan coğrafyasında toparlanmasıydı. Bu nedenle her türlü dini, ekonomik, siyasi ve etnik sorun özenli bir biçimde kullanılıyordu. Devlette bu duruma, “dur” diyecek ve buna karşı strateji geliştirecek bir akıl da yoktu.

 

Bu siyasal atmosferde İtalya, Trablusgarp’ı işgal etmişti. Devlet yönetimine egemen olan baskın anlayış, “verip kurtulalım” yaklaşımıydı. Bu kritik dönemde Enver Paşa’nın evinde bir toplantı yapılır. Toplantıya; Enver, Talat, Süleyman Askeri, Mustafa Kemal, Ali Fuat, Rauf, Ömer Naci, Ömer Fevzi, Kuşçubaşı Eşref gibi dönemin İttihatçı kadroları katılır. Osmanlı İmparatorluğu’nun son direnişini yönetecek bu kadrolar, İtalya’ya karşı direnmek gerektiğini düşünüyorlardı. Tartışmalar sırasında sıklıkla Endülüs’ün yok oluş süreci gündeme gelmişti. Endülüs ile Misak-ı Millî arasında bağ kuruyorlardı. Bunun etkisiyle olsa gerek, katılımcıların temel motivasyonu, “Sonumuz, Endülüs’ün sonu gibi olmasın” ifadesi üzerinde somutlaşmıştı. Plan, Genelkurmay’a iletilir ve direnişe katılacak isimler firari gösterilerek, devletin resmi tutumuna zarar gelmemesi sağlanır. Direnişe katılacak isimler, çeşitli kılıklar ve farklı yollarla Trablusgarp’a ulaşır ve direnişi örgütlerler.

 

Mustafa Kemal, Mustafa Şerif sahte kimliğiyle, II. Meşrutiyet’ten sonra İstanbul’da yayın hayatına başlayan ve İttihatçı kadroların kurduğu Tanin gazetesinin başyazarı kimliğiyle Trablusgarp’a gider. Enver Paşa’nın evindeki toplantıda somutlaşan ve direnişin temel motivasyonu olan “Sonumuz, Endülüs’ün sonu gibi olması” ifadesi, Mustafa Şerif’in arkadaşı Salih Bozok’a yazdığı mektupta dile getirilir. Mustafa Şerif, yazdığı mektupta konuyu şöyle ifade eder:

 

Değerli kardeşim… Bilirsin, Trablusgarp meselesi ortaya çıktığından beri oraya gitme teşebbüsünden geri durulmadı. Bir defa Şam vapurunda üç gün kaldıktan sonra döndürüldük. Ondan sonra Tunus veya Mısır yoluyla gitmeye teşebbüs ettik. Bu defa Ömer Naci ve daha iki kişi ile Mısır üzerinden hedefe yürümek üzere İstanbul’dan hareket olundu. Harbiye Nazırı da ister istemez eşlik etti. Lüzum ve fayda görürsem bazı arkadaşları isteyeceğim. Şimdilik temin edilecek noktalar var. Benim nerede olduğumu duyurmayın. Daha bir müddet için validemi dahi haberdar etmeyin. Ara sıra benim tarafımdan İstanbul’dan mektup gönderin. Arkadaşlar ne âlemdedir? Vatanı kurtarmak için şimdiye kadar olduğundan ziyade gayret ve fedakârlık elzemdir. Endülüs tarihinin son sayfalarını iyi okuyunuz. Allah’a ısmarladık.  Mustafa Şerif (Mustafa Kemal), İskenderiye 4 Ekim 1911.

 

Endülüs’ün Kısa Hikâyesi

 

Enver Paşa’nın evinde yapılan toplantıda Osmanlı’nın olası akıbeti üzerinden örnek verilen ve Mustafa Şerif’in arkadaşına yazdığı mektupta ifade ettiği Endülüs’te ne olmuştu? Endülüs, 711-1492 yılları arasında 781 yıl İslam egemenliğinde kalan ve Batıda Atlas Okyanusu; Güneyde Cebelitarık Boğazı, Akdeniz; Doğuda Katalonya, Aragon; Kuzeyde Neberre ile Cillîkiye’ye kadar uzanan coğrafyanın adıydı. Hristiyanların planlı katliamları ve sürgünleri sonucu Endülüs coğrafyasındaki tüm Müslüman nüfus tasfiye edilmişti. Haçlı seferlerinden sonuç alamayan dönemin Hristiyan anlayışı, uyguladığı planlı katliamlar sonucunda Müslüman nüfusunu yok etmişti. Endülüs’ün sonu, tahmin edilmesi mümkün olmayan dinsel nefretin ve bunun üzerinden geliştirilen katliamların tarihi olarak Müslüman hafızaya kazınmıştı. Bir yandan katliam, öte yandan zorla din değiştirme. Din değiştirip Hristiyan olanlara ise aşağılama amacıyla “Morisko” isminin takılması. Geri kalan Müslüman nüfusun ülkeyi terk etmesi için üç günlük süre verilmesi ve ardından öldürülmeleri. Dini mekânların ve kütüphanelerin yakılıp yıkılması. Tüm bu olanların, Müslümanlar tarafından unutulması mümkün değildi.

