Sosyolojik Gelenek
Türkiye’de sosyolojinin ciddiye alınabilir bir gelenek oluşturabilmesinin koşulu ideolojilerin hangisinin Türkiye için daha uygun olduğuna karar vermek değil, belki de mevcut ideolojilerin ilişkisel tarihini çözümleyebilmektir. Sosyolojik geleneği önemseyenler, bağlamsız bir gelenek fetişizmine değil, bir alan, bir kanon, bir kamu olarak sosyolojiye odaklanmalıdırlar öncelikle.
Modern toplumlara nazaran modernleşme toplumlarında toplumsal değişim daha sancılı olur. Çünkü modernleşme bilinci, idraki olageldiği gibi olmanın ayakta kalmak için artık yeterli olmadığının farkındalığıyla başlar. Bu sebeple Osmanlı’da modernleşme ihtiyacı öncelikle askeri alanda fark edilmiştir. Değişimin algoritması içinde kendiliğindenlik ve iradilik daha sert çatışırlar. Zira değişimin hamuruna bir de “zorunluluk”, “geri kalmışlık” boyutu dâhil olmuştur artık. Bu da kendilikle, gelenekle, geçmişle olan tüm ilişkileri daha da gerginleştirir, politikleştirir. Kişiler, gruplar, toplum sadece kendi tarihleri, toplumsal ilişki ağları içinde değişemezler. En kişisel tercihler bile büyük politik bağlamlarla ilişki içinde ortaya çıkabilir. Geleneğe dair tutumlar gündelik hayatın sahiciliğinden kopar ve makro siyasetin konusu olur. Gelenek kimileri için fazla değerli hâle gelir, kimileri içinse iyice değersizleşir. Burada en önemli olan nokta, geleneğe dair tutumun o geleneğin bulunduğu alanın ihtiyaçlarına göre değil, makro siyasetin ihtiyaçlarına göre belirlenmiş olmasıdır.
Geleneğin Aşırı Siyasallaşması
Modernleşme toplumlarının görünürdeki büyük çatışmasının kutuplarını oluşturan ama aslında sadece aynı madalyonun iki yüzü olan siyasi konumlar, örneğin Avrupa’nın dünyanın en geleneksel toplumlarını içerdiği göremezler. Bu görememe hâlinin bizatihi kendisi bir modernleşme sendromudur ve örneğin Türkiye’nin sağcı/solcu, dindar/laik kesimlerinde ortaktır. Sebepleri farklı olsa da sonuç aynıdır. Türkiye’de sağ da sol da Avrupa ile gelenek kelimelerini aynı cümle içinde kullanmaz. Çünkü Avrupa modern olandır, gelenek ise “bu topraklar”. Sol Avrupa’yı seçer, sağ ise geleneği. İşte bu modernleşme trajedisiyle yüzleşmeden “bu topraklar”dan fikir, kavram, medeniyet çıkması da pek mümkün değildir.
Geleneğin aşırı politikleşmesinin bir diğer anlamı, bu kavramın neredeyse sağın tapulu mülkü haline gelmesidir. Aslında bu da modernleşme toplumlarındaki toplumsal işbölümünün tipik sonuçlarından biridir. Gelenek modernleşmeciler için nasıl kategorik olarak kötü, acilen değiştirilmesi gereken bir şey ise, sağcılar için de kategorik olarak iyi bir şey haline gelir. Hatta neredeyse kutsallaşır.
Türkiye’de her iki kesimin de anlamakta zorlandıkları, aslında geleneğin modern bir şey olmasıdır. Bugünde var olan bir şeyin geleneksel olması için öncelikle eski, daha doğrusu kadim olması gerekir. Eski olan şimdiye ulaşamıyorsa ya da şimdide mevcut olan eski değilse gelenek mevcut değildir. Dolayısıyla geleneksel olanla modern olan arasındaki ilişki modernleşme toplumlarının sandığının aksine kopuşlar kadar süreklilikler de içerir.
Ancak geleneğin siyasallaşması ve giderek bu siyasallaşmanın iyice bayağılaşması kişileri gelenekle otomatikman özdeşleştirir. Gelenekle ilişkiyi genel olarak bir siyasal kimlik haline getirir. Artık geleneğin spesifik alanının, tarihinin, zanaatının, uzmanlığının pek bir anlamı kalmaz. Bu zihniyet, gelenek kavramını bir bütün olarak sahiplenir ama geleneği alanlarının hak ettiği bir biçimde yeniden üretebilecek, şimdiye ve dünyaya ait kılacak bir üretimi meydana getirmekte de oldukça zorlanır. Hatta bu gerilimin siyasi rantını devşirmeyi bir alışkanlık haline getirir. Türkiye’de sağın gelenekle ilişkisi büyük ölçüde bu şekilde özetlenebilir.
Sosyolojiyi Fethetmek
Üniversitede de durum pek farklı değildir. Örneğin sağcı sosyologlarda şöyle bir ön kabul var: Biz kendi aramızda sürekli olarak içinde “gelenek” kelimesi geçen cümleler kurarsak ve kadro yapılanmalarında hep kendimiz gibi adayları kuruma dâhil edersek geleneğin oluşmasını sağlarız. Bu ise aslında alanı siyasete teslim etmektir. Sosyolojik geleneği reddetmektir.
Kimilerinin derdi üzüm yemek değil, bağcı dövmektir. Amaç sanki sosyoloji yapmak değil sosyolojiyi de fethetmektir. Bu anlamda, yerli sosyoloji, İslami sosyoloji, özgün sosyoloji gibi başlangıçta anlamlı olabilecek sloganlar artık Türkiye’de sosyoloji yapmanın önünde bir engel haline gelir. Mesele aslında sanıldığından çok daha basittir. Sosyolojik gelenekten söz edebilmek için ortada önce bir sosyoloji olmalıdır ve sonra da bunun bir gelenek, alan, kurum haline gelmiş olması lazımdır.
