Sosyolojik Kanon
Topyekûn kabuller. Topyekûn reddiyeler. Belki de Türkiye’de sosyoloji diye bir alanın yeterince mevcut olmamasının sebebi bunlardır. İkisinin arası pek yoktur. Akımların, ekollerin, yöntemlerin ideolojikleşmesinin, politikleşmesinin anahtarı tam da bu tutumlardır. Bu tıpkı Türkçenin bir poetik kanona sahip olmaması, onun yerine Necip Fazıl ve Nazım Hikmet gibi iki mahalli ikonla ya da paralel kanonla idare etmesine benzer. Bir sosyoloji cemiyeti yoktur Türkiye’de, sosyoloji cemaatleri vardır.
Günümüzün bir kalp cerrahı büyük ihtimalle on yıllar önce ilk kez kalp bypass ameliyatını gerçekleştiren cerrahla aynı yöntemi uygulamıyordur. Tıp tarihindeki bu değişim, bu çağdaş cerrahın, o ilk bypass cerrahını “demode” olmakla eleştirmesini haklı çıkarır mı? Ya da laproskopik cerrahi ilk çıktığında daha eski yöntemlerle ameliyat yapan bir cerrah bu yeni yöntemi “gelip geçici bir moda” olarak değerlendirmişse bugün ona nasıl bakarız? Benim bu sorulara birer cevabım yok. Haddim de değil zaten çünkü ben bir hekim değilim. Tıp dünyasının bir parçası da değilim.
Dikkatleri çekmek istediğim nokta buna benzer yaklaşımların sosyoloji dünyasında çok sık karşımıza çıkabilecek tutumlar olabilmesi. Sosyoloji alanında bazı sosyologlar, sosyoloji tarihindeki bazı sosyologları kolaylıkla “demode” olarak değerlendirebilirler. Ya da açıkçası kendisinden ve izleyicilerinden pek hazzetmedikleri bazı çağdaş sosyologları da “moda” oldukları için eleştirebilirler. Bu tip tutumların Perspektif’te daha önce yazdığım iki yazıda değindiğim sosyolojik basiret ve sosyolojik adabı muaşeret açısından da sorunlu olduğunu ifade etmem gerekir öncelikle. Ancak bu yazıda meseleye farklı bir açıdan bakmak istiyorum.
Kanon Olmadan Alan da Olmaz, Disiplin de
Ancak kanonik bir çerçeve, bir ilişkiler ağı oluşturabilmiş bir disiplin kendini bir alan olarak inşa edebilir. Kanon olmadan alan da olmaz, disiplin de. Bir alanda kanona hâkimiyet mesleki formasyonun en vazgeçilmez koşullarından biridir. İntihar gibi bir kitap yazarak psikoloji/psikiyatrinin tapulu arsasına sosyoloji bayrağını diken Durkheim’ın modası asla geçmez. Onunla, onun ürettiği metinlerle ilişkimizdir değişen. Çünkü biz Durkheim değilizdir ve bizim yaşadığımız dünya Durkheim’ın yaşadığı dünyayla aynı değildir. Ama Durkheim hâlâ ve hep mevcuttur. Aklımızda, fikrimizde, kalemimizin ucunda, kütüphanenin bir rafında, kavram haznemizin bir yerindedir. Sosyoloji Tarihi dersinin en az birkaç haftasındadır. Zaten onun için de kanondur. Bunun bilincinde olmayan sosyolog değildir. Sosyolog kılığına bürünmüş başka bir şeydir.
Bourdieu’ye moda diyen de sosyolog değildir. Ama kendini öyle sanmaktadır. Onun, Bourdieu’ye yönelik olarak kullandığı moda nitelemesi aslında Bourdieu’nün daha yaşarken kanonlaşmış olduğunu itiraf etmektir. Çok satan her kitabın otomatik olarak çok kötü olduğunu düşünmek oldukça kibirli bir ezberdir. Her kanonlaşmayı popülerleşme diye reddetmek, açık denizde size atılan cankurtaran simidini reddetmekle eşdeğerdir. Onun tahammül edemediği, sevmediğinin bu kadar kabul görmesidir belki de. Görüşlerine katılmadığı için ya da abonesi olduğu ekole uygun olmadığı için kanonlaşmış bir rakibin adını ancak moda diyerek telaffuz edebilmektedir.
