Sosyal Yardımların Seçmen Davranışına Etkileri
Koronavirüs salgını iktidarlar açısından risklerinin yanı sıra büyük fırsatlar da içermektedir. Güçlü sosyal programları uygulayabilme imkanı bulan iktidarlar, salgından siyaseten kazançlı dahi çıkabilirler. Burada kritik olan faktör, sürdürülebilir bir sosyal yardım sistemi oluşturulup oluşturulamayacağıdır.
Dünya son 12 yıldır sürekli bir türbülans ortamında yoluna devam etmeye çalışıyor. 2008’in son aylarında ABD’de mali kriz olarak başlayıp, ardından tüm dünyaya ekonomik krize dönüşerek yayılan dalgadan bu yana toplumları rahatlatacak bir sosyoekonomik düzen henüz kurulamadı. Krizin tetiklediği ekonomik, sosyal ve siyasal gelişmeler insanlığın geleceği ile ilgili kaygıları, kötümser beklentileri ve umutsuzluğu beslemeye devam ediyor.
2008 Küresel Ekonomik Krizinden sonra çok sayıda demokratik ülkede aşırı sağcı partilerin güçlenmeye başlaması veya popülist/otoriter liderlerin iş başına gelmesi tedirginliğin önemli sebeplerinden biri olarak karşımızda duruyor. Ortaya çıkan bu yeni durumla ilgili çok sayıda makale ve kitap yazıldı, ancak kimse doğru dürüst bir çözüm veya çıkış yolu göstermeyi henüz başaramadı.
Küresel ekonomik krizin tek sonucu otoriterliğin hortlaması değildi tabi ki. Konu üzerinde çalışmalar yapan birçok kişi, esas sorunun krizin yarattığı yoksullaşma ve ekonomik güvensizlik ortamı olduğuna dikkat çekiyordu. Yoksulluk ve gelecek korkusu duyan insanların tepkiselliği ve güven arama refleksi popülist siyasetçiler için uygun bir siyasi ortam yaratmıştı.
Koronavirüs salgını ekonomik ve siyasi sorunları ile baş edemeyen dünyayı, çok zayıf ve kırılgan olduğu bir anda, hazırlıksız yakaladı. İnsanlar bir yandan can korkusu yaşarken, öte yandan da işsizlik, ekonomik faaliyetlerin durması, sağlık sisteminin çökmesi, sosyal güvenlik mekanizmalarının yetersizliği, askıya alınan özgürlükler ve gündelik “normal” yaşamın tamamen sona ermesi gibi yakın tehditlerle karşı karşıya kaldılar.
Bu olağandışı gelişmeler yeni tartışmaları tetikledi. Çeşitli disiplinlerdeki uzmanların çoğu, koronavirüs sonrası dünyanın bildiğimizden çok farklı olacağını düşünüyor. 2008 krizinden beri çözülemeyen ekonomik ve siyasal krizlerin derinleşeceği, yoksulluğun artacağı ve özgürlüklere müdahalelerin daha da şiddetleneceği yönündeki değerlendirmeler günden güne ağırlık kazanıyor.
Öte yandan hükümetler, koronavirüsün ekonomi ve sosyal refah üzerindeki yıkıcı etkilerini hafifletebilmek için yüz milyarlarca hatta ABD’de trilyonlarca dolar veya euroluk paketleri ard arda açıklamaya başladılar. Bu bütçelerin bir kısmı finansal tedbirlere, bir kısmı da sosyal yardımlara gidiyor. Bazı ülkeler karantina tedbirlerini hafifletmeye başladılar ancak salgının toplumsal, ekonomik ve siyasal sonuçlarını esas bundan sonra göreceğiz. Dolayısıyla insanlık koronavirüs salgınının sonuçlarını tartışmaya daha uzun bir süre devam edecek.
Bu yazı salgının olası tüm sonuçlarını sıralamayı hedeflemiyor. Bizim burada cevabını arayacağımız soru, koronavirüs nedeniyle yaşanan gelişmelerin ülkemizde seçmen davranışlarını nasıl etkileyeceğidir.
Seçmen Tercihlerini Ekonomi mi Belirliyor?