Türkiye’de bir sosyolojik gelenek olmadığının en önemli işaretlerinden biri örneğin, ülkenin en eski sosyoloji bölümlerinden birinin sosyoloji mezunlarının iş bulmalarının kolaylaştırılması için Ankara’daki siyasetçi/sosyolog “abilerinden” yardım isteyen bir tweet atabilmesidir. Bu tutumu kurumsallaşmama, örgütlenememe, alanı üretememe, ergen kalma, vesayet gibi birçok açıdan değerlendirebiliriz. Ancak bence en vahim olanı bu tutumun bir sosyolojik öz bilinçten yoksun olmasıdır. Bu tweet’i yazanın zihninde bir alan, bir gelenek olarak sosyoloji mefhumu mevcut değildir. Alanını bir özne olarak tasavvur edememekte, alandan çıkmış siyasetçilerden medet ummaktadır. Örneğin psikoloji Türkiye’de sosyolojiden daha fazla gelenek oluşturmuş ve kurumsallaşmıştır. Alana dair merkez siyaset bir tutum aldığında çok ciddi kurumsal alan refleksleri gösterebilmektedir.
“İcat Edilmiş Gelenek”
Gelenek kavramının aşırı politikleşmesi, geleneksel olanın akıl, fikir, vicdan, idrak, izan süzgeçlerinden geçmeden topyekûn kabul edilmesi ya da reddedilmesine neden olur. Geleneğe değer verenlerin çoğunlukta olduğu ortamlarda ise genel kabullerin hepsi gelenek statüsü elde eder. Ben, üniversitede öğrenci ve hoca olarak yaklaşık 35 sene geçirdikten sonra emekli oldum. Eskiden hocaların danışmanlık yaptıkları öğrencilerin tezlerine, kitap ya da makale olarak yayımlanması durumunda kendi adlarını da yazar olarak eklemeleri diye bir şey pek hatırlamıyorum. Ama bugün öğrencisinin tezine adını ekleyerek yayın yapmanın özellikle sağcı sosyologlarda bir “gelenek” haline gelmiş olduğunu söyleyebilirim. Akademik teşvik uygulamasının başlamasıyla birlikte bu tercihin ivme kazandığı da ayrıca söylenebilir.
Solcu sosyologlar arasında ise bu tür tutumlara girenlere pek rastlamadım. Bu uygulamayı hayata geçirenler genelde bunun bir “gelenek” olduğunu ileri sürerek savunmaktadırlar kendilerini. Eric Hobsbawm’ın da adını anarak buna “icat edilmiş gelenek” diyebiliriz belki! Ancak bence asıl sorulması gereken soru bunun doğru olup olmadığıdır. Tez, öğrencinin ürettiği bir üründür. Hoca ise süreçte sadece danışman olarak rol alır. Bunun için bir ders ücreti tahakkuk eder ve danışmanlık zaten akademik bir etkinlik olarak CV’de yerini de alır. Kitap olarak yayımlanmış bir tezin içinde hocanın adının geçeceği yer kapak değil, kitabın yazarının önsözündeki teşekkürlere dair bölümdür. Eğer kitabın kapağında hocanın adı öğrenciyle birlikte yazılabiliyorsa o halde eserin tez halinde de aynı şekilde olması gerekmez mi?
Gelenek kavramının arkasına saklanarak çok sık yapılan bir uygulama da tez konusu seçimlerinde öğrencileri sistematik olarak sınırlama eğilimidir. Bir sosyoloji bölümünde elbette öğrencilerin tez konusu seçimleriyle hocaların uzmanlık alanları arasında bir algoritma olması doğaldır. Ancak bu filtreler Türkiye’de akademik kriterlere göre değil, siyasi/ideolojik reflekslere göre işlemekte ve gerekçe olarak da yine “gelenek” kavramı kullanılabilmektedir. Örneğin, Edward Said veya Michel Foucault’nun görüşlerini siyaseten uygun bulmadığınız ve “Bizim bölümde bu isimler üzerine tez yazılamaz” dediğinizde sosyolojik gelenek oluşmasına katkı vermek bir yana iyice mahallileşirsiniz ve şimdiyi kaybedersiniz. Doçentlik jürisinde adaya ve dosyasına öncelikle siyaseten yaklaşmak, bizden mi değil mi testi uygulamak da sosyolojik geleneğe işaret değildir.
Türkiye’de sosyolojinin ciddiye alınabilir bir gelenek oluşturabilmesinin koşulu ideolojilerin hangisinin Türkiye için daha uygun olduğuna karar vermek değil, belki de mevcut ideolojilerin ilişkisel tarihini çözümleyebilmektir. Örneğin, Türkiye’deki bütün ideolojilerin Osmanlı-Türkiye tecrübesini modernleşme tarihinin birer ürünü olarak anlayabilmektir. Bu aynı zamanda şu anlama da gelir: Türkiye’de sağ soldan, İslamcılık Kemalizm’den, yerlicilik Batıcılıktan bağımsız olarak ele alınamaz. Bunların hiçbiri kendi vakumlarında oluşmamıştır.
Uzun lafın kısası sosyolojik geleneği önemseyenler, bağlamsız bir gelenek fetişizmine değil, bir alan, bir kanon, bir kamu olarak sosyolojiye odaklanmalıdırlar öncelikle. Bu birkaç kuşak istikrarlı bir biçimde sürdürüldüğünde gelenek zaten oluşacaktır.