Sosyal Medya Cehenneminde İyi Niyet Taşları
Youtube’da artan izleyici sayısı kolaylıkla kuruşlara dönüştürülebiliyor, hatta o prestijle “şanlı konuşmacılar ajansı” aracılığıyla “ahkaming” ile geçimi sağlamak, bir düşünce “rockstarı” haline dönüşmek mümkün. Yeter ki, kabilenin nabzının ne yönde attığını iyi koklayın ve asla ihanet etmeyin. O zaman kolaylıkla “kahraman” olursunuz.
Ülkemizde son dönemde gerçekleşen siyasi tartışmaları düşündüğümüzde bir örüntü görmemek mümkün değil. Konunun ne olduğu önemli değil, kimin kimle saz çaldığı bile olabilir, önce düşük tonda bir tartışma başlıyor, daha sonra sesler yükseliyor, saflar tutuluyor. Bu süreçte konunun esası unutulmuş olsa da yüksek hacimli bir kavga ortamı oluşuyor, insanlara “ya bendensin, ya onlardan” şekilde siyah/beyaz tercihler yaptırılıyor. Tartışmanın herhangi bir anında işin ahlakîleşmesi kaçınılmaz oluyor, insanlar “hainlik” ile “kahramanlık” arasında bir tercih yapmak zorunda bırakılıyor.
Genelde sosyal medyada başlayan bu döngü, televizyon kanallarında her zamanki -ve çoğunlukla erkek- konuşmacılar arasında tartışılmasıyla zirveye ulaşıyor, son günlerde konunun halkın görüşüne sunulduğu anketleri de tartışmanın “piştiğinin” bir göstergesi olarak kabul edebiliriz. Genelde bu tartışma kendiliğinden çıksa da, siyasetçilerin de bazen tartışmayı tetikleyebildiklerini görüyoruz. Ama, yine de çoğunlukla tartışma olgunluğa erdiğinde Salı günler grup toplantılarında ya da parti sözcülerinin yüksek tonlu açıklamalarında yer alıyor. Daha sonra yangın hızla sönüyor ve bir sonraki tartışmaya yerini bırakıyor.
Örnek arayacak olursak, çok uzağa gitmeye gerek yok. Nobel Ödüllü edebiyatçımız Orhan Pamuk’un en son yayınlanan “Veba Geceleri” adlı kitabında “Atatürk’e hakaret edildiği” iddiası ortaya atıldı -11 Nisan-, konu sosyal medyaya sirayet etti ve bir “fenomen” konuyu sahiplendi -12 Nisan-, bir gazete köşe yazarı konuyu köşesine taşıdı -12 Nisan-, tartışmada saflar tutuldu ve konunun sahibi olarak yazar bir açıklama yaptı -13 Nisan-.
Açıklamayı yapmak zorunda olmasını bir kenara bırakıyorum, metin oldukça “nedamet getirici” olarak nitelendirilebilir. Bu süreçte atılan “tweet”lerdeki bazı sıfatları buraya not almak yararlı olabilir: “Türk düşmanı”, “şerefsiz”, “Batı taşeronu” ve burada yer almasına hiç gerek olmayan bazı daha ağır hakaretler. Tabii herkes olumsuz görüş belirtmedi, kitabı, yazarı ve yazma özgürlüğünü savunan bazı kişiler de olmadı değil, her ne kadar azınlıkta kalsalar da. Yine de bütün bu tartışmanın en can alıcı dakikası, yazara ve kitaba olmadık hakaretler saydıran bir siyasetçinin günün sonunda “ben o kitabı okumadım ki” demesidir, bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmak ülkemizin doğal sporu, şaşırtmadı.