 

Endülüs’ten Osmanlı’ya ve Cumhuriyet’e

 

Mustafa Şerif’in mektubundaki “Endülüs tarihinin son sayfalarını iyi okuyunuz” ifadesi, Trablusgarp’a gitme gerekçesini ve Osmanlı Devleti’nin yıkılış sürecinin psikolojisini net bir biçimde ortaya koymaktadır. Osmanlı ile Cumhuriyet arasındaki “devamlılık” ilişkisi ve Cumhuriyet’i kuran kadroların politik geçmişleri dikkate alındığında, bu duygunun, psikolojinin Cumhuriyet’e aktarılmaması düşünülemez. Hatta I. Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan tablo ve toprak kaybıyla birlikte Anadolu içlerine “mahkûm” bırakılma nedeniyle bu psikoloji, tüm kadroları “esir” aldı. Bunun sonucu ise içe kapanma oldu. Çünkü Anadolu, Osmanlı Devleti için bir iç kaleydi. Dolayısıyla bu iç kalenin risk altında olması veya kaybedilme ihtimali tüm tutumları belirleyen ana bir faktördü. Endülüs’te yaşanan olayların yeniden yaşanma olasılığı, yani Anadolu’nun yurt olmaktan çıkma ihtimali sonucu ortaya çıkabilecek risk, devletin tüm politikalarının belirlenmesinde etkili olmuştu.

 

Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra da bu etki varlığını muhafaza etti. Osmanlı’da, ülkeyi işgale karşı koruma olan bu tutum, Cumhuriyet’te format değiştirdi ve vatandaşları hedefleyen bir psikolojiye ve tutuma dönüştü. Bu hem ülkenin geleceği açısından sorun hem de vatandaşlar ile devlet arasındaki problemlerin ana kanyağıydı. Mesela mübadele, bahsettiğimiz anlayışın bulduğu bir “çözümdü”. Sonrasında; İstiklal Mahkemesi yargılamaları, Alevilerin yaşadığı sorunlar, Kürt meselesi, azınlıklara karşı sergilenen tutumlar, askeri darbeler, 80 öncesi çatışmalar, vatandaşı dışlayan tutumlar gibi birçok konu, bahsettiğimiz psikolojinin Cumhuriyet’e yansımmış sonuçları. Maalesef bu anlayış varlığını muhafaza ediyor.

 

Bu Psikoloji Sürdürülebilir mi?

 

Üzerinde durulması ve tartışılması gereken konulardan birisi de Cumhuriyet’in 100’üncü yılına hazırlanan Türkiye’nin bu psikolojiyi sürdürmesinin mümkün olup olmadığıdır. Bugün var olan siyasal kesimlerden kiminle konuşursanız konuşun, bunun doğru olmadığını ifade eder. Muhalefet ile iktidarda sergilenen tutum farklılığı, bahsettiğimiz anlayışın ne denli derin olduğunun ve bürokratik kadroların bunu ne denli içselleştirdiğinin somut göstergesidir. Meselenin bu hali dahi, gerekliliğini ama zorluğunu ortaya koyan somut bir göstergedir.

 

Öncelikle şunu belirtelim ki, bahsettiğimiz psikolojinin temel motivasyonu, dış düşman ve ülkenin işgal edilmesiyle ilgilidir. Dünyadaki koşullar değişmiş olsa da dış düşman tanımı kapsamında, bahsettiğimiz yaklaşım anlaşılabilir bir durum. Sorun olan, bu psikolojiden hareketle ortaya çıkan tutumu ülkenin vatandaşlarına yansıtmak. Temel hedefi dış düşmanlar olan bu siyasal tutum üzerinden içeriyi bloke etmek, en ufak demokratik talepleri dahi olası “korkuya” kurban etmek doğru değil.