Bu tür ethos’lar hiçbir zaman alanı üretemezler, alanın üretilmesine katkı veremezler. Çünkü kanonik bilinçleri yoktur. Sosyolojik kanonu hiçbir zaman bir bütün olarak algılamamışlardır. Onlar için böyle bir şey mevcut bile değildir. Ama sürekli olarak sosyolojinin toplum tarafından yeterince ciddiye alınmamasından da şikâyet ederler. Sosyoloğun kendi kafasında bir sosyoloji mefhumu yoktur ki toplum onu ciddiye alsın. Bindikleri dalı kesenler, yere düşmekten şikâyet edemezler. Futbolu asla bir oyun olarak sevmeyen fanatik futbol takımı taraftarı gibidirler. İstedikleri sadece kendi takımlarının kazanmasıdır, bedeli ne olursa olsun. Burada Cem Dizdar’a bir selam göndermekte fayda mülahaza ediyorum!
Kanonik Cemaatleşme
Sadece Marksist, Bourdieucü, Weberyen olmanız sizin iyi bir sosyolog olmanıza yetmeyebilir. Türkiye gibi sosyolojik alanın yeterince yapılanmadığı, kanonik bilincin gelişmediği akademik ortamlarda ise genellikle yeter. Hatta artar bile. Böyle durumlarda ise Marksist, Bourdieucü veya Weberyen olmak sosyolog olmakla çelişir hâle bile gelebilir. Çünkü kanonik bir hâkimiyet olmadan sadece bunlardan biri olmak giderek sosyolog olmanın önünde bir engel haline gelir. Türkiye’de yaygın olan budur. Pek çokları sosyolog olmadan önce mutlaka bir şeycidir. Kanon aslında çoğuldur. Bu nedenle de “kanonlar” demeyiz. Ancak bu tür tutumlarda kanon iyice daralır, bir ya da birkaç isimle sınırlı hale gelir. Bu da bir tür kanonik cemaatleşmedir.
Elbette sosyolojide de birtakım akımlar, ekoller, yöntemler vardır. Ve sosyolog bunlardan birine ya da birkaçına kendini daha yakın hissedebilir. Burada sorun o kadar da dâhil hissetmediğiniz diğer akım, ekol ve yöntemlerle irtibatı kategorik olarak kesmek, hatta onlara hasmane bir tutum geliştirmektir. Bütün derslerde Comte ve Durkheim anlatılan bir bölüm aslında sosyoloji bölümü değildir. Ama kendini öyle sanır. 10 hocanın sekizinin 40 dersin 30’unda Foucault ve Deleuze anlattığı bir bölüm de sosyoloji bölümü değildir. Ama tabelada öyle yazmaktadır. Bunlar birbirlerinden çok farklı tercihler gibi görünebilir. Ancak meseleye benim ele almaya çalıştığım pencereden bakıldığında her ikisi de aynı ethos’un farklı veçheleridir. Çünkü her ikisi de kanonik bir tutuma işaret etmezler.
Ziya Gökalp’in, Prens Sabahattin’in, Niyazi Berkes’in, Mübeccel Kıray’ın, Sabri Ülgener’in, Şerif Mardin’in, Nilüfer Göle’nin yazdıklarının hepsine katılmak, sürekli onları tekrar etmek değildir kanonik tutum. Ancak bugün Türkiye’de bu isimler sanki hiç var olmamışlar gibi sosyoloji yapmaya çalışmak bizatihi sosyolojiyi reddetmektir. Kanon aslında verili değildir. Belli bir ethos ile inşa edilir. Platon Devlet’i kanon olsun diye yazmamıştır. Onu kanon kılan Platon sonrasındaki felsefe tarihidir. Kanonla kavga etmek bile kanona dâhildir. Yazarının “sükût suikastı”ndan şikâyet ettiği bir ortamda zaten kanon mevcut bile değildir.