Çok geçmeden yaşanan bir ikinci örnek -haydi buna da “diğer” kamptan diyelim- müzisyen Erkan Oğur’un başına gelenler. Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın’ın “Hiç Oldum” adlı türküsünün videoklibinde “kopuz çalan” olarak ismi geçen Erkan Oğur, klibin yayınlanmasıyla dikkatleri üzerine çekti -14 Nisan-. Konuyu bir sosyal medya fenomeni sahiplendi -14 Nisan-, taraflar tutuldu. Bazıları Oğur’un “kendisinden vazgeçtiğini” söylerken; bazıları da sanatçının sanat yapma özgürlüğünü savundu. Oğur’un Pamuk’a kıyasla daha şanslı olduğunu söyleyebiliriz; işittiği hakaretler oldukça az. Oğur’un kendisini savunan açıklamasının tarihi 16 Nisan, Kalın’ın yanıtı 17 Nisan. Bugünden sonra tartışmaların azalacağını öngörebiliriz, bir sonraki “beklenmedik” gelişmeye kadar.
Sadece bu iki olay bile -ki bu örneklerin sayısını kolaylıkla arttırabiliriz-, üç günlük döngülere sahip bir sürekli referandum ortamında yaşadığımızı gösteriyor. Herhangi bir konunun hızla magazinleşmesi, tartışılması, saf tutulması ve kapanması sadece üç gün alabiliyor. Ancak, kapanması hiçbir iz bırakmadığı anlamına gelmiyor. Ernst Renan 1882’de verdiği “Ulus nedir?” başlıklı konuşmasında “bir ulusun varlığı her gün yapılan bir referandumdur” derken, bireylerin gündelik siyasetteki tercihlerinin bir kolektif kimliğin oluşumuna katkıda bulunduğuna işaret ediyordu. Yaptığımız her tercih bizi bir kimliğe daha sıkı bağlarken, reddettiklerimiz de diğeriyle olan sınırımızı daha da güçlendiriyor. Renan’ın bir metafor olarak ortaya koyduğu bu kavram, sanırım artık siyasetin yeni bir biçimi olarak yaşamımızda yerini aldı, özellikle de sosyal medyanın yarattığı yeni “enformasyon ekosistemi” bizim bu tür gündelik referandumlar içerisinde yaşamamıza yol açıyor.
Kimlikler, Bize Dünyada Bir Yer Veriyor!
Başımıza gelen şey aslında son derece insani bir güdünün içinde bulunduğumuz ortamla etkileşiminin son derece olumsuz bir sonucu. En önemli güdülerimizden biri “ait olmak”. Doğduğumuz andan itibaren, kişiliğimiz gelişirken farklı bizlik daireleri içerisinde kendimize bir kimlik arıyoruz, ailemiz, mahallemiz, hemşerilerimiz, ulusumuz derken; daha büyük bir grubun içerisinde yer alarak kendimize dünyada bir yer ediniyoruz. Aslında bütün bu daha geniş kimlik kümelerinin hepsinin “aile” metaforu içerisinde anlatılması üzerinde düşünmeye ve tartışmaya değer, ama başka bir yazının konusu.
Kimliğimizi inşa ederken de başvurduğumuz iki üç temel mekanizma var: Kategorizasyon ve hiyerarşi kurma. Kendimize olası çok sayıda kimlikten birini -durumdan duruma değişerek- seçiyoruz, daha sonra da bu kimlikle içermediği diğer kimlikler arasında bir duvar örmeye başlıyoruz, tabii ki bu duvar da bizim daha üstün olduğumuz bir hiyerarşi üzerine kuruluyor.
Bir gruba ait olmanın en önemli kriteri de o grubun “sadık” ve “tipik” bir üyesi olmak. Büyüklüğü ne olursa olsun, kabileden millete; taraftarlıktan partizanlığa; o grubun üyeleri arasında tipik ve ideal bir üye olabilmek için bir “norm” rekabeti var. O grubun üyeleri, grubun değerlerini en fazla taşıyan üye olmak için sürekli bir yarışın içinde. Grubun normlarıysa, tabii ki kulübe giriş kitapçığında yazılı olanlardan ya da her sabah ilkokulların bahçelerinde edilen yeminlerden fazlasını içeriyor. Grubun “iyi” üyeleri, normları gündelik yaşamlarında da taşımak ve göstermek zorundalar, bu selamlaşırken kullanılan bazı gizli işaretler olduğu gibi, ifade ettiğimiz düşüncelerimiz de olabilir. Kurt Vonnegut’un da dediği üzere “Dünya’da düşünceler dost ya da düşman olduğunuzu gösteren yaka kartlarından başka bir şey değildir.”