Yaşanan salgın tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de, makrodan mikroya, ekonomi üzerinde olumsuz gelişmelere neden oluyor. Örneğin dolar kuru 7 TL civarında dolaşırken, enflasyon oranı tahminleri aşarak iki haneli rakamlarda (yüzde 10,94) seyrine devam ediyor. İmalat sanayi kapasite kullanım oranı bir önceki aya göre 14,3 puan azalarak yüzde 61,9 seviyesinde gerçekleşti. Dünya Bankası, Türkiye ekonomisinin bu yıl sonunda yüzde 0,5 oranında büyüyeceğini tahmin ediyor. Zaten çok yüksek olan işsizlik rakamlarının (yüzde 13,7) bu süreçte daha da artacağı düşünülürken, dış sermaye ve yabancı yatırımlar konusunda Türkiye son birkaç yıldır istediğini bulamıyor. Tüm bunların yanı sıra Merkez Bankası’nın döviz rezervlerinin krtik eşiğin altında olduğu, hatta eksiye düştüğüne dair yorumlar yapılıyor.
Seçmen davranışının ekonomi tarafından şekillendirildiğini düşünen çok sayıda yorumcu bu tabloya bakarak, salgın sonrasında seçmenlerin iktidardan uzaklaşacağı değerlendirmesini yapmaktadır. Hatta önümüzdeki süreçte hızlanacak oy erozyonu nedeniyle iktidarın baskın bir erken seçime gidebileceği değerlendirmeleri son günlerde çok popüler oldu.
İktidarın ekonomik sorunlar nedeniyle oy kaybedeceği beklentisi acaba ne kadar gerçekçi?
Cumhur İttifakı 24 Haziran 2018 Genel Seçimlerinden yüzde 53,66 oy oranı ile çıktı. Seçimden kısa bir süre sonra çeşitli nedenlerle ekonomik sorunlar hızlandı ve Ağustos ayının ortalarında Dolar kuru tarihi bir rekor kırarak 7,20 TL’yi aştı. O günden sonra da ekonomi hiçbir zaman kendini toparlayamadı. Ağustos ayında krizin patlamasının üzerinden 8 aydan daha az bir süre sonra yerel seçimler yapıldı. 2008’de başlayan küresel krizin etkileri nedeniyle AK Parti 2009’daki yerel seçimlerde 9 puan oy kaybetmişti. Çok sayıda yorumcu 31 Mart 2019 yerel seçiminde de benzer bir şey yaşanacağını düşünüyordu. Ama Cumhur İttifakı İl Genel Meclisleri + Belediye Meclislerinde toplamda yüzde 50,2 oy aldı. Doların tarihi bir rekor kırmasıyla başlayan ekonomik kriz ortamında iktidarın oy kaybı ancak 3 puanın biraz üzerindeydi. Herşey yolunda giderken bile AK Parti’nin yerel seçimlerde genel seçime göre daha düşük oy aldığı da biliniyor. Peki ne oldu da iktidar bloku beklenen oy kayıplarını yaşamadı?
Sosyal Politikanın Gücü
Yerel seçimlere giderken AK Parti o güne kadar neredeyse hiç yapmadığı ölçüde bir seçim ekonomisini hayata geçirdi. Ekonomik krizle mücadele gerekçesiyle, oy deposu olarak gördüğü alt ve orta sınıfların kendisinden kopmasını engelleyecek sosyal yardım/gelir transferlerini arka arkaya uygulamaya başladı.
Destek paketlerinin içinde neler yoktu ki:
– 2019 yılında uygulanacak asgari ücret tutarının, yüzde 26,05’lik rekor bir artışla 2 bin 20 TL olarak belirlenmesi. Üstelik, muhtemelen ülkemizde ilk kez, bu karar oybirliği ile alındı.
