Sosyalizm Hayal Değil, Komünizm Dahi Uzak Değil
Anlatacaklarım, teknolojinin sosyalizmi hatta komünizmi mümkün kılmasıyla değil, daha ziyade Türkiye’deki kapitalizmin sorunlarıyla ilintili. O yüzden biz herkesten evvel sosyalizme geçmiş bile olabiliriz de farkında değilizdir belki de.
“Bu memlekete komünizm gerekiyorsa ve komünizm yararlı bir şeyse onu da biz getiririz, size ne oluyor?” – Nevzat Tandoğan
Başlığı görüp de sosyalizm hatta komünizm propagandası yaptığım zannına kapılmayınız, kaldı ki zannın çoğu haramdır. Benim gibi lisansınızı bazı öğrencilerinin arasında “Frankfurt Okulu” olarak ünlenen bir bölümde yaptıysanız ve bilaistisna dört yıl boyunca tüm derslerinizde Marx ile yatıp Engels ile kalktıysanız; emek, emeğin metalaşması, artı değer, proletarya, proletarya diktatörlüğü, burjuvazi, sınıf savaşı, emperyalizm kavramlarını günde en az bir kez aç karnına (pek tok karna alınacak kavramlar değillerdir kendileri) kullanmazsanız zaten rahat edemezsiniz. Öte yandan bir nevi detoks mahiyetinde yüksek lisans ve doktoram esnasında tam teşekküllü mutlu bir hanedanlıktaki liberalizm pek tabii beni cezbetse de, bencileyin bununla iktifa etmeyip liberteryenizm ile anarko-kapitalizm arasında kararsız da kaldığımdan, bırakın başlıktakilerin propagandasını yapmayı, evlat olsa sevilmezler ama keçinin sevmediği ot da burnunun dibinde biter diye şekva etmekteyim.
Ama ne yapacaksınız işte, meslekten ziyade sosyal bilimcilik yaşam tarzınız haline geldiğinde üstünüze yapışan değil, derinizin altına geçen haliyle her uyandığınızda dünyada neler oluyor sorusuna bir karınca misali cevap aramaya kalktığınızda, vakayı açıklayan teorilerden medet umarsınız. O yüzden insanlık tarihini nihai kertede bir özgürleşme tarihi olarak okusam da aslında insanın ezberler inşa edip sonra da bu ezberlerle hesaplaşması olarak betimlesem yanılmam herhalde.
İnsanı açığa düşüren değişimin bizatihi kendisi olup bağlam değiştikçe hayatta kalmak adına öğretileri veya öğretilerin uygulamalarını da değiştirmektedir. Hatta bazen öyle bir hal olur ki; bit pazarına nur yağmasa da eski ideolojiler sandıklardan çıkarılıp tozu alındıktan sonra vintage olarak modern kullanıma sunulur. O yüzden de Sovyetler Birliği çöküp Yugoslavya dağıldıysa, Çin’de komünizmin adından başka bir şey kalmadıysa, Kuzey Kore ile Küba’yı ateş olsalar cürümleri kadar yer yakardan hareketle saymaya bile gerek duymazsanız, o zaman çoktan sosyalizm ve komünizmin helvasını yiyebilirsiniz. Aslında Yeni Dünya Düzeni ile bir nevi olan da buydu, lakin 30 yılı aşkın zaman sonra sanki iki asırdır bütün krizleri kâh faşizmle kâh Keynesyen yönelişle atlatmayı başaran kapitalizmin bu sefer işinin hiç de kolay olmadığını fısıldıyor teknolojik gelişmeler.
