Sosyolojik Adabı Muaşeret

Sürekli Türkiye’de bir sosyoloji geleneği, kamusu ve kanonu olmadığından şikâyet edenlere, bunların inşasına öncelikle sosyolojik adabı muaşeretle başlamalarını önerebilirim. Bir alan, kendini o alana dâhil hissedenlerin birbirine asgari saygısı olmadan var olamaz.

Artık bir sosyal medya dünyasında yaşıyoruz. Her şey, herkes artık çok daha fazla ortada. Kendini daha fazla gösterme, ifade etme, müdahil olma narsisizmi herkesi daha fazla kamusallaştırıyor. Görünür kılıyor, hatta afişe ediyor. Birçoklarının içini çok daha yakından görebiliyoruz. Medeniyet aynı zamanda için kamusallaşmasını iyi yönetebilme becerisidir. Bunun için biraz Norbert Elias okumak bile yeterli olabilir. Onu okuduğumuzda özellikle “civilité” kavramı üzerinden medeniyet ile adabı muaşeret arasındaki tarihsel ilişkiyi çok daha iyi kavrayabiliriz. Ve bence bütün bunların kamu inşasıyla ilişkisini de. Bu anlamda adabı muaşeret aslında kamu adabıdır. Ancak bir kamunun olduğu yerde adap olur ya da bir kamu bilincine, kamu adabına sahip olmak kamuyu mümkün kılar, varsa genişletir.

 

Bu yazıya “Sosyolojik Kamu” adını da verebilirdim. Ya da “Sosyolojik Gelenek”, belki de “Sosyolojik Kanon”. Bir sosyoloji kamusundan, sosyoloji geleneğinden, sosyoloji kanonundan söz etmekle asgari bir sosyolojik adabı muaşeretten söz etmek aslında aynı şeydir. Hatta kamudan, gelenekten, kanondan konuşmaya bile ancak belli adabı muaşeret seviyesinden başlayabiliriz. Dolayısıyla benim bu yazıya “Sosyolojik Adabı Muaşeret” adını vermiş olmam, bu konuda gidilecek epey bir yolumuz olduğunu da ima ediyor.

 

Türkiye’de sosyolojinin mevcudiyeti Cumhuriyet’ten eskiye gider, ta II. Meşrutiyet’e kadar. Sosyologlar “dünyanın ikinci sosyoloji bölümü”nün “bu topraklarda” ortaya çıktığını söylemeyi pek bir severler. Bu söylemin tarih tarafından doğrulanmış olup olmadığı ayrı bir tartışma konusudur elbette. Ancak Türkiye’de bu büyük sosyolojik kibre paralel bir sosyolojik kamu, gelenek ya da kanon oluştuğunu söylemek hiç de kolay değildir. Bir alan olarak sosyolojinin hâlihazırda mamur olduğunu iddia etmek ise çok zordur. Bunun böyle olmasının elbette birçok sebebi vardır. İleride bu konulardaki görüşlerimi de yazmayı istiyorum. Ancak bu yazıda konunun kamu ve adabı boyutuna odaklanacağım.

 

Sosyal Medyanın Yargıçları

 

Başta söylediğim gibi sosyal medya her şeyi daha aşikâr hale getirebiliyor. Buna sosyologların sosyal medya performansları da dâhil. Bazı sosyologlar daha 30’lu yaşlarda benimsedikleri bazı teorik tercihlerle, yazdıkları birkaç kitap ya da makaleyle neredeyse her şeyi çözdükleri havasına bürünebiliyorlar. Hatta belki de “Şiir benle bitti, siz artık başka bir işe iştigal edin” diyen bir Yahya Kemal gibi davranabiliyorlar. Sürekli başkalarının açığını kovalayan, savcı gibi iddia eden, yargıç edasıyla hüküm veren, hatta cellat gibi hükmü uygulamaya kalkan genel bir sosyal medya tavrına çok kolay dâhil olabiliyorlar. Geçen haftaki yazının başlığının “Sosyolojik Basiret” olduğu aklıma geldi birden! Yapılan sosyolojik analizlere yönelik olarak pek bir şey söylemeden, bu analizlerin sahiplerini siyaseten yargılayan, dolayısıyla bir sosyoloğa öncelikle bir siyasi aktör muamelesi yapan bir tutum giderek yaygınlaşıyor.

 

Örneğin bir sosyolog, analizlerine katılmadığı bir başka sosyoloğu “liberal” olarak niteleyerek bir eleştiri getirdiğini sanabiliyor. Bir sosyoloji profesörü, bu ülkenin sosyoloji tarihinde önemli yer tutmuş isimleri Gezi olaylarına kendisinden farklı baktığı için birini kötüleyebiliyor. Elbette bütün bunların böyle olmasında ülkenin geldiği hâl, aşırı kutuplaşma, siyasetin her şeye, her yere sirayet etmesinin etkisi de var. Sosyolojik nazarın kendini en çok sakınması gereken siyasete, üstelik de gündelik terimlerle teslim olma konusunda gösterilen bir basiretsizliğin, aslında bunun öznelerinin ürettiklerine de sıçramaması mümkün değil. Bu arkadaşlar bu ethos’larıyla kendi üretimlerini de değersizleştirdiklerinin pek farkında değiller.