– Kredi kartı borcu olanlara mevcut kredi kartı faiz oranının yarısı kadar bir maliyetle kredi verilmesi ve kart borçlarının ödenmesi,
– Ziraat Bankası’ndan alınan tarımsal kredileri ödeme zorluğu çeken çiftçi borçlarının yıllık %11 faiz ile vadelerinin bir yıl uzatılması,
– Halkbank’ın esnaflara 2019 yılı içinde 22 milyar Liralık düşük faizli kredi vermesi ve bunun 10 milyarlık kısmının seçimlerden önce kullandırılması,
– KOBİ’lere Kredi Garanti Fonu (KGF) destekli, toplam 20 milyar TL tutarında düşük faizli yeni bir kredi olanağı sağlanması,
– İstanbul’daki 1. ve 2. köprülerden geçmesi yasak araçlara uygulanan idari para cezalarının affedilmesi ve daha önce benzer cezaları ödemiş olanlara ise yaptıkları ödemelerin iadesi,
– Sosyal yardım alan 2,5 milyon ailenin aylık 80 Liraya kadar olan elektrik faturalarının bir yıl boyunca devlet tarafından ödenmesi,
– Başta beyaz eşya, mobilya gibi sektörler olmak üzere belli ürünlerde uygulanan KDV ve ÖTV indiriminin seçimlerin yapılacağı 31 Mart 2019 tarihine kadar uzatılması,
– İşçi ve işveren destekleri kapsamında vergi, sigorta ve işsizlik sigortası prim desteği sağlanması,
– Ödeyemediği vergi veya SGK prim borcunu yapılandırmak için başvurduğu halde ödeme yapmamış olanlar için ödeme süresinin uzatılması,
– Farklı başlıklarda yaygın ceza afları
Çok geniş bir hedef kitleye yönelik olarak hayata geçirilen ve kamu bütçesi üzerinde büyük bir yük oluşturan bu yardımlar büyük ölçüde hedefine ulaştı ve iktidarın yerel seçimleri ölümcül bir yara almadan atlatmasını sağladı.
Bu sözlerime iktidarın büyükşehir belediyelerini kaybettiğini hatırlatarak itiraz edenler olabilir. Ama o kayıplarda çok sayıda faktörün etkisi vardı ve ekonomik koşullar iyi olsaydı bile söz konusu faktörler nedeniyle büyükşehirler büyük olasılıkla kaybedilecekti.
Sosyal yardımların seçmen davranışını etkileyebileceğini siyasetçiler ellerinde bilimsel veriler olmasa bile önsezileriyle biliyorlardı. AK Parti’nin daha ilk döneminden itibaren başlatılan sosyal yardımları “makarnacılar-kömürcüler” söylemiyle vulgarize etseler de, siyasetçiler sosyal yardımlarla seçmen davranışları arasındaki etkileşimin farkındaydılar.
Bu tartışmaların alevlendiği dönemlerde sosyal yardımlardan yararlananların oy verme davranışını da anlamamıza yarayacak bazı araştırmalar gerçekleştirmiştik. Şartlı Nakit Transferi’nden yararlananlar, Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakıfları üzerinden yardım alanlar, yaşlılık maaşı vs. gibi doğrudan gelir transferi yapılanlar üzerinde yürüttüğümüz bu araştırmalarda, yardımlardan yararlanma ile Hükümeti destekleme arasında güçlü bir korelasyon olduğuna dair bulgulara ulaşmıştık. Hiçbir zaman kamuoyu ile paylaşılmadığı için söz konusu araştırmalarla ilgili daha fazla detay verebilmek maalesef mümkün değil, ancak söz konusu yardımlardan yararlananlar arasında Hükümetin oy oranı, Türkiye ortalamasından yüzde 80 daha fazlaydı.
Dünyada Sosyal Yardımlar ve Seçmen Davranışı İlişkisi
Seçmen tercihlerini etkileyen bir faktör olarak sosyal politika, uluslararası literatürde uzun zamandır çeşitli boyutları ile inceleniyor. Bu nedenle elimizde yeterli bilimsel veri var. Özellikle hükümetlerin ekonomik performansı ile sosyal politikalar arasındaki ilişkilere ışık tutan verilerin çok önemli olduğunu düşünüyorum. Ayrıntısına girmeden özetleyecek olursak, sosyal refah harcamalarının düşük olduğu ülkelerde hükümetin ekonomik performansı ile oy verme davranışı arasında güçlü bir doğrusal ilişki varken, tatminkar sosyal yardım programlarının uygulandığı ülkelerde ekonomik performansın seçmen davranışlarını etkileme gücü zayıflıyor. Yani seçmenler yeterli sosyal transfer harcamaları ile destekleniyorsa, ekonomi kötüye gitse bile, yardımlardan yararlananlar hükümete oy vermeye devam ediyor.
Örneğin Pacek ve Radcliff’in 1960-1987 yılları arasında 17 farklı ülkedeki milli gelirde yaşanan değişimler, ülkede uygulanan sosyal refah politikaları ve iktidarın (tek parti veya koalisyon) oy oranlarındaki değişim üzerine yaptıkları araştırma bize çarpıcı sonuçlar sunmaktadır.[1]
Araştırma bulgularına göre, incelemenin yapıldığı tarih aralığında yetersiz sosyal devlet uygulamalarına sahip Avustralya, Kanada, Finlandiya, Yunanistan, İrlanda, Japonya, Yeni Zelanda, Portekiz, İspanya, Birleşik Krallık ve ABD’de milli gelirdeki olumsuz gelişmeler yaşandığı dönemlerde seçmenler iktidarları güçlü bir biçimde cezalandırmışken, güçlü sosyal devlet uygulamalarına sahip Danimarka, Almanya, İtalya ve İsveç’te seçmenlerin olumsuz tepkileri çok daha sınırlı olmuştur.