Nasıl ki ilk nüveleri Wallerstein’ın “uzun 15’inci yüzyıl”ında atılan kapitalizmin 19’uncu yüzyıldaki vahşi versiyonundan bugün hayli uzağız, 21 ve/ya 22’nci yüzyıl sosyalizmi de öyle dinin kitleler için afyon olduğu indirgemeciliği veya yar yanağından gayri her şeyi paylaşacağımız nakaratından elbette çok farklı olacaktır. Francis Fukuyama’nın “tarihin sonu” teziyle ilgili olarak yapılan eleştirilere verdiği cevabında, kabul ettiği yegâne eleştiri teknolojinin getirdiği dönüşümle tarihin sonunda olmadığımızdı. 22’nci yüzyılı yukarıda okuduğunuzda “biz göremeyiz” diye burun kıvırıp, hatta bugün yaşayanların çoğunun göremeyeceğini düşünüyorsanız, son 150 yılda insan ömrünün iki katına çıkmasından hareketle gelen dönüşümün teknolojiyle kazandığı ivmenin de etkisiyle yüzyılın geri kalanında tekrar iki katına çıkması çok da abartılı olmayacaktır herhalde. Böylece ortalama insan ömrünün yüzyılımızın sonuna kadar 100-150 yıl arasına ulaşmasının hiç de hayal olmadığından bahsediyorum. Emeklilik düzenlemeleri ve EYT ile maaşa bağlanan emeklilerle banka promosyonları bunları dikkate almıyorsa, şimdiden almaya başlamalıdır.
Başta tıp alanındaki gelişmelere giyilebilir teknolojilerin sağladığı katkının, vücudumuzun anbean takip edilmesiyle insan ömrünün uzamasına en az penisilin kadar olacağını öngörüyorum. Böyle bir dünyada, dünyanın yönetiminin de sadece büyük veri (big data) yönetiminden daha fazlası olmayacağından hareketle liberalizmin üzerine titrediği özgürlükleri yerle yeksan edecek çapta merkezi bir otoritenin küresel ölçekte hâkim olması bir distopya olarak belirse de yabana atılmayacak kadar anlamlı duruyor. Çünkü sosyalizm fiilen nasıl ki her şeyi merkezi bir planlama ile çözeceğini vaat edip bunu dönemin teknolojisi eşliğinde başarıyla sonuçlandıramadıysa, bireylerin günlük hatta anlık bütün tutumlarını izleyen büyük veri yönetimiyle daha başarılı bir planlama yapılması hiç de uzak olmayabilir. Dahası Marx kabrinden çıkıp gelse melek yatırımcılar, şirketlerin sosyal sorumluluk projeleri ve sosyal girişimci/lik kavramlarıyla karşılaşıp çocuk işçiliğinin neredeyse istisna haline geldiğini ve kadınların emek piyasalarında göreceli daha iyi konumda olduğunu görse, herhalde sosyalizme oldukça yaklaştığımızı söylerdi.
19’uncu yüzyıl ile kıyaslandığında sadece kapitalizmin değil dünyanın da daha yaşanılır bir yer olduğu, o dönem ölümcül birçok hastalığın kökünün kurutulduğu ya da esamesinin artık okunmadığını düşünürsek ilerlemenin -kutsanmadığı sürece- çok da içi boş bir argüman olmadığı ortaya çıkar. Yapay zekânın robot teknolojisiyle tüm üretim alanlarında otomasyonun mümkün hale gelmesiyle çok geniş insan yığınlarının vatandaşlık maaşıyla geçimlerinin sağlama alınması mümkün olduğunda, Marx’ın öngördüğü gibi öğleden sonra değil tüm gün felsefe tartışmaları yapmak da mümkün olacak. Bunu abartılı buluyorsanız, ömrünüz yettiğince gözlemleyebildiğiniz kadarıyla tüm mesleklerin nasıl akademikleştiğini ve artan eğitim süresi sayesinde artık “sıradan” bir meslek kalmadığını ve her mesleğin kendini sürekli kılabilmek için hizmet içi eğitim programlarına devam ettiğini ve yeniliklere aya uydurmak için giderek yoğunlaşan bir entelektüel faaliyetin parçası olduğunu görmek gerekiyor.