 

Kendisinden farklı düşünen, farklı analizleri olan bir meslektaşını sadece siyaseten veya ahlaken yargılayabilen bir tutum aslında sosyolojik alanı da daraltıyor. Ülkenin sosyoloji tarihine geçmiş isimleri, eserleri hakkında hiçbir şey söylemeden sadece “liberal” diyerek aşağılamaya çalışmak artık basiretsizlik bile değil düpedüz trolleşmedir. Sosyolojik kamu adabı bu arkadaşları dâhil oldukları sosyal medya dünyasının şeklini almaktan belli bir ölçüde koruyabilmeliydi aslında. Ancak bazılarının bu asgari adabı muaşeretten nasiplerini almadıklarını kolaylıkla söyleyebiliriz.

 

Herkes her konuda her türlü karar sürecinde yetkili olmaya talip. Ancak buna karşılık gelen olası sorumluluğu üstlenmeye pek de gönüllü değil. Sosyolojik kamu adabı öncelikle sosyolojinin sınırlarından, imkânlarından haberdar olmaktan geçiyor. Daha önce “Sosyoloji ve Futbol” diye bir yazı yazmıştım. Türkiye’de bu iki alanda herkesin uzman olduğunu ifade etmiştim. Dolayısıyla toplumsal kabulde bu iki alanın birer uzmanlık alanı olmadığı, herkesin serbest girişine açık olduğunu ileri sürmüştüm. Şimdi ise meseleye tersinden bakarak bir ek yapmak istiyorum. Sosyolog olmanız size insana dair her konuda ahkâm kesme yetkisi vermez. Sosyolojik kamu adabı, öznelerin siyasi kanaatleriyle toplumsal analizlerini ayırt edebilme kapasitesidir de. Bir sosyoloğun makalesi ya da kitabını, üstelik sizin atfettiğiniz siyasi görüşü nedeniyle itibarsızlaştırmaya çalışmak ile onu tuttuğu futbol takımı veya cinsel yönelimi nedeniyle küçümsemek arasında sanıldığından çok daha az fark vardır.

 

En sıradan toplumsal gerçekliğe bile fanatik bir futbol taraftarının takımının aleyhine çalınmış bir hakem düdüğüne baktığından farklı bakamayan bir basiretsizlik ve bu basiretsizliği en azından süzgeçleyecek asgari bir kamu adabından yoksun bazılarının sosyolojik nazarları. Sürekli yargı üreten bir zihniyet yapısından nitelikli analizler gelmesi kolay değildir.

 

Siyaseten Uygunluk Telaşı

 

Sosyolojik kamu adabı açığının bir nedeni de kendi başına ayakta duramama, özgüven eksikliğidir belki de. Kendisini bir bütünün parçası olmadan çıplak, yalnız hissetme kamu adabını da engeller. Ya bir siyasetin, ideolojinin ya da bir ekolün temsilcisi olmadan var olamazsınız. Böyle olunca da sizin kamu fikriniz dar olur. Oraya ancak kendi klonlarınız sığabilir. Aklıma birden uluslararası yarışmalara katılan bazı yurttaşların sürekli tekrarladıkları “ülkemi temsil ediyorum” klişesi geldi. Kişi aslında kendi olarak orada değildir, ancak temsili olarak vardır. Burada mutlaka Oğuz Atay’ın adını anmam gerek! Bu elbette kişinin ufkunu daraltan bir işlev görür. Söyleme, analize aslında alan içi olmayan ek kriterler dayatır. Siyaseten uygunluk telaşı kişinin elini kolunu bağlar. Ve en önemlisi de kişinin giderek kendisi dışındakilere yönelik olarak ahlak, adap gibi kavramlarla bağlı hissetmemesidir. Bu durum aslında kamunun mutlak kaybıdır kişinin zihninde.

 

Siz sadece kendinizi ait hissettiğiniz ideolojiden, siyasetten, ekolden insanlarla iletişim kurabiliyorsanız, ahlak ve adabınızı sadece onlardan oluşan bir evrende koruyabiliyorsanız, o zaman sadece kendi dininden, mezhebinden, aşiretinden, köyünden insanlarla sosyalleşebilen bir köylüden pek de farklı değilsiniz demektir. Çok havalı diplomalarınız, pek önemli unvanlarınız olması bu gerçeği değiştirmez.

 

Dolayısıyla sürekli Türkiye’de bir sosyoloji geleneği, kamusu ve kanonu olmadığından şikâyet edenlere, bunların inşasına öncelikle sosyolojik adabı muaşeretle başlamalarını önerebilirim. Bir alan, kendini o alana dâhil hissedenlerin birbirine asgari saygısı olmadan var olamaz.

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.