Sosyolojik Levazım
Aslında sosyoloji Türkiye şartlarında Açık Öğretim’i yapılmaya en müsait disiplinlerden biridir. Gerisi minibüs şoförlerine, kampüs yurtlarına, kantin ve kafelere ekmek parası çıkarmaktan öte değildir.
Perspektif’te yazdığım bu yazı dizisinin ilk yazısı “Sosyolojik Mezuniyet” idi. Onun ardından “Beşeri Çalışmalar” ve “Toplumun Doğabilimi” geldi. Okumaya başladığınız bu yazıyla bu diziye devam edip, biraz da konuyu en baştaki meseleye bağlamak istiyorum: Türkiye’de sosyoloji mezunları tam olarak neyle donanmışlardır? Ellerindeki diplomanın onlara sağladığı uzmanlık nedir? Ve elbette can alıcı soru: Neden iş bulamamaktadırlar?
“Beşeri Çalışmalar” yazımda sanat tarihi, Türk dili ve edebiyatı, felsefe disiplinlerine değinmiştim zaten. Türkiye’de sosyoloji bölümlerinde tam olarak ne yapıldığı konusunu, sanat tarihiyle karşılaştırarak anlatmak isterim. Sanat tarihi bölümlerinde sanat öğretimi yapılmaz. Adı üzerinde öğretim sanatın tarihi üzerinedir. Bu anlamda bu tabelanın oldukça dürüst, hakkaniyetli bir tabela olduğunu düşünürüm hep. Çünkü sosyoloji bölümlerinde yapılan öğretimde büyük ölçüde buna benzer. Türkiye’de sosyoloji öğretimi büyük ölçüde sosyoloji tarihine geçmiş önemli isimlerin ne söylediklerinin öğrencilere anlatılması üzerine kurulmuştur. Bu açıdan bakıldığında tıpkı sanat tarihi tabelası gibi, sosyoloji tarihi tabelası da Türkiye’deki sosyoloji bölümlerinde yapılan işi tanımlamaya daha uygun olabilirdi.
Bu nedenle de sosyologlar genellikle sosyoloji tarihinde yer etmiş bazı önemli isimlerin uzmanı, mümessili ya da bazı akımların, okulların taraftarı olurlar. Türkiye’de yirmi hocanın on beşinin otuz dersin yirmi beşinde Foucault, Deleuze anlattığı sosyoloji bölümleri vardır. Benzer bir biçimde Comte, Durkheim ve Weber ile sosyoloji tarihini bitirmiş sosyoloji bölümleri mevcuttur. Üstelik bu bölümler entelektüel yetiştirdiklerini iddia ederler bir de. Oysa bir sosyoloji bölümünün önceliği entelektüel yetiştirmek değil, sosyolog yetiştirmektir. Entelektüel formasyon daha çok “Beşeri Çalışmalar” yazımda belirttiğim anlamda human/istic studies, yani beşeri çalışmalara dair bir yüklemedir. Bir sosyoloji mezununun entelektüel bir donanıma da sahip olması elbette kötü bir şey değildir. Gayet entelektüel ama ameliyat yapamayan, hasta muayene edemeyen bir hekim ne kadar anlamlıysa, entelektüel donanımlı ama aslında sosyolog olmayan sosyoloji mezunu da o kadar anlamlıdır.
Ayrıca söz konusu entelektüel donanımın niteliği de oldukça tartışmalıdır. Aslında tam da bu kofluğun bir sonucu olan ve üniversiter hayatımda çok sık karşılaştığım bir durumu sizlerle paylaşmak isterim. Anadolu’dan gelip İstanbul’un bir üniversitesinin sosyoloji bölümüne kayıt yaptırmış bir öğrenciyi hayal edelim. Bu öğrenci daha birinci sınıfta derslerde hocalarından duyduğu önemli isimlerinden birine abone olmaya başlar. Üniversitenin kantininde, kentin kültürel kamusal ortamında karşısına çıkan alternatif seçenekleri de buna eklemek gerekir elbette. Bu öğrenci daha ikinci sınıfta ne olduğuna karar vermiştir. Marx, Weber, Foucault, Bourdieu’den birini seçmiştir. Belki de tıpkı hocalarının yaptığı gibi. Ve seçtiği bu isimden öğrenebileceklerinin yaşadığı toplumu, hatta bütün dünyayı açıklamaya yeteceği gibi bir kanaate çok hızlı bir şekilde ulaşır. Artık bu çocuğa bir şey öğretmek, yeni bir şey söylemek, kafasında yeni pencereler açmak neredeyse imkânsız hale gelir.
Bu gencin entelektüel kapasitesinin Türkiye ortalamasının üzerinde olduğuna hiç şüphe yoktur. İşin en ilginç yanı ise kendisinin sosyolog olmamasıdır. En fazla Foucaultcu ya da Bourdieucüdür. Oysa elindeki diplomada kendisinin sosyolog olduğu iddia edilmektedir. Bunun böyle olması Türkiye’de yapılan sosyoloji öğretiminin yapısıyla doğrudan ilgilidir. Sadece Google taramasıyla ya da kütüphanede kitap okuyarak beyin ameliyatına girebilir misiniz? Ama Türkiye’de sosyoloji diplomasına sahip olmak için gereken asgari donanım bundan biraz hallicedir. Hepsi o kadar.