Türkiye üniversitelerinin sosyoloji bölümlerinde doktora yeterlilik jürisinde adaya genellikle hangi konuyu çalışacağı sorulur. Aslında sadece bu tutum bile Türkiye’de sosyolojik kanonun var olmadığa işaret edebilir. Çünkü doktora yeterlilik, adayın tez konusu seçmeden önce alan yeterliliğinin test etmesi gereken bir sınavdır. Doktora yeterlilikte doğrudan tez konusuna odaklanmak bir bakıma ortada bir alan falan olmadığı ya da alanın herkesin girişine açık olduğu anlamına gelir. Bu şekilde yetişmiş, alan hâkimiyeti olmayan, kanonik bilinci düşük uzmanlardan oluşan bir alan aslında alan bile değildir.
Malumat Ancak Üretimle Bilgiye Dönüşebilir
Foucault’nun ne dediği hakkında tam anlamıyla bir malumatfuruş olabilmek ama bununla ne yapacağı konusunda pek bir fikre sahip olmamak Türkiye üniversitelerinde sıkça rastlanan bir durumdur. Ekmek makinesi çalışmaktadır ama içinde hamur olmadığı için ekmek üretilememektedir! Aslında bu tür kitlenmeler de kanonun bütününe nüfuz edememiş olmanın tezahürlerinden biridir. Çünkü küçücük bir ayrıntıyı bile kanonun bütününden destek alarak açıklamak, anlamak yerine, malumat sahibi olunan bir isimle her şeyi açıklamaya, anlamaya çalışmak çok daha kolaydır. Oysa malumat ancak üretimle bilgiye dönüşebilir.
Hep ready made kavramlara mecbur olmak, teorik kanondan yaşanan hayata dair kavram üretememek pek yaygındır Türkçe okuryazarlıkta. Kavram ilhamla gelmez sadece. Hatta ilham bile kanonu bir bütün olarak görebilene gelir. Malumatına sahip olduğu teorinin her şeyi açıkladığını düşünene ise kavramsal ilham hiç uğramaz. Zaten onun da pek umurunda değildir bu. Ödünç aldığı kavramlarla her şeyi açıklayabildiğini düşünen neden ilhama ihtiyaç duysun! O, ilham kapısını çalsa bile kapı açılmayacaktır. Kavram üretimiyle ilham arasında hiçbir ilişki yoktur demek değil kastım. Sadece kanonik hâkimiyetin ve emeğin hakkını teslim etmek istiyorum. Bu arada “ilham” kelimesini biraz da provokatif amaçla kullandım! Dileyen yerine başka bir tercihte bulunabilir.
Topyekûn kabuller. Topyekûn reddiyeler. Belki de Türkiye’de sosyoloji diye bir alanın yeterince mevcut olmamasının sebebi bunlardır. İkisinin arası pek yoktur. Akımların, ekollerin, yöntemlerin ideolojikleşmesinin, politikleşmesinin anahtarı tam da bu tutumlardır. Bu tıpkı Türkçenin bir poetik kanona sahip olmaması, onun yerine Necip Fazıl ve Nazım Hikmet gibi iki mahalli ikonla ya da paralel kanonla idare etmesine benzer. Bir sosyoloji cemiyeti yoktur Türkiye’de, sosyoloji cemaatleri vardır.
Bu durumda sabah erken kalkanın her şeyi yeniden tanımlayabilmesine, kavramsal keyfiliğin alışkanlık haline gelmesine, siyasetin zaten olmayan alanın içinde at koşturmasına, uluslararası literatüre yeterince katkı verilememesine, kavram ve teori üretilememesine ve belki de en önemlisi artık 50, 60 kişilik kontenjanların ancak üçünün, beşinin dolmasına fazla şaşırmamak gerekir. Şaşırmak, sorumluluklarını yerine getirmişlerin hakkıdır.