 

Daha sorunlu olan ise bahsettiğimiz anlayış üzerinden “makul” ve “makul olmayan” vatandaş tanımlarının üretilmiş olmasıdır. Genellikle örtülü bir biçimde işletilen bu anlayışın, vatandaşlar arasında ayrımcılığa dönüşmesi büyük sorun. Diğer bir sorun ise bu psikolojiyi kullanarak varlıklarına meşruiyet kazandırmak isteyen bürokratik reflekslere ve siyaseti dizayn etmek isteyen siyaset dışı yapılanmalara alan açılması. Ülkenin yaşadığı birçok sorunun kaynağı olduğu bilinmesine rağmen, bu tür yapıları ortadan kaldırmaya yönelik ortak siyasi iradenin geliştirilememesi, bu aktörlerin güçlü olmalarıyla değil, bu düşüncenin etkisiyle, derinliğiyle ilgilidir. Dolayısıyla; ülkeyi içe kapatan ve vatandaşlar arasında ayrımcılığa neden olan bu sorunlu anlayışı aşmak şart.

 

Bahsettiğimiz anlayışı ve neden olduğu temel sorunları görmezden gelip, sıkıntıların tek kaynağı olarak sistem değişikliğini göstermek ve büyük ifadelerle sistem değişikliğine odaklanmak, bir anlamıyla, sorunları ötelemektir. Çünkü asıl mesele, zihniyetin değişmesidir. Zihniyet değişimini gündeme almayan ve bu anlayışın beslendiği ilkeleri tartışmaktan özenle kaçınanların var olan sorunları çözmesi mümkün değil. Sorunları “magazinsel” düzeyde tartışmaları da bunun göstergesi. Zaten, kendini “sahip” olarak konumlandıran siyaset dışı aktörlerin etkisine açık olan politikacıların açıklamaları alt alta konulduğunda, durum çok daha net bir biçimde görülür.

 

Ne Yapılmalı?

 

Birçok konuda olduğu gibi siyasette, yapılmasına karar verilen işlerle bunların nasıl yapılacağı meselesi oldukça önemli. Vatandaşı yok sayarak toplumu dizayn etmenin sonucu, toplumsal hoşnutsuzluk ve aidiyet duygusunun aşınmasıdır. Devlet ile vatandaş arasındaki tüm politikalara sirayet etmiş olan “Sonumuz, Endülüs’ün sonu gibi olması” ifadesi dün anlaşılabilir bir tutumdu. Çünkü “yok edilmeye” yönelikti. Ancak 100 yıl önce toplumun tüm fertleri tarafından desteklenen politik duruşu ve direnmenin somut ifadesi olan yaklaşımı, vatandaşlar üzerinden sürdürmek doğru değil. O zaman “ne yapmalıyız” sorusuna odaklanmakta yarar var.

 

Dün, varlık ve beka kaygısı haklı ve zorunluydu. Çünkü burası, zor ve stratejik bir coğrafya. Ama dün bu kaygıyla elde kalan son mevzileri tutma (güvenlik) önceliği, bugün vatanı ve vatandaşını güçlendirme, tahkim etme, yaşam ve karakter kalitesini artırma (özgürlük) önceliği olarak değişmelidir. Demokrasi, hukuk, özgürlük ve adil paylaşım ilkeleri, bugünün varlık ve beka sigortalarıdır. Bu kavramlar siyasetin ve siyasetçilerin ortak kırmızı çizgisi olmalıdır. Diğer ihtilaflar, farklıklar, çelişkiler bu kırmızı çizgiler olan ortak şuurun gerisinde kalmalıdır.

 

Oldukça zor koşullarda milli menfaatlerini ulusal gücüyle temin edebilmiş bir ülke, Endülüs’ün sonundan kaygılanmayı bırakıp, Selçuklunun, Endülüs’ün, Osmanlının ve Cumhuriyet’in başlangıcındaki şuur, idrak, heyecan ve özgüveni örnek almalıdır. 100 yıldır devam eden devletin millet tarafından temellükü davası, yani özgürlükçü anayasa, meclis egemenliği, hukukun üstünlüğü, ülkenin birliği (memalik-i müttehide), Misak-ı Millî, Cumhuriyet ve demokrasi ilkeleri olarak, bütün ideolojik/siyasi/partizan kamplaşmalardan vareste bir ortak aidiyet ve haysiyet kimliği olmalıdır. Aksi takdirde, yüzlerce yıl aynı sorunları yaşamaya devam ederiz. Buna ise kimsenin hakkı yok.

 

_

Not: İstanbul’da yapılan toplantı ve alınan karara ilişkin olarak, Dr. İsrafil Kurtcephe’nin, “Trablusgarp’ın İtalyanlarca İşgali ve Mustafa Kemal ve Arkadaşlarının Direnişe Katılmaları” makalesine bakılabilir.

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.