Bültenimize Üye Olabilirsiniz
Gerçekten de hangi kamptan olduğumuzu göstermenin en iyi yolunun ifade etmek olduğunu söyleyebiliriz, her cümlemiz bizi bir gruba dahil ederken, bir grubun da dışına koyuyor. Barthes’ın faşizmi “susmak değil, söylemek mecburiyetidir” diyerek tanımlamasını da bu çerçeveden düşünebiliriz. Faşizm türdeş bir toplum yaratma işini sadece etnik arınmayla yapmaz, farklı düşünceleri de görünmez kılar. Herkesin ortak bir düşüncede buluşması, faşizmin en önemli ideallerinden biri olarak görülür. Faşizm, sadece ulus düzeyinde olmaz, her tür grupta farklı ve “zehirli” sesleri susturan ve herkesi tek bir ağızdan konuşmaya davet eden bir mikro-faşizmle karşı karşıya kalabiliriz.
Sosyal Medya, Mikro-Faşistler İçin Verimli Bir Toprak Sunuyor!
Sosyal medya adını verdiğimiz araçlar ilk başlarda maruz kalmadığımız düşüncelerle karşılaşabileceğimiz ortamlar olarak umut vadediyordu, kısa sürede de hayal kırıklığı yarattı. Hangi platformu kullanırsak kullanalım, kendi düşüncelerimizi doğrulayacak, en azından yadsımayacak, bize benzeyen kişileri arıyoruz ve böylelikle kendimize “yankı odaları” ya da “fanuslar” yaratıyoruz, platformda daha uzun süre tutarak reklam gelirlerini arttırmak isteyen sosyal medya algoritmaları da bunu kolaylaştırıyor. Hoşumuza gitmeyen fikir sahiplerini takibi bırakmak ya da arkadaşlıktan çıkarmak, kendimize daha huzurlu bir ortam sağlama konusunda hiç sahip olmadığımız bir güç de veriyor, kendi dünyamızı kendimiz inşa ediyoruz. Çünkü dünyamız, algılayabildiğimiz kadar ve sosyal olsun ya da olmasın medya, bu dünyanın inşasında kritik bir rol oynuyor.
Sosyal medyada da bir “personamız” var. O “persona” paylaştıkları/paylaşmadıkları, beğendikleri/beğenmedikleri ve hatta takip ettikleri/etmedikleri üzerinden oluşuyor. Diğer hakkındaki algımızın büyük kısmını -hele de bu izolasyon günlerinde- sosyal medya faaliyetleri oluşturuyor -ki bazı çalışmalar sosyal medyadaki paylaşımlarımızın “gerçek” halimiz hakkında önemli bir ipucu verdiğini de gösteriyor-. Dahil olduğumuz sosyal medya kabileleri; hem gerçek yaşamdaki gruplarımızın sanal yansımalarından hem de orada kurduğumuz yeni kabilelerden oluşuyor.
Grup dinamikleri, sanal ortamda da geçerli; en sadık ve en iyi grup üyesi olmak için yarışıyoruz, bu kez sosyal medyadaki performansımızla yargılanıyoruz. Sosyal medyanın “beğen-beğenme” ikiliği içerisinde kolaylaştırdığı gündelik referandumlar, bizim grup aidiyetimizi pekiştiriyor ve ne kadar çok grup normları içerisinde davranıp, ne kadar çok grubun beklentileri doğrultusunda ve kanaati yönünde görüş belirtirsek, grubun o kadar “iyi” bir üyesi oluyoruz, hatta gün gelip liderliğine bile soyunabiliyoruz.
İşte bu ortamda Barthes’ın bahsettiği “söyleme zorunluluğu” ağır bir yüke dönüşüyor. Düşmanı imha etmeye yönelik sosyal medya taarruzlarında -yersiz olarak linç olarak da bilinir- susmak, onunla işbirliği yapmak haline geliyor. Kararsızlık, dışlanmaya yol açıyor. Üstelik, oy kullanmak tek bir “tık” kadar kolayken; susmak ya da grilikler peşinde koşmak bize çok zahmetli geliyor. Gruplar zaten “karakoyuna” son derece hoşgörüsüzken, artık grilikler de ötekinin bayrağı olarak algılanıyor.