Türkiye Sosyalizme mi Geçti?
Peşrevin biraz uzun olduğunun farkındayım, lakin anlatacaklarım, teknolojinin sosyalizmi hatta komünizmi mümkün kılmasıyla değil, daha ziyade Türkiye’deki kapitalizmin sorunlarıyla ilintili. O yüzden biz herkesten evvel sosyalizme geçmiş bile olabiliriz de farkında değilizdir belki de.
Cumhurbaşkanlığı ve parlamento seçimlerinden sonra kim iktidar olursa olsun ve/ya nasıl bir parlamento aritmetiği çıkarsa çıksın denizin bittiğini görenler için rasyonel politikalara geçmenin gerekliliği perşembenin gelişinin çarşambadan belli olduğu kadar aşikârdı. Rasyonalite konusunda bireysel hassasiyetim bir yana, hele ekonomi gibi oldukça matematiksel bir bilim ve pratiğinin zaten başka türlü olmayacağı izahtan varestedir. Elbette insanın bütün eylemleri rasyonel değildir, lakin bu, irrasyoneldir anlamına hiçbir şekilde gelmez; hatta duygusallığımızın sınırları da rasyonalitenin başladığı noktadır.
Kapitalizm -adından da anlaşılacağı üzere- ontolojisi sermaye (ve onun her türü) ile bunun nasıl temerküz edileceğidir. Bundan dolayı Türkiye’de sermaye temerküzünün yeterince olmayışı, sadece genelde iktisatçıların özelde de iktisat tarihçilerinin problemi olmayıp cümle sosyal bilimcilerin, örneğin demokratik konsolidasyon gibi ortak sorunsallarıdır. Konjonktüre göre mirasçısı, mirasyedisi veya reddi mirasçısı olduğu Osmanlı’nın külleri üzerinde yeniden vücut bulan Türkiye Cumhuriyeti’nin bu yıl kuruluşunun yüzüncü sene-i devriyesini idrak etse de selefi gibi kapitalistleşmeme ya da kapitalizme ayak sürüme gibi bir lüksü yoktur. Bundan daha elim ve vahim olmak üzere, Karlofça’da başlayan toprak kaybı ile küffar karşısında kararan bahtını nurlu ufuklara tahvil eylemek üzere giriştiği asrileşme çabaları sathi düzeyde Batılılaşma ile sonuçlanan Türkiye’de nihai kertede sermaye temerküzü de bittabi güdük kalmıştır.
Öte yandan, Türkiye ne kelime anlamıyla ne de ıstılahıyla geniş şümullü şekilde ne modernleşmiş ne de Batılılaşmıştır. İki cami arasındaki binamazlığıyla da ne Batı’ya yaranıp parçası olabilmiştir ne de uzaklaşmaya çalıştığı Doğu’dan büsbütün kopabilmiştir. Tam bir kaybet-kaybet durumu gerçekleşmiştir. Dahası Türkiye, AB gibi Batılı kurumlar karşısında kendi özgün şartlarını dile getirse de her ülke kendi özgün şartlarından feragat edip oyunu kuralına göre oynadığı için demokrasi Adam Przeworski’nin ifadesiyle “kasabadaki yegâne oyun” (the only game in town) olduğu gibi kapitalizm de küresel oyun tahtası hüviyeti kazanmaktadır. Siz bu tahtanın üzerinde ister satranç ister aşık oynayın, günün sonunda kasa kazandığı için sizin yerli ve milli oyunlarınız da küresel kapitalizme su taşımaktadır. Elbette kapitalizm dönüştürücü bir güç olduğu kadar kendisi de dönüşmektedir ve iki yüzyıl içinde daha insani bir seviyeye gelebilmiştir.