2008 Küresel Ekonomik Krizinden sonra ortaya çıkan güvensiz ortamda aşırı sağ partilerin oy arttırmasının ve popülist liderlerin iş başına gelmesinin altında yatan önemli faktörlerden birinin sosyal politikalar olduğuna dair de bilimsel bulgular mevcuttur.
Avrupa ülkelerinde ve demokrasinin güçlü olduğu diğer memleketlerde geleneksel olarak sosyal demokrat partiler sosyal politikaları savunur ve iktidar olmaları durumunda refah devleti uygulamalarını hayata geçirirlerdi. Ancak, 2000’li yıllardan itibaren yükselmeye başlayan aşırı sağ partilerin de benzer bir biçimde parti programlarında ve seçim beyannamelerinde sosyal devleti savundukları ve sosyal refah politikalarına yer verdikleri görüldü. Avusturya, Belçika, Danimarka, Finlandiya, Fransa, Hollanda, Norveç, İsveç ve İsviçre’de faaliyet gösteren aşırı sağ partilerin parti programlarında ve seçim beyannamelerinde, tıpkı sosyal demokrat partilerde olduğu gibi, sağlık sigortası, çocuklarla ilgili sosyal programlar, yaşlılarla ilgili sosyal programlar ve emeklilik ücretleri ve sosyal konutlar gibi sosyal güvenlik ve sosyal hizmetler alanlarında vaadlere sahip oldukları görülmektedir.
Bu partilerin ve liderlerin tamamının kapsamlı sosyal refah programlarıyla seçmenlerin karşısına çıkması, gelecek endişesi olan ve sığınılacak liman arayan seçmenleri cezbetmektedir.
Bağımlılık “Bağlılık” Doğurur mu?
2019 sonunda yayınlanan Cumhurbaşkanlığı 2020 Yıllık Programı’na göre, Türkiye’de yoksulluk oranı yüzde 21,2 seviyesinde iken, çeşitli sosyal yardımlardan yararlananların sayısı 16,8 milyonu aşmaktadır. Ancak şunu belirtmek gerekir ki bu rakam bireysel yararlanıcı sayısını göstermektedir, yani aile üyeleri ile birlikte kaç kişinin bu yardımlardan istifade ettiğini tam olarak bilmiyoruz. Ayrıca bu rakamlara belediyelerin yapmış olduğu yardımlar da dahil edilmiyor.
Koronavirüs salgını öncesinde dezavantajlı gruplara yapılan düzenli sosyal yardımları sıralayacak olursak:
– Her hangi bir sosyal güvencesi olmayan 65 yaş üstü vatandaşlara ödenen 700 TL yaşlılık yardımı,
– Bakıma muhtaç yaşlılar ve engelliler için aylık bin 460 Lira evde bakım desteği,
– Engelli vatandaşlara yönelik olarak, yüzde 40-69 engeli olanlara aylık 537 TL, yüzde 70 ve üzeri engeli olanlara da 805 TL yardım,
– Hane içinde kişi başı geliri 981 Liranın altında olanların Genel Sağlık Sigortası priminin devlet tarafından ödenmesi,
– Eşi vefat eden, maddi açıdan dezavantajlı durumdaki kadınlara aylık 275 TL olmak üzere 2 ayda bir 550 TL yardım,
– İlk çocuk için 300 TL, ikinci çocuk için 400 TL, üçüncü ve sonraki çocuklar için 600 TL doğum yardımı,
– Çoklu Doğum Yardımı Programı’ kapsamında ikiz veya daha çoklu doğum yapan muhtaç ailelere çocuk başına 150 Lira yardım,
– Maddi durumu iyi olmayan ailelere, çocuklarının okula devam etmesi şartıyla Şartlı Eğitim Yardımı,
– Şartlı Sağlık Yardımı kapsamında da 0-6 yaş çocuklarını düzenli kontrole götürmeleri şartı ile çocuk başına aylık 35 Lira destek,
– ‘Muhtaç Asker Ailesi Yardımı Programı’ kapsamında aylık 275 Lira olmak üzere 2 ayda bir 550 Liralık düzenli ödeme,
– ‘Muhtaç Asker Çocuğu Yardım Programı’nda aylık 100 Lira olmak üzere her 2 ayda bir 200 lira düzenli nakdi ödeme,
– ‘Öksüz ve Yetim Yardım Programı’nda da çocuk başına aylık 100 Lira olmak üzere her 2 ayda bir 200 Lira yardım,
– Kronik hastalığı nedeniyle cihaza bağlı maddi durumu yetersiz kişilere aylık 200 Liraya kadar elektrik faturası desteği,
– Tüberküloz veya SSPE hastalarına bin 460 Lira düzenli nakdi yardım; ayrıca tüberküloz hastaları için ilave aylık 600 Lira bakım yardımı.