Kutuplaşmış siyasi sistemden beslenen müesses nizamın bu ortamdan memnun olduğunu söylememe gerek yok herhalde. Milyonlara erişen takipçilerin verdiği “kanaat önderi” sıfatı, yarın öbür gün siyasi kariyere iyi bir başlangıç sağlayabilir. Youtube’da artan izleyici sayısı kolaylıkla kuruşlara dönüştürülebiliyor, hatta o prestijle “şanlı konuşmacılar ajansı” aracılığıyla “ahkaming” ile geçimi sağlamak, bir düşünce “rockstarı” haline dönüşmek mümkün. Yeter ki, kabilenin nabzının ne yönde attığını iyi koklayın ve asla ihanet etmeyin. O zaman kolaylıkla “kahraman” olursunuz.
Gündüz Vassaf’ın “kahramanlar hep totaliterdir!” dediğini unutalım. Yaşamdaki anlam arayışının yanıtının kendine has ve özgün bir yaşam sürmek olduğu görüşüne de boş verelim. Entelektüelin -varsa- vazifesinin “zehirli sorulara, hoşa gitmeyecek yanıtlar vermek” olduğunu da yok sayalım. Sadece, sıradan insanlar olarak düşündüğümüzde, nasıl bir sarmalın içerisinde olduğumuzu fark etmiyor muyuz? Kendi kabile kimliklerimizi güçlendirmek için gündelik referandumlarda saf tutup, insanları/kurumları “söylemeye” zorladığımızda, kazandığımız Pirus Zaferi’nin bedelinin birlikte yaşamak arzumuz, diğerine karşı olan hoşgörümüz ve farklılıkların zenginliği olduğunu görmüyor muyuz? Her şeyin yerle bir olacağı o gün geldiğinde -sanki geldi bile- birbirimize, ama herkese ihtiyacımız olduğunu nasıl unutuyoruz? Yarın, birbirimizin yüzüne nasıl bakacağımız artık önemsemeyeceğimiz, tali bir sorun mu?
Yarının Dünyası, Parmaklarımızın Ucunda:
İnsan olmanın en büyük kusurlarından biri, statükonun sonsuza kadar süreceği, hatta yıkılsa bile yeniden kurulacağı inancı. Aslında bu inanç olmadan her sabah uyanmak mümkün olur muydu, bilmiyorum. Ama adı üzerinde bu bir yanılgı, aynı derede iki kere yıkanmak mümkün değil ve bizim sonsuza kadar hüküm süreceğine inandığımız bu düzen, bir üfürükle yıkılacak kadar kırılgan. Biz de o kadar kırılganız. Değişim, biz istemesek ya da inkâr etsek de gelecek ve hepimiz bir şekilde “demode” olacağız; bugün burada yaptığımız “kahramanlıkları” da kimse hatırlamayacak. O yüzden yarına kalanın ne olacağına bugün karar vermemiz gerekiyor, düşmanlıklarla ve nefretle bölünmüş, birbirine arkasını dönmüş bir toplum ve bundan beslenen bir siyasi düzen mi, yoksa her rengin hakkaniyetle temsil edildiği bir sahne mi? Karar bizim.
“Ben ne yapabilirim ki?” demeyelim, Horatius’un da dediği üzere “ne gülüyorsun, anlattığım senin hikayen!”. Bu düzende yararlananlar arasında son sırada gelsek bile; Cehennem’e giden bu yolun taşlarını da iyi niyetlerimiz ve insanca zaaflarımızla biz döşüyoruz. O yüzden, kaderimizi elimize almakla işe başlayabiliriz, ilk adımımız da doğrulanma/beğenilme/takdir görme güdümüze karşı hareket edip, linç tetikleyen bir sosyal medya kahramanına(!) “hadi oradan!” demek olabilir.