Sermaye -vazgeçtim temerküzünden- öncelikle var olabileceği ve serpilip gelişebileceği bir ortama ihtiyaç duyar. Sermaye, temelinde pek narin ve ürkek olduğu için onu yaşatacak ortam hukuk devletidir. Hukuk devleti olmak ise öyle atla deve de değildir. Devletin kaptan köşkündeki hükümetin vatandaşları nezdinde icraatlarının tahmin edilir olması ve bunun için de keyfiliğin olmamasıdır kısaca. Sermaye, narinliği ve ürkekliği bir yana, bir organik canlı gibi kâr ile üremesinden ziyade öncelikle kendi canını garanti altına alacak can güvenliği ummaktadır. Kaldı ki; zaten devleti eşkıyadan ayıran da devletin dininin bizatihi adalet olmasıdır ve bu tam da kadim İslam devletlerinin hepsindeki adalet çemberi ile ifade edilir. Bu minvalde hukuki çerçeve, sermayeyi pamuklara saracak ya da en azından servet düşmanlığı yapıp ilişmeyecek bir değerler manzumesi üzerinde yükselir. Bütün canlı organizmalar da ancak kendilerini güvende hissettiklerinde kendi türlerini -ve insan özelinde kültürlerini ve medeniyetlerini- sonraki kuşaklara taşıma hassasiyeti içine girebilirler. Böylece sıra gereği de can emniyeti temin edildikten sonra sıra nesil emniyetine gelir.
Son gelen zamlardan sonra Türkiye’de neden sermaye temerküz etmez sorusu tekrar zihnimde belirdi. Daha yeni yılın başında damga vergisi, harçlar ve gelir vergisinde yeniden değerleme oranı yüzde 122,93 olarak tespit edilip yeniden değerleme oranının Motorlu Taşıtlar Vergisi’nde (MTV) yüzde 61,5, emlak vergisinde yüzde 61,465 şeklinde belirlenmesi yetmezmiş gibi, birkaç gün önce KDV yüzde 18 olan ürünlerde yüzde 20’ye, yüzde 8 olan ürünlerde ise yüzde 10’a çıkarıldı. Yurt dışından getirilen telefonlar için harçlar 20 bin liraya çıkartılırken, pasaport harçları da yüzde 50 zamlandı ve MTV, 2023 yılı sonuna kadar yeni tescil edilecek araçlar ve mevcut trafiğe kayıtlı araçlar için bir seferliğine iki katına çıkarıldı. Öte yandan hükümet resmî evraklarını ve vergilerini bu kadar zamlandırırken kiracıların lehine, haliyle ev sahiplerinin aleyhine olmak üzere kira zammının yüzde 25 olarak sabitlenmesinin bir sene daha uzatıldığı duyuruldu. Zaten ev sahipleri, vatandaşları oldukları devletten daha kerim oldukları ve oturmadıkları evlerini kiracıların hayrına aldıklarından dolayı kira gelirlerini de sembolik tutmalarıyla bilinirler. Haliyle bu taraflar arasındaki ihtilaflar da ev sahiplerinin artık bir yıldan az kontratlar yaptığı veya mahkemelerin 2024’ten önce bu ihtilaflar için gün veremediği de bir kısım medyanın uydurmasından daha fazlası değil. Bir örnek canım teoriyi mahvettiği gibi sermaye temerküzünün bu topraklarda neden istenilen seviyeye gelememesini özetliyor. Örnekleri, borsaya giren küçük yatırımcının neredeyse ayda bir silkelenmesiyle de uzatabilirim de mevzu o değil. “Ev sahipleri ile kiracıları sosyalizme geçti de biz mi yayan kaldık?” sorusu kafamda dönerken aklıma yazıyı da bağlamak üzere iki unutulmaz film repliği geldi (aşina olmayanlara detaylarıyla):
– Napcaz be Kâmil? (Erkan Can, Gemide)
– Bilemiyorum Altan, bilemiyorum (Mazhar Alanson, Her Şey Çok Güzel Olacak)