Düzenli yapılan bu yardımların yanı sıra özellikle Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakıfları üzerinden yapılan düzensiz yardımlar da önemli bir kitleye ulaşıyor. Bunların yanı sıra emeklilere yılda iki kere dini bayramlar öncesi yapılan 1000 TL tutarındaki ödemeleri de zikretmek gerekir. Emeklilere yapılan bu bayram hediyesinin 2018 Genel Seçimleri öncesinde uygulamaya konulduğunu da hatırlatalım.
Koronavirüs salgınından sonra yaşanan çeşitli sosyoekonomik problemler, dünyanın genelinde olduğu gibi ülkemizde de sosyal yardımlara duyulan gereksinimi şiddetlendirecektir. Uluslararası Para Fonu (IMF) önümüzdeki süreçte dünya ekonomisinde 1929 Büyük Buhranı’ndan beri görülen en sert daralmanın yaşanabileceği konusunda uyarılar yapıyor. Eğer ekonomik sorunlar daha da şiddetlenecek olursa, bu durumda sosyal yardımlara ihtiyaç duyan insanların sayısı da çoğalacaktır. Başta gıda olmak üzere çeşitli ayni yardımların yanı sıra, 2,3 milyon aileye yapılması planlanan aylık 1000 TL tutarındaki yardımlar, işçiye ödenen ücretin yüzde 60’ı tutarındaki Kısa Çalışma Ödeneği ve ücretsiz izin ödeneklerinden ilave milyonlarca insanın yararlanacağı tahmin edilebilir.
“Sürdürülebilir Yoksulluk”
Koronavirüs salgınının belki de en belirgin özelliği insanların devlete olan bağımlılığını arttırmasıdır. Tüm dünyada, başta sağlık hizmeti olmak üzere, yaşamlarını idame ettirebilmek için insanlar devlete artık daha fazla ihtiyaç duyuyor. Bu bağımlılığın bir süre sonra pragmatizm, ekonomik güvenlik veya şükran gibi psikolojik saiklerle seçmen sadakatine dönüşmesi sürpriz olmayacaktır.
Yardım olarak gerçekleştirilen gelir transferelerinde, aktarılan gelirlerin miktarının düşük olduğu ve bu kadar küçük meblağların bir siyasi/duygusal bağlılık yaratamayacağı da ileri sürülebilir. Ama sosyal yardımları alanların psikolojisini gözden uzat tutmamak gerekir. Başka hiçbir geliri olmayan insanlar için bu seviyedeki yardımların marjinal faydası çok yüksek olmaktadır. Yani susuzluktan ölmek üzere olan birine uzatacağınız bir bardak suyun maddi değeri yok denecek kadar azdır. Ama o suyu içen kişi için yarattığı fayda hayati ölçüde yüksektir.
Dolayısıyla koronavirüs salgını iktidarlar açısından risklerinin yanı sıra büyük fırsatlar da içermektedir. Güçlü sosyal programları uygulayabilme imkanı bulan iktidarlar, salgından siyaseten kazançlı dahi çıkabilirler. Burada kritik olan faktör, sürdürülebilir bir sosyal yardım sistemi oluşturulup oluşturulamayacağıdır. Bu elbette ki çok sayıda faktöre bağlıdır. Ancak, bizimki gibi tasarruf eğilimi düşük ve yatırımlarını çoğunlukla yabancı sermaye ile finanse edebilen ülkeler için bile, sosyal yardımlara kaynak yaratmak görece daha kolaydır. 2018 yılı verilerine göre, sektörden sektöre farklılaşmakla birlikte, bir kişiye istihdam yaratmanın maliyetinin ortalama 785 bin Tl, oysa ki halihazırda en yüksek işsizlik ödeneğinin bile ayda 2 bin 354 TL olduğunu hatırlamakta yarar var. Şu anki yasalara göre mümkün olmamakla birlikte, farazi olarak değerlendirdiğimizde, bir kişiyi istihdam etmek için harcamanız gereken parayla, o kişiye 27 yıl boyunca azami tutardan işsizlik sigortası ödeyebiliyorsunuz.
2018 yılında yaptığı bir yazılı açıklamada Hükümeti sosyal yardımlar üzerinden kendi iktidarını sürdürmekle itham eden CHP milletvekili Gürsel Tekin, sosyal yardımlardan yararlanan kişilerin sayısının sürekli olarak çoğalmasını “sürdürülebilir yoksulluk politikası” olarak isimlendirmişti. Tekin’e göre sosyal yardımlar “AKP’nin siyasi devamlılığının bir uzantısı haline dönüşmüştür. Bu siyasi devamlılığın amacı yoksullukla mücadele adı altında, ‘sürdürülebilir yoksulluk’ politikasıdır”.
Hükümetin uyguladığı sosyal politikaların gerçek hedefinin ne olduğu ayrı bir tartışmanın konusudur. Burada konumuz açısından altı çizilmesi gereken husus, ülkemizin mevcut ekonomik imkanlarıyla yoksulluk sorununu elimine edemese bile, uzun yıllar boyunca yoksul ve dezavantajlı gruplara yönelik sosyal yardımları kesintisiz sağlayabilme deneyimine sahip olmasıdır. Salgının ortaya çıkardığı yeni siyasi/ekonomik/sosyal atmosferde, bu deneyim iktidara kaçınılmaz olarak önemli bir politik avantaj sağlayacaktır.
Muhalefet partilerinin ise bu dinamiğin farkında olarak yeni stratejiler geliştirmesi gerekiyor. Önceki yılların deneyimleri göstermiştir ki, ne yardım yapılmasını eleştirmek ne de yardım alanları aşağılayıcı ifadelerle tanımlamak işe yaramıyor. Ha keza vaad yarışına girmek de aynı şekilde faydasız. AK Parti iktidarında geçen süre içinde muhalefet partileri bu iki gerçekliğin büyük ölçüde farkına varmayı başardı. Bu nedenle salgın başladıktan sonra bir anda tüm kamuoyunun dikkatini çeken adımlar atmaya başladılar. Öncelikle son yerel seçimlerde kazanılan Büyükşehir Belediyeleri eliyle yerel seviyede kapsamlı sosyal yardım programlarını hayata geçirmeye başladılar. Ancak bu girişim, Hükümetin müdahalesi ile önemli ölçüde engellendi. Hükümet bu müdahaleyi iki nedenle yaptı:
– Yıllarca beceriksizlikle eleştirdiği muhalefetin, salgın esnasında vatandaş memnuniyetini sağlayacak bir performans göstermesini kendisi açısından bir tehdit olarak değerlendirdi. İçinden geldiği Milli Görüş’ün yükselmesinde yerel yönetimlerin katkısını yakından bildiği için bilhassa Büyükşehir Belediyelerinin başarılı olmasını istemedi.
– Mağdur olan insanların gidebileceği birden fazla kapı olması durumunda, bağımlılık/bağlılık ilişkisi zayıflıyor. O nedenle başı dara düşenlerin çalabileceği tek kapı olma konumunu garantiye almak istiyor.
Süreç hem iktidar hem de muhalefet açısından aslında daha yeni başlıyor. Salgınla mücedelenin öngörüldüğü gibi uzun bir zaman dilimine yayılması halinde, sosyal yardımlar seçmen davranışlarını belirleyen en güçlü faktör haline gelecektir. Eldeki ilk göstergeler, genel olarak zannedilenin aksine, salgının güç ve fırsat dengesizliğini iktidarlar lehine yeniden tanzim ettiğini göstermektedir.
*Bu makale daha önce Gazete Pencere’nin 07.05.2020 tarihli sayısında “Koronavirüs Sonrasında İktidarın Anahtarı” başlığıyla ve özet olarak yayınlanan yazının genişletilmiş tam halidir.
_______
[1] Alexander C. Pacek and Benjamin Radcliff; Economic Voting and the Welfare State: A Cross-National Analysis, The Journal of Politics, Vol. 57, No. 1 (Feb., 1995), pp. 44-61
En son çıkan yazılardan anında haberdar olmak için bizi @PerspektifOn twitter hesabımızdan takip edebilirsiniz.