Ben üniversiteden emekli olduktan hemen sonra pandemi başladı ve üniversitelerde öğretim uzaktan gerçekleşmeye mahkûm oldu. Tıp, mühendislik, mimarlık, temel pozitif bilimler, güzel sanatlar, sanat ve tasarım için büyük bir darbe oldu bu durum. Çünkü bu disiplinlerde eğitim/öğretimi bilgisayar ekranına hapsetmek kolay değildi. Hepsinin sahası, laboratuvarı, atölyesi, hastanesi, ameliyathanesi vardı. Ancak aynı konuyu örneğin sosyoloji öğretimi için tekrar düşünelim. Yani pandemi döneminde uzaktan öğretime geçildiğinde üniversitedeki sosyoloji derslerinde kaybedilen tam olarak neydi? Cevabım biraz acımasız olacak ama birkaç küçük detay dışında kocaman bir hiç. Weber’in ne dediğini anlatmak için hocanın evinden kalkıp, kampüse gelmesine ya da onlarca öğrencinin hocanın Weber’in ne dediğini aktarmasını dinlemek için sınıfa gelmesine gerçekten ne gerek vardır?
Bu değerlendirmeme bazıları şöyle karşı çıkabilirler: Aman efendim, üniversite sadece ders midir? Kampüs başlı başına bir kültürel kamusal alandır. Kantinde bile öğrenilecek pek çok şey vardır. Bunlar elbette genelde doğru. Ama şu soruyu sormadan da edemeyeceğim: Bugün böylesine vazgeçilmez kaç kampüs var Türkiye Cumhuriyeti’nde? Uzun lafın kısası hocadan panoptikon’un ne olduğunu, habitus’un ne anlama geldiğini, ideal tip’in, anomi’nin tanımını dinlemek için on binlerce öğrencinin kampüslere gitmesinin pek bir anlamı yoktur. Bu, pekâlâ, telefon ekranından, kulaklığından on-line olarak da gerçekleşebilir. Hatta bu işin canlı olmasına bile gerek yoktur. Yüklersiniz dersleri internete, öğrenciler diledikleri zaman dinlerler ya da izlerler. Aslında sosyoloji Türkiye şartlarında Açık Öğretim’i yapılmaya en müsait disiplinlerden biridir. Gerisi minibüs şoförlerine, kampüs yurtlarına, kantin ve kafelere ekmek parası çıkarmaktan öte değildir.
Hatta ülkede mevcut olan sosyoloji hocası vasatı düşünüldüğünde, derslerin fiziki gerçekleşme oranını yükseltecek bir uygulamadır on-line eğitim/öğretim. Kayıt altına alınacağı için hocanın biraz daha titizlenmesine neden olabilir. Hocanın dersine çalışmasını teşvik bile edebilir. Sınıfta kendisinden not isteyen kırk öğrenciye anlatmak yerine, on-line formatta sanki tüm kamuya anlatıyor hissine kapılması, mesleki ahlakını ve sorumluluğunu ona daha fazla hatırlatabilir.
Elbette işin bir de siyasi boyutu var. Bu konuya daha önce pek çok defa ele aldığım için, ayrıntıya girmek istemiyorum. Türkiye’de sosyoloji öğretimi her zaman ülke için en uygun teorinin, okulun hangisi olduğuna karar verme konusunda gayet örgütlü bir faaliyet olageldi biraz. Ülkenin fikri kurucusunun sıkı bir Durkheimcı olmasından başlayarak. Bunu demekle Ziya Gökalp’i küçümsediğim sanılmasın sakın. Örneğin, Türkiye’de özellikle milliyetçilerin Ziya Gökalp’in yeni baştan okumalarında ülke için büyük bir fayda görüyorum. Ama bu da başka yazıların konusu olabilir ancak. Kastım şu: Durkheim sonrası önemli addedilebilecek sosyologların Türkiye’de alımlanması Ziya Gökalp ile Durkheim arasındaki ilişkiden farklı değildir. Ve bu ilişki oldukça platonik bir ilişkidir. Hatta idealisttir, romantiktir, ideolojiktir, skolastiktir. Bu sıfatların hiçbirini küçümsemiyorum sadece Türkiye’de sosyoloji denen şeyi onlarla niteliyorum sadece. Bence Türkiye’de yapılan sosyoloji eğitim/öğretiminin en ilginç özelliği sahip olduğunu iddia ettiği muhtevayı öncelikle içermeme konusundaki gayet teşkilatlı ısrarıdır. Bu da daha önce yazdığım “Toplumun Doğabilimi” yazısında ortaya koymaya çalıştığım çerçevede sosyolojinin bir bilim olduğu gerçeğidir. Tıp tarihine malumat düzeyinde hakim olmak hekim olmaya yeter mi?
Sabrınıza sığınarak önümüzdeki haftalarda da bu konuda yazma devam edeceğim galiba. Çünkü konu giderek dallanıp budaklanıyor